Güzel İnsanların Güzel Ülkesi: Saraybosna, Mostar, Travnik

Mayıs ayında sevgili kardeşim Zübeyir ile birlikte karar verdiğimiz Bosna Hersek gezimizi duyan sevgili Mesut ve sevgili Levent de bize katılmak istedi. Zübeyir ve ben biletlerimizi önceden almıştık. Diğer iki dostumuz da ellerini çabuk tutup kendi biletlerini aldılar. Gezinin tamamını naçizane bendeniz planladım. Kalınacak yerler, ziyaret edilecek şehirler, rezervasyonlar ve teyitleri çok şükür sorunsuz bir şekilde hallettikten sonra yapılacak tek şey beklemekti.

Tabii zaman çok hızlı geçiyor. Gezi tarihi gelip çattı. Yola çıkmadan birkaç gün önce kalacağımız yerleri son bir kez daha arayıp rezervasyonları teyit ettim. Yolculuktan bir gün önce sevgili Levent arayıp, eşinin rahatsızlandığı ve ne yazık ki geziye iştirak edemeyeceğini söyledi. Bu geziyle ilgili tek can sıkıcı şey bu oldu. Sağlık olsun, inşallah başka zamana. Kıymetli eşine tekrar geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. 
Zübeyir 11 Ekim günü sabah 05.30’da Ankara AŞTİ’de oldu. Ben de arabamla AŞTİ’ye yakın olan işyerime gittim. Arabayı şirketin otoparkına bırakıp taksiyle AŞTİ’ye geçtim. AŞTİ’ye vardığımda Zübeyir beni bekliyordu. Servise binip Esenboğa Havaalanı’na ulaştık. Uçağımızın 08.10’te kalkması gerekiyordu hesapta ama 50 dakika rötarla saat 09.00’da Esenboğa’dan kalktık. Aksi gibi Bosna Hersek uçağı Sabiha Gökçen’den saat 10.15’te kalkacaktı. Yani uçağı kaçırma ihtimalimiz vardı.
 
Uçak Sabiha Gökçen’e iner inmez apar topar çıktık, Pegasus’un bir görevlisi Saraybosna yolcularını alıp pasaport kontrolüne götürdü ama inanılmaz bir sıra vardı önümüzde. Bu şekilde uçağa yetişmemiz imkânsızdı. Görevli, engelli pasaport kontrolü gişesindeki polise rica edip bizi oradan içeri soktu. Bu arada Mesut mesaj atıp, 23 yolcunun gelmediğini ve uçağın 25 dakika rötar yapacağını söyleyince içimiz biraz olsun rahatladı. Pasaport kontrolünden çıkıp koşarak kapıya gittik. Mesut bizi kapıda bekliyordu. Kendimizi apar topar uçağa atıp rahat bir nefes aldık. Aslında iyi yönünden bakmak gerekirse, havaalanında 1 saatten fazla süre beklemek zorunda kalmamıştık.

1. GÜN: SARAYBOSNA

Uluslararası Saraybosna Havaalanı’na inip pasaport kontrolünden geçtikten sonra döviz bürosunda para bozdurup, rezervasyon yaptırdığımız kiralık aracı almaya gittik. Ofiste bizi annesi Boşnak, babası Türk olan Bensu adında bir kız karşıladı. Babası Mersinliymiş. Türkiye’de doğmuş ve 7 yaşına kadar İstanbul’da yaşamış. Daha sonra annesiyle babası boşanınca, annesiyle birlikte Saraybosna’ya taşınmışlar. Bensu’nun Türkçesi çok iyi olmamasına rağmen çok kolay anlaştık. Küçük bir problem nedeniyle aracı ancak bir saat sonra teslim alabildik. Tabii bir de hesapta olmayan bir masraf çıkardılar başımıza; aracın kaskosunu bizim ödememiz gerekiyormuş. Olsun, keyfimiz kaçmasın diye ödedik. Kalacağımız yerdeki kişiyi arayıp, Saraybosna’ya geldiğimizi ve hostelin yerini tarif etmesini istedim. Adamcağız tarif etti ama haliyle hiçbir şey anlamadım. Kendisine Başçarşı’daki çeşmenin oraya gideceğimizi, gidince arayacağımızı söyledim ve bu şekilde anlaştık. Anlaştık anlaşmasına da, Başçarşı’nın nerede olduğuna dair hiçbir fikrimiz yoktu. Saraybosna’nın en bilinen yeri olduğu için kolay buluruz diye düşündük. Nitekim yolumuzu kaybede kaybede Başçarşı’ya vardık. Çeşmenin yanına varınca arkadaşı aradım, 5 dakika sonra gelip bizi aldı.
 
Kaldığımız hostel bir evin alt katında, içinde 5 adet ranzanın bulunduğu sevimli bir yer. Burayı İndira abla işletiyor. Bizi almaya gelen kişi de oğlu Emir’di. Emir, Almanya’da bir bankada çalışıyor. Çok sıcak, canayakın insanlar. Emir bizi hostele götürürken nereleri gezmemiz gerektiğini söyledi. Emir’in söylediklerini not edip hostele yerleştik ve şehir turuna çıktık. Saraybosna’nın acemisi olduğumuz için fiyatlar hakkında bilgimiz yoktu. Bu bilgisizliğin bedelini üç kişilik yemeğe 70 KM bayılarak ödedik. Nasip artık : ) Bu da bize ders oldu.
 
