Bilge Kent: Sofya

Belgrad’dan gecenin bir köründe çıkmış ve sabah saat 10.00 gibi varmıştık “komşi” başkent Sofya’ya… Ülkenin batı yakasında kurulu Sofya 1,3 milyonluk nüfusuyla genişçe bir ovada yer alıyor. Sıcak bir Ağustos günü saat 10.30 gibi Alexander Nevsky Meydanı’na inmiştim. Bulgaristan Parlamentosu ve birkaç elçiliğe ev sahipliği yapan meydana, aynı zamanda ismini verenAlexander Nevsky Kilisesi eşlik ediyor. 

1912 yılında Neo-Bizans tarzda inşa edilen mabet, 53 metre yüksekliğinde ve altın kaplama olan çatısı ile Sofya’nın güneşi oluyor adeta… Dini açıdan Ortodoks olan Bulgarlar pek çok kiliseyi de İstanbul’daki Ayasofya’yı temel alarak yapmışlar ve bu yeni yaptıkları kiliselerdeki mimariye de yukarıda bahsi geçtiği üzere “Neo-Bizans” demişler. Benzer yapıları Balkanlardaki diğer Slav ülkelerinde de görmek hiç de şaşırtıcı değil. Ayrıca Aziz Nevsky ise bir Rus savaş kahramanı oluyormuş, onu da belirteyim…

Meydanın çevresinde bir de “Ayasofya Kilisesi” bulunuyor. Bakmayın kilisenin Bizans tarzı olmadığına… Bu yaşlı mabet İslamiyet’ten de eski… I. Justinyen zamanında basit bir haç şeklinde planlanan kilise, 540’lı yıllarda inşa ediliyor ve 12. yüzyılda da Sofya kentine adını veriyor. “Sofya”nın etimolojisi ise Ortodoksluğun 3 temelinden biri olan “kutsal bilgeliği” temsil ediyormuş. Bunu da anlatayım da feyzlenin (yani Ayasofya görünce İstanbul’dakine benzemiyor diye çıkışmıyoruz anlaşılan)…

Kilisenin hemen yan duvarında ise küçük bir askeri anıt var. 93 Harbinde Osmanlı ile yapılan “Şıpka Geçidi Muharebesi”nde ölen Bulgarlar adına dikilmiş bir sembol ve sönmeyen ateşi de unutulmamış. 

Sofya’da dikkatimi çeken şey, yeşilliğin bolca olmasıydı. Hani salatalık, marul gibi değil de parkların geniş yer kaplamasını diyorum (yeri gelmişken bu kötü espriyle canınızı sıkayım). Geniş bir alana kurulu olan başkentteki pek çok parkta da aktiviteler var. Ben de bu parklardan birine dalıyor ve antikacıların arasında buluyorum kendimi…

KGB pasaportlarından Nazi kasklarına, süngülerden madalyalara kadar pek çok eski eşya mevcut ki satanlar da genelde yaşlı kesim… Her gittiğim sergiciye Türk olduğumu söylediğimde, Türkçe kelimeler duymak hem beni mutlu etti hem de memleket özlemimi kabarttı. Pek çok yaşlı bey amca Türk komşularının olduğunu ve Türkleri gerçekten sevdiklerinden bahsetti. Bu şirin, çilekeş amcalardan koleksiyonuma katmak üzere birkaç eski para aldıktan sonra yola devam ediyorum. İşin güzel yanı, bu tarz yerlerde Euro’nun geçiyor olması… Ancak restoranlar, devlet daireleri ve bankalar için bu söz konusu değil. 

Parkı geçtikten sonra bir yol kenarına çıkıyorum. Burası Çar OsvoboditelCaddesi… Caddeye inip bir arpa boyu kadar yol kat etmemişken karşıma Rus Kilisesi çıkıyor. Çok civcivli ve renkli olan kilisenin de mahzun bir hikâyesi var.

