Filipinler Gezi Günlüğü: Manila

01 Nisan 2013 ve günlerden Pazartesi günü 13.30’da İstanbul’dan Singapur Airlines ile çıktığım Filipinler uçuşunda Singapur aktarmalı olarak Manila’ya 02 Nisan 2013 günü 13.302da varıyorum. Yani 24 saatlik zaman dilimi kadar bir zaman ve 5 saatlik  saat farkını da farkını da göz önüne alırsak yaklaşık 19 saattir havadayım. Hani şu jet lag dedikleri olay var ya daha başıma gelmedi henüz ya da geldi de ben bunun mu jet lag olduğunu hissedemedim acaba diye de düşünüyorum. Manila ve Manila Havaalanı… Bir yere geldiniz ve ilk önce o şehrin havaalanı ile karşılaşıyorsunuz elbette, ben tecrübeme dayanarak söylüyorum eğer ilk görüşte o havaalanı hakkındaki fikriniz ve oranın görüntüsü ne ise şehir de aynen onu yansıtıyor demektir. Bu bir tecrübedir, yani gidin Singapur ya da Dubai Havaalanı’na düzen, disiplin ve temizlik ne ise ülke ve şehir de öyle… Yani şimdi önüme çıkan manzaraya göre Manila Havaalanı’ndaki karışıklık ve karmaşa şehir hakkındaki her şeyi söylüyordu bana.

Bunları bilmiyor muydum? Elbette biliyordum. Gelmeden önce iyice araştırmış ve bilgi hazinemi de doldurmuştum elbette ama bir de sizinle paylaşayım, bir bilgi de ben veriyim istedim. Manila Havaalanı’ndan çıkınca şehrin içine bir otobüs veya minibüs bulmak çok zor ve ben bulamadım. Başladım bir taksi ile pazarlığa 700 Peso’dan açılan kapı 300 Peso ile son buldu ve Ermita bölgesinde bulunan Tune Ermita Hotel’ime yerleştim. Burayı seçtim çünkü şehrin tarihi İntramurosbölgesi ve ünlüRizal Park buradaydı. Harita üzerinden baktığımda ise fotoğraflarını çekebileceğim Manila Bay’e yani limana çok yakındı. Dersimi iyice çalışmıştım ve ilk gün bu bölgelere kısa bir tur attıktan sonra her şeyi yarına bıraktım ve artık dinlenme zamanımda gelmişti.

03 Nisan sabahı uykumu iyice almış bir vaziyette artık şehri keşfetmeye hazırım. Sadece lazım olan fotoğraf ekipmanlarım var sırt çantamda  ve olmazsa olmaz tripodum da yanımda. Otelimin önünden jeepney dedikleri; II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan ordusunun geride bıraktığı eski jeeplerin dolmuş haline getirilmiş, renkli ve artık bir Filipinler kültürü haline gelen araçlarına binerek İntramuros bölgesine gidiyorum.

Biraz uzun anlattım ama bir daha okuyan ve yavaş yavaş okuyan daha iyi anlar. Ben iki defa okudum yazdığımı daha iyi anladım. İntramuros denilen tarihi yere geldim ama fazla da ilgimi çekti diyemem. İşte savaştan zarar görmüş katedraller,kiliseler, topçu birliklerinin tabyaları ve surlar ile çevrilmiş bir eski şehir. Baktım olmuyor yürü yürü bir şey yok artık, bir atlı araba ile şehri dolaştım ve yarım saatte bölgeyi de bitirmiş oldum. Bu arada sıcaklık inanılmayacak kadar insanı yoruyor. Buranın hemen çıkışında Rizal Park var ki tüm Manilalıların ve buraya gelen turistlerin uğrak noktası, kalabalıktan adım atılmıyor. İlginç bir şey var mı diye sorarsanız; ben bir şey göremedim diyebilirim. Tabii herkesin bakış açısı ve aldığı haz farklı farklı. Parka bakarsanız zaten her yer gölgede uyuyan insanlar dolu. O kadar çok küçük çocuk var ki ortalıkta; ayakkabısız, yırtık pırtık elbiseler ve gözlerimin içine bakan masum bakışlar… Sadece onları izliyorum ve yarınki rotamın neresi olacağı konusunda planlarımı burada daha çok kesinleştiriyorum. Bir süre dinlendikten sonra otele dönme zamanım geldi ve günbatımını Manila Bay’den izlemek ve fotoğraflarım için geri sayımda başlamıştı. Günbatımına doğru Manila Bay’deyim ve bu eşsiz saatler benim fotoğraflarım ve portföyüm için kaçırılmaması gereken bir zaman dilimi. Filipinler işte şimdi benim için özel olmaya başladı çünkü Manila Limanı’ndan eşsiz gece ve günbatımı fotoğraflarımı çekme imkânı yakaladım. Yarın artık Banaue’ye yani dünyanın 8. harikası kabul edilen pirinç teraslarının olduğu bölgeye gitmeye karar veriyorum.

