Cebimdeki Yolculuk: Marsilya

Marsilya'ya gideceğiz diye çıktık yola. Tabii artık çok geziyoruz ya, yolculuklara çıkarken daha rahatız. Nerde o bilmediği bir yere gitmeden önce ıncık cıncık şehrin her şeyini internetten, kitaplardan araştıran, okuyan, öğrenen Özlem?

Elbette yine araştırıyorum internetten! Daha çok mutlaka görülmesi gereken yerler, yenmeden dönülmemesi gereken yemekler, ardında iz bırakmış yazar ya da sanatçılar araştırma alanımın içinde yer alıyor. Diğer yanda bekleyen havaalanından nasıl şehre giderim, otobüs mü tren mi gibi basit sorunları ruhumun meyline teslim ediyorum. Ruhumun meyil eden tarafı ise her zaman trenden yana oluyor.

Böyle oluyor da ne oluyor peki? Papaz her zaman aynı pilavı yemiyor. İşte Marsilya'da da başıma gelenlerin hepsi, bu bulamadığım papazın yüzünden geliyor.

Marsilya Havaalanına indiğimizde de terslikler öne bavulların gecikmesiyle başlıyor. Şükür ki, şimdiye kadar hiç valiz kaybı yaşamadık ama bavul beklerken havaalanında helalinden bir saat kaybediyoruz. Daha havaalanından ayrılmadan acıkan Kuzey'i doyurmak için çıkışta Burger King'de atıştırıyoruz. (Utançla itiraf ediyorum!)

Çıkışta şehre gitmek için otobüs bileti alan ahaliyi takip etmeyip, her zamanki gibi trene yöneliyorum ve biletlerimizi alıyorum. Tren bileti otobüsten daha ucuz! Bilmediğim tek ayrıntı trene binebilmek için, tren istasyonu ile havaalanı arasında ring seferi yapan otobüsü yakalamak!

Lanet otobüsü bir saat bekliyoruz ve yanlışlıkla başka otobüse biniyoruz. Bindiğimiz yanlış otobüsün içinde, burnumun dibine kadar tıka basa bavullarla beraber gide gide havaalanının otoparkına gidince gülme krizine tutuluyorum. Kendimi öldürmek istemem biz havaalanı otoparkına doğru yolculuk yaparken, asıl otobüsü kaçırmış olmamızı anladığım dakikalara denk geliyor. Bu hissin aniden gelip yerleşmesini, etrafımda geçen karga ve kılavuz muhabbetleri de tetiklemiş olabilir. Bir saatlik fazladan bir zaman kaybının ardından tren istasyonuna gittiğimizde, tren istasyonunun terkedilmiş olduğunu görüyoruz.

Şimdi Marsilya'ya gidecek olan arkadaşlarıma altın değerinde tavsiye: Trene binmeyin arkadaşlar! Trenle olan sevdanızı uzun, güzel yollara saklayın. Havaalanından çıktıktan sonra uzun kuyruğun arkasına takılıp, biletinizi alın ve sizi Marsilya'ya götürecek otobüse atın kendinizi!!!

Trene binmek tek koşul altında anlamlı: Havaalanından Aix en Provence tarafına gidecekseniz.

Tatil ruhu güzel. İnsanı hep sakin kılıyor. Bizim ailemizde böyle küçük aksiliklere sinirlenecek tek kişi benim ama başımıza gelen durumdan ben sorumlu olduğum için sesimi çıkartmıyorum.

Marsilya'da tren istasyonunda trenden indiğimizde artık mutluyum. Üç kişilik ailemizin kıyafetlerini de tek bavula sığdırdığımız için, Kuzey'le ben elimizi kolumuzu sallayarak yürürken bavulu çekme görevini Selçuk'a bırakıyorum. Canım isterse oğlana bile bırakırım, kızdırmasın beni.

İstasyondan denize doğru  bir yol tutturuyoruz. Otelimiz aşağıda. Ara sokaklardan ilerlerken kendimi daha önceden tanıdığımı düşündüğüm sokak aralarında buluyorum. Bildik küçük kahvehaneler ve masalarda miskin miskin oturan erkek yoğunluklu bir nüfus. Cezayir ya da Fas'a gitsem bundan farklı bir şeyle karşılaşmazdım diye düşünüyorum. Ama şehre daha yeni geldik, hemen bir hükümde bulunmamak gerek.
Yıllar önce eşiyle beraber gezmeyi çok seven bir abimizin Marsilya'ya gelip, aynı günün akşamında bulduğu ilk uçakla Paris'e dönüşü geliyor aklıma. Geldiği gibi hemen kafamdan kovalıyorum bu düşünceyi. Yok artık, haklı falan olamaz!