1878’de Berlin Antlaşması ile bağımsızlığını kazanan Bulgaristan, bu durumdan dolayı Rusya’ya büyük minnet duymaktadır ve bugünkü kilisenin olduğu yerdeki Saray Camisi’ni 1882 yılında yıkarak yerine kiliseyi yaparlar. Aynı zamanda binayı Rusya Elçiliği olarak kullanırlar. Kentin en büyük kilisesi Alexander Nevsky Katedrali’nin adının da bir Rus kahramanına ait olması, bu minnetten kaynaklıdır. 

İçerisi gayet küçük, fakat bakımda idi. Bundan dolayıdır ki çok da dolaşamayıp yola koyuldum. Her yanda derin Sovyet ve komünizm izleri görmek mümkün. Zira eski binaların her biri Sovyet mimarisiyle inşa edilmiş (aynı durum Üsküp ve Belgrad’da da gözümden kaçmamıştı). “Nezavisimost Meydanı”na geldiğimizde gözlerim “rotunda”yı aramış fakat bir türlü bulamamıştı. Bugün bir otelle Eğitim Bakanlığı arasındaki bahçede kalan erken Hristiyanlık dönemi ürünü olan Aziz George Kilisesi ise 300’lü yıllarda inşa edilmiş. Aynısının tıpkısı da Selanik’te mevcut…

Antik şehir “Serdica” üstüne kurulu rotun da zamanında Selanik’teki yeğeni gibi cami olarak hizmet vermiş. Bugün ise minaresi yıkılmış. Meydana geri döndüğümde yemek yiyecek bir yerler ararken uzun zamandır görmediğim bir minareye rastlıyorum. Kentteki tek açık cami olan “Banyabaşı Camii”ni 1576 yılında Mimar Sinan inşa etmiş ve Evliya Çelebi’den de tam not almış. Asıl adı Kodi Seyfullah Efendi Camii olsa da çevresindeki abdesthane ve hamamdan ötürü halk arasında “banyo başı” olarak yayılmış ve adı da yerelde “banyabashi” olarak kalmış. Faşist partiler tarafından zaman zaman saldırılara uğrayan mabet ayakta kalmayı başarmış ve diğer camilerle aynı kaderi paylaşmamış, zira şehirdeki diğer ayakta kalan camiler ya kiliseye çevrilmiş ya da kamu binaları haline dönüştürülmüş. 

Banyabaşı Camisi’ne giderken yolda yakın dostum McDonalds’a rastlıyorum fakat yemek yemek için Leva bulundurmak şart… Hemen ara sokaklarda bir döviz bürosundan dalıyorum içeri… Yaklaşık 3-4 metrekarelik büroda kendinden geçmiş bir abimiz kasada, bir diğeri ise kapıda bekliyor. Siz içeri girdiğinizde kapı üstünüze kilitleniyor ve onların belirlediği bir kurdan almanız gerekiyor. Ben de bu oyuna Prag’dan sonra 2. defa düşmüş ve 1,95 olan kur yerine 1,59’dan almak zorunda kalmıştım. İyi kötü Euro’mu bozdurduktan sonra McDonalds’ın yolunu tutuyorum. İçeride panolar Bulgarca ve Kiril alfabesi ile yazılı… Üsküp’te ve Belgrad’da da aynı durumda kalacağımı bildiğimden dersime çalışıp gelmişim iyi ki… Tüm panoyu okudum ancak gel de bunu kasiyere anlat…

Bulgaristan’da yabancı dil bilenlerin sayısı bir hayli az zannımca… Zira kime ne sorduysam çoğunlukla cevabını alamadım. Burada da aynı durum söz konusu… Kasiyerimiz “Desi” çok güleç yüzlü bir genç kızımız, galiba yevmiyesine zam yapmışlar o gün… Ne dediysem sadece güldü. Biz de Tarzanca anlaşmak zorunda kaldık. Çıkışta “billa” isimli markette nevalemi aldım. Aldıklarım çok olunca da elde taşımayım diye poşet istedim kasiyerden… Tabii anlamadığı için beden dilini kullanmak mecburiyetinde kaldım. Anlamsız bir bakış attı ve poşet niyetine kese kâğıdı verdi. Sonradan fark ettim ki yaptığım işaret kese kâğıdını tarif etmiyor. Hak verdim bizim “komşi”ye…