04 Nisan sabahı Manila’nın Sampaloc bölgesine bir taksi ile yol aldım. Bu bölgeyi kimse bilmiyordu neredeyse. Sağlıklı bir bilgi alamamıştım kimseden ama Türkiye’den aldığım bilgilerle ilerliyordum yoluma. Sampaloc bölgesine geldiğimde Banaue’ye gidecek olan otobüsleri bulmak neredeyse tam bir karışıklıktı. Sadece bir tane firma gidiyordu bu şehre ve en sonunda buldum. Ohayami adındaki firma, Banaue’ye giden tek otobüs firması. Ama otobüs akşam 21.00’de hareket edecekti. Biletimi 450 Peso karşılığında yani 22,50 TL karşılığında satın aldım ve burada bulunan bir alışveriş merkezinde vakit geçirmek üzere bir jeepneyle yola çıktım. Alışveriş merkezi çok büyük değildi ama en azından içerisinde free wifi vardı. İnternetin sayesinde bazı araştırmalarımı yapıp notlarımı alabildim ve kendime 1-2 şort-tişört bir şeyler satın aldım. Akşam saatlerinde otobüs hareket saatine doğru gittiğim otobüs firmasının önü neredeyse sırt çantalıların toplantı merkezi gibi olmuştu. Herkes birbirini merak ediyor ve arkadaşlıklar kuruluyordu. Önümüzde 9 saatlik bir yol, kötü bir otobüs ve sırt çantalarımızdan başka kimsemiz yoktu. İsrailli bir arkadaş ve iki Fransız ile birlikte 4 kişi olduk Banaue’ye kadar. Zorlu, virajlı bir gece yolculuğundan sonra sabah 6.00 gibi vardık Banaue’ye. Çok farklı bir yerdi. Banaue çok eski bir yer, her şey çok farklı. Giyim ve yaşamları ile kültür deyince “işte burası” diyebileceğiniz bir dünya harikası burası.

Yerli halk ise çok cana yakın ve yardımsever. Bir yerde kahvaltı yaptıktan sonra hep beraber, ben gruptan ayrılarak pirinç tarlalarının olduğu alana yürüyerek gitmeye karar verdim ve müthiş fotoğraflar çektim. Asıl fotoğrafı çekilmesi gereken yer; Batad adındaki bir köyde olan Batad Pirinç Terasları idi. Sanırım diğer arkadaşlar buraya gitmişlerdi ve herkesin uğrak yeri burasıydı. Fotoğraf çekimlerim bittiğinde bir sepetli motosiklet kiralayarak bende oraya gittim.

Banaue ile Batad arası 19 km idi. Motosikletin sepetinde belirli bir noktaya kadar komik ve sevimli bir yolculuk, ardından jeepneylerin tepelerinde köyün başına kadar başka bir yolculuk ve daha sonra 2 km’lik bir yürüyüşle geliyorsunuz Batad Pirinç Terasları’na. Allah’ım hiç bu kadar çok araç değiştirip ve ardından bu kadar yürüyüp böyle bir yere gelmemiştim. Artık yorgunluk son haddindeydi. Bacaklarımı hissetmiyordum. Ama gördüğüm manzara bütün yorgunluğumu unutturdu ve bu kadar yol, bu kadar trekking, bu kadar zorlu şartlar ve sonunda hepsine de değdi. Geldiğim en güzel ve en harika manzaralı yerdi.

Burada bu gece kalacağımı düşünmek muhteşemdi. Herkes, yol arkadaşlarım, sırt çantalılar buradaydı. Geceyi geçirebileceğimiz Hillside Inn adlı bir otel vardı ve teraslara hâkim bir konumda bulunan bu yerde geceliğimiz 200 Peso idi. Yani yaklaşık 10 TL. Bütün gün sohbetler yaptık bu özgür doğa üzerinde. Akşam sohbetleri yine çok güzeldi ve bu yorgunlukla erkenden çekildik odalarımıza. Sabahın 5.00’inde horoz sesleri ve kuş sesleri arasında uyandım. Bu duyguları anlatmak ve tarif etmek neredeyse imkânsız. Gayet dinç bir şekilde bu defa Tappia Şelaleleri’nin olduğu bölgeye doğru başladım trekking yolculuğuma… Köyün içine girip terasların içinden geçiyorsunuz yeşillikler arasında ve ardından küçük bir dağı aşıp şelalelerin coşku dolu sesini takip ederek kolaylıkla bulabiliyorsunuz yolu... Köyün içerisindeki yaşamı izlemek ve oradaki köylülerle sohbet etmek muhteşem bir tecrübe. 

Şelaleye vardığınızda ise gördüğünüz gökkuşağı ve şelalenin muhteşem manzarası adeta beni kendine çekiyor. Henüz kimse gelmemişken kendimi buz gibi suların içine atıyorum. Buraya kadar gelip de bunu yapamazsam içimde kalırdı mutlaka. Artık geri dönüş vakti gelmişti ve zorlu bir yolculuk beni bekliyordu. Şelaleyi de katacak olursak 4 km’lik bir yürüyüş mesafesi ve ardından bir jeepney bulabilirsem Banaue’ye dönüşü vardı daha bu güzelliklerin. Sıcakta zorlu bir yürüyüşün ardından tepe noktaya ardından da yeni gelen turist kafilesini getirip geri almaya gelecek olan boş bir jeepney ile Banaue’ye dönüyorum. Banaue de eski gelenekleri devam ettiren tam bir kültür kasabası. Buradaki otobüsümün kalkış saati 19.00 ve harika bir kasabayı, çok özel bir dünyayı ardımda bırakarak Manila’ya geri dönüş yolculuğu başlıyor.

Sabahın erken saatlerinde otobüs Manila’nın Sampaloc bölgesine geliyor. Taksiciler de otobüsün önünde ekmek paraları için müşterilerini kovalıyor. Yolculukta birlikte olduğumuz bir Alman gezgin çiftle konuşup, bir taksi ile anlaşarak havaalanına birlikte gidiyoruz ve bu bizim için daha ekonomik oluyor. Daha sonra her zaman yaşandığı gibi yine aynı senaryo ve her gezgin kendi yoluna… Artık yollarımız ayrılıyor ve herkes kendi uçağına ilerliyor. Onlar Palawan Adası’na  gitmek üzere Philippines Airlines’a, ben ise Boracay Adası’na gitmek üzere Cebu Airlines’a gidiyorum. 

Bu arada Manila’da 4 adet havaalanı mevcut ve havaalanları arasında ücretsiz olarak kullanabileceğiniz shuttle otobüsler var. Bugün maddi olarak şanslı günüm olmalı ki BoracayAdası’na gitmek için verilen uçak bileti fiyatı, umduğumun çok çok altında. Manila’dan yaklaşık 55 dakikalık bir uçuşla ilk önce Caticlan Yarımadası’ndaki Caticlan Havaalanı’na varıyorsunuz. Havaalanı çıkışında motosikletli taksiler sizi bekliyor ve 5 dakikalık sürüş mesafesindeki adaya giden vapur iskelesine geliyorsunuz. Artık karşınızda sanki iki kulaç atsanız ulaşacakmışsınız gibi hemen karşımızda gözüken Boracay Adası’na geçiyorsunuz. Boracay Adası küçük ama her şeyi içinde barındıran ve 1 dakikanızı bile boşa harcayamayacağınız kadar bol aktiviteli, aynı zamanda sıcak insanları içinde barındıran harika bir Uzakdoğu adası.  

Adaya geldiğim andan itibaren sırtımdaki gezgin kimliğim gitti ve yerini kendini sayısız aktivitelere bırakan, adanın mavi-yeşil sularına dalış yapan ve akşamları o harika günbatımı ve gece görüntülerinde fotoğraflarını çekmeye yönelen bir fotoğrafçı aldı. Filipinlerin en güzel adalarında olmak ve burada çok güzel fotoğraf kareleri yakalamak da ayrı bir rüyaydı benim için...  

www.gezenkelebek.com

UFUK AKKUŞ

Yazar Hakkında

UFUK AKKUŞ

Gezgin, Fotoğrafçı 1977 Karabük doğumlu, Safranbolu da yaşıyor.. Mesleğini çok seven bir sigortacı. Hayallerinin peşinden düştü yollara. Farklı kültürleri tanımayı çok seviyor.