Marsilya ile ilgili ilk izlenimin bu düşüncelerden ibaret. Ne yazık ki kaldığımız iki günün sonunda da şehirle ilgili düşüncelerim değişmiyor.

Tam Yazlık Havasında Bir Şehir Marsilya

Marsilya hem Paris'ten sonra gelen en büyük şehir, hem de Akdeniz'e kıyısı olan en  büyük şehir. Yine de benim gönlümde hiç güzel izler bırakmıyor. Geniş bulvarlar üstüne, Paris'ten tanıdık olduğum Hausmann tarzı binalar döşenmiş olmasına rağmen, ana cadde üzerindeki binalar bakımsız, pencereleri kirden, isten ve terkedilmiş olmaktan hüzünlü... Heybetli çınar ağaçlarının altında göçmen halkın açtığı tezgahlar var. Yerlere açılmış naylon tezgahların üstünde çeşit çeşit takılar, sahtenin acıklı duruşunu üstlerinde taşıyan ünlü markalı çantalar, hasırdan şapkalar...

Tezgahlardaki kadınlar daha çok Afrika ülkelerinden göç etmişler, başlarında hafifçe doladıkları renkli örtüler, üstlerinde etnik desenlerle cıvıl cıvıl elbiseler ve ayaklarında sandaletler var. Bir de çoktan kaybettikleri umudun derin çizgileri.

Temmuz'un başları ve hava çok sıcak. Muhtemelen biz buradan ayrıldıktan sonra şehri daha da sıcak günler etkisi altına alacak. Sıcağın verdiği yorgunluk sokakta gördüğüm herkesin yüzüne yansımış. Tam yazlık havasında bir şehir Marsilya: Bir kot, bir atlet, bir de parmak arası terlikler.

Rastgele girdiğimiz bir sokak arasında duvarlardaki yön gösteren resimlere bayılıyoruz.


Liman çok canlı. Sayısını tahmin edemediğim binlerce tekne yan yana dizilmişler. Alabildiğince uzanan sahil boyunca restoranlar, bistrolar... Beni sık aralıklarla Paris yollarına düşüren bohem kafelerden hiçbirini bulamıyorum bu şehirde.

Nerede benim kafelerim? Fransa'nın en büyük 2. şehrinde aradığım Fransız ruhunu bulamıyorum.

Marsilya benim için kocaman puntolarla yazılmış bir ''göçmen kenti'' kimliği kazanıyor. Belki de bundan olsa gerek şehir bana denizine, tuzuna ve güneşine rağmen umudunu kaybetmiş gibi geliyor. Kahve keyfini unutan bir şehirden tüm beklentilerimi kaybediyorum birden...

MARSİLYA'DA BİR KÖŞE BAŞI: Au Vieux Clocher

Kimi güzel anlar vardır; ister bir yere not edin, ister etmeyin siz yaşadığınız sürece var olmaya devam ederler. Marsilya'da aradığımı bulamasam da, gölgesi büyük bir ağacın hayali hiç çıkmıyor aklımdan.

Üstelik defterimin köşelerinden birine, gölgesi paylaştığım güne dair birkaç satır düşmüşüm: Yeryüzünün hangi köşesi olursa olsun, sevdiklerin yanındaysa mutluluğu hep yanında taşıyorsun demektir.

Marsilya şimdi benim aklımda kırmızı plastik sandalyelerin iki geniş binanın köşesini tuttuğu yerden ibaret! Tıklım tıklım bir köşe burası. İki sevimli bistro yan yana kurulmuşlar. Bir tanesi ağzımın suyunu daha fazla akıtıyor ya, herkesin istediği olsun diyorum. Ben ne olsa yerim zaten!

Kırmızı plastik sandalyeli bistro-kafe karışımı yere oturuyoruz.