Nevalelerimi alıp meydana doğru dönerken aklıma Paris’te rastladığım Avrupa medeniyeti geldi. Sonradan öğrendiğim kadarıyla yayaların trafikte üstün olmasının Batılılara has olduğunu ve sürücüler için ağır cezaların olduğunu öğrendim ancak buna yola çıkmadan önce bakmam gerekiyordu sanıyorum. Sonuçta burası da Avrupa Birliği üyesiydi ve vatandaşları da Avrupalıydı. Bu zihniyetle karşıya geçmek için sorgusuz sualsiz yola atlayan bendeniz kornaların ve muhtemelen küfürlerin arasında kalmış, karşı kaldırıma kendimi zor atmıştım. Anladığım kadarıyla Bulgarlar hala biraz Türk değerli Slavseverler…

Yoksulluk-cahillik-hiçlik triyosunda geçen gezimize, başladığım yer olan Nevsky Meydanı’nda son verdim ve memleketin yollarına düştüm. Bu küçük, büyükşehir için 3-4 saat fazla bile gelecektir sanıyorum. Vakti olanlar, kentin biraz dışındaki Boyana Kilisesini ziyaret edebilir. 900’lü yıllarda inşa edilen yapı 240’tan fazla insan freskine ev sahipliği yapıyor ve UNESCO’nun Kültür Mirası Listesi’nde yer alıyor. Girişler tam 10, öğrenci 2 Leva… Ancak Avrupa Birliği’ne üye bir ülkenin öğrencisi değilseniz, sizi öğrenciden saymıyorlar maalesef ki… Kent etrafını fazlaca dolaşmadan öğlen 13.00 gibi çıkıp bereketli Bulgar ovalarından, köylerinden, Filibe’den ve Svilengrad’dan geçerek akşam 18.00 gibi Kapıkule Sınır Kapısı’na vardım. Alttaki fotoğraf da yurt dışından çektiğim son kare…

1 yıl öncesindeki Edirne’de turistik amaçlı olarak Kapıkule sınırına kadar gelmiş ve kahrolası sınırlardan bahsederken Kapıkule’nin ucundan dönmüş olan ben, bu sefer sınırın öte yanından memleketimi izliyordum. Köyünün ardındaki tepeyi aşıp, arka yamacına bakan ilk insan kadar mutlu ve heyecanlıydım. Sınırın öte yanında ne olduğunu görmüş ve artık dünyaya, insanlara bakış açım inanılmaz değişmişti, ufkum genişlemişti. Al bayrağı gördüğüme mi sevineyim memleketime döndüğüme mi yanayım karar veremeden sınırı geçmiş ve gece 3.00 sularında memleketime varmıştım. 

Siz siz olun; Sofya’ya gelmişken antika pazarını dolaşmadan, Aziz Nevsky’yi görmeden, UNESCO Mirası Boyana Kilisesi’ne gitmeden; yerel tatlardan tarator, Bulgar usulü işkembe, peynirli shopskasalata yemeden, şifalı pitie, Bulgar ayranı martenitsa, slivovtizmastika içmeden dönmeyin derim.

Diğer yazılarıma http://www.gezistan.com adresinden ulaşabilir, kentin detaylı haritasına ise http://goo.gl/cv42tu’den göz gezdirebilirsiniz. Esen kalın...

Emre Doğandor

Yazar Hakkında

Emre Doğandor

[1994-Bolu] Bir gezgin olarak doğmadım belki ama bir gezgin olarak ölmek, torunlarıma anılarımı anlatmak için yaşıyor ve geziyorum.