Yemekten sonra Başçarşı’yı gezdik. Anadolu’da karşılaştığımız eski çarşılardan hiçbir farkı yok. Kesinlikle yabancılık çekmedik. Her yer o kadar alışıldık ki... Başçarşı’yı gezdikten sonra Aliya İzetbegovic’in mezarını ziyaret edelim dedik. Mezarlığa vardığımızda bir Türk grupla karılaştık. Rehber eşliğinde mezarlığı geziyorlardı. Biraz onlarla takılıp, rehberin anlattıklarını dinledik.
 
Aliya’nın mezarını ziyaret ettikten sonra Sarı Tabya’ya çıkıp Saraybosna’yı tepeden izledik. Burada çay ocağı-kafe karışımı bir işletme var. Küçük, yuvarlak bir meydanın kenarlarına masalar yerleştirmişler. Manzarası muhteşem; bütün Saraybosna ayaklarınızın altında. Zübeyir ve Mesut’la burada bir saate yakın oturup çay-kahve içtik, sohbet ettik, fotoğraf çektik. Bir ara oturduğumuz masanın yanına bir adam gelip manzarayı fotoğraflamaya başladı. Konuşmalarımızdan Türk olduğumuzu anlamış olsa gerek, “merhaba” dedi. Biz de selamına karşılık verdik. Şöyle bir diyalog yaşandı:
 
Adam: Merhaba.
Ben: Merhaba abi. Siz de mi gezmeye geldiniz?
Adam: Yok ben çalışıyorum. Üç aydır buradayım.
Ben: Ne iş yapıyorsunuz?
Adam: Saraybosna büyükelçisiyim.
 
Meğer Saraybosna Büyükelçimiz Cihad Erginay’mış kendisi. Tabii hoşumuza gitti bu tesadüf. Birlikte fotoğraf çektirme isteğimizi geri çevirmedi sağ olsun.Fotoğrafımızı çekmesi için telefonumu büyükelçinin yakındaki kişiye verdim. O kişi de Şanlıurfa Milletvekilimiz Abdulkadir Emin Önen’miş. Milletvekilimiz, Bosna Hersek’te yapılan seçimlerde AGİT gözlemcisi olarak bulunmak üzere gelmiş ve büyükelçimiz ile görüşmüş. Biz de orada tesadüf ettik. Hep birlikte birkaç fotoğraf çektirdik ve biraz sohbet edip vedalaştık.

Sarı Tabya’dan inerken Konya Selçuklu Belediyesi’nin finanse ettiği ve Aralık 2013’te TİKA tarafından yaptırılan Saraybosna Mevlevihanesi’ni ziyaret edip Başçarşı’ya geri döndük. Bu arada akşamı etmiştik. Bir börekçide yemeğimizi yiyip Saraybosna’yı turlamaya başladık. Pek çok binada savaştan kalma mermi delikleri hala duruyor. Bence bu mermi delikleri asla tamir edilmemeli. Boşnaklara yaşatılan bu acı asla unutturulmamalı.
 
Başçarşı’nın içinden geçip, ilerideki kilisenin karşısındaki sokakta bulunan kafelerden birine oturup birşeyler içtik. Daha sonra Eternal Flame anıtını ziyaret ettik. Burası II. Dünya Savaşı’nda ölenlerin anısına yapılmış bir anıt. Mareşal Tito ve Ferhadiye caddelerinin kesiştiği yerde bulunan anıt Saraybosna’nın dört yıl süren Nazi ve Hırvat işgalinden kurtulmasından sonra 1946’da açılmış ve yanan ateş bugüne kadar hiç sönmemiş. Hava epey soğuduğu ve üşüdüğümüz için, Saraybosna caddelerinde biraz daha turlayıp hostele geri döndük.
 

2. GÜN: MOSTAR

Sabah 08.30 civarında kalkıp Başçarşı’da böreğimizi yedikten sonra meşhur Latin Köprüsü’nü görelim dedik. Bu köprü, 1914 yılında Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldüğü yer. Lise tarih dersinden hatırlarsınız, I. Dünya Savaşı’nın nedeninin bu suikast olduğu söylenir.
 
Latin Köprüsü’nde birkaç  fotoğraf çektikten sonra Mostar’a doğru yola çıktık. Bu, Bosna Hersek içindeki ilk şehirlerarası yolculuğumuz olacaktı. Türkiye’den kalma bir alışkanlık olsa gerek, gözlerimiz sürekli otoban aradı ama Bosna Hersek’te şehirlerarası yollar hep iki şeritli ancak son derece düzgün ve tertemiz.

Ülke baştanbaşa bir doğa harikası. Sürekli yemyeşil dağların, tepelerin içinden gittik. Her yerde ırmaklar, çaylar, dereler var. Yol üzerinde bir tesiste çay molası verdik. Yan masamızda küçük bir Amerikalı turist grubu vardı. Amerika’da faaliyet gösteren bir Türk turizm şirketiyle birlikte Avrupa turuna çıkmışlar, rehberleri de Türk. Onlarla ayaküstü biraz sohbet edip yola devam ettik.
 
Herhangi bir sorunla karşılaşmadan Mostar’a vardık çok şükür. Mostar’a girince kalacağımız yerin sahibini aradım hosteli tarif etmesi için ancak telefonu açmadı. Zübeyir’in telefonundaki navigasyona hostelin adresini yazdık ve hostelin