Binalar o kadar eski ki, sinemaseverleri İtalya ya da Fransa'nın köylerine kadar götüren film karelerini hatırlatıyor bana. Yıllara meydan okuyan binanın ahşap kapısından içeri girip, bilmediğim hayatlara konuk olma hissi uyandırıyor. Öyle birden bire, hiç beklenmedik bir anda kapının tokmağını vurmak ve içeri buyur edilmeyi ummak... Böyle çok film izledim, çok kitap okuduğum ben.

Buralara da bir film, birkaç kitap, sayılarını unuttuğum onca hayal sürüklemedi mi beni?

Garson kızların hiçbiri İngilizce bilmiyor; gülümseyerek sipariş alıyorlar. Fransa sınırları için zor bir şey aslında gülümseyen garson bulmak... Belki de bize burayı sevdiren ağacın gölgesinden çok, yüzlere yerleşmiş gülümsemeler. Sonra yemeklerimiz geldiğinde Marsilya'da bulunabilecek en iyi pizzacıyı bulduğumuzu düşünüp, kendimizi kutluyoruz.

Onca yorgunluğun ve sıcağın üstüne, adamakıllı acıkmış olarak bu basit sandalyelere oturunca saatlerden yürüdüğümüzün farkına varıyoruz. Hava nasıl da sıcak!

Plastikten oldum olası haz etmem. Nerdeyse sırf bu sebepten bu keyifli mekanı ve kalbimde Marsilya ile ilgili yer etmiş en güzel anıyı kaçıracağımı fark ediyorum.

Bence Marsilya'da muhteşem pizzalar ve salatalar yapan bu küçük restaurantı kesinlikle atlamamak lazım. 

Burası Marsilya'da mutlaka gidilmesi gereken restaurantlar içinden bence başı çekiyor! 

Adres: 12 places des augustines, 13002 Marseille, Fransa

Nerde kalmıştık? Hımm, sevdiklerimiz ve sevmediklerimizle Marsilya, değil mi?

Yol ve yolculuk bambaşka bir olgudur, bunu hepimiz biliyoruz zaten! Ve en önemlisi kendi yol tecrübelerimizi kendimizin yaratmasıdır.

Yolculuğu farklı kılan ne çok şey vardır: Sevdiklerinle yolda olmak en güzelidir, dilediğin yerde dilediğin kadar kalmak ve yol halini aceleye getirmemek.

Yol halini aceleye getirmemek! Sırf bu sebepten başkalarıyla yolculuk etmeyi sevmiyorum ben. Tecrübelerimle sabitledim ki, kalabalıkların içinde bunalıyorum ben. Bir şehri ilk kez tanımanın heyecanının yanında, kimi şehirlerin sık sık uğranan tanıdık rahatlığı benim ruhuma iyi geliyor. Kendimi evimde hissetmekten çok, böyle şehirlerde (Sizler için tahmin etmesi zor olmayacaktır herhalde bu şehrin neresi olduğu!) şehrin sakini gibi hissetmek derdime derman oluyor. Ne dertmiş ama değil mi, beni bu kadar gezme sevdalısı yapan?

Geri dönüp soyuma sopuma dikkatlice bakacağım bir ara... Evinden çıkmayı hiç sevmeyen bir ananın böyle gezme tozma sevdalısı bir kızı olsun, şaşılacak şey!

Marsilya'dan Akılda Kalanlar

Yine bir dolu lakırdı ettim kendimi tutamayarak.

Marsilya'yı kendime çok yakın bulmadım nihayetinde. Bundan sonra bu şehir benim için Aix en Provence'a giden bir durak olabilir ancak.

Marsilya'dan geriye aklımda ne kalacak şimdiden biliyorum.

 

-Hakkını yemeyi kesinlikle hak etmeyen devasa limanı ve tekneleri

-Marsilya'yı Monte Cristo Kontu ile romanının baş köşesine oturtan Alexandre Dumas


-Nefis yemekleri ile Au Vieux Clocher

-Tepesinde kocaman bir varak Meryem Ana heykeli taşıyan, denizcilerin koruyucu kilisesi Notre-Dame de la Garde

-Hiç sevmediğim ve denizden babam çıksa yerim diyen benim için bile işkenceye dönüşen meşhur balık çorbası Bouillabaisse

-Göçmen yalnızlığı taşıyan yüzler

 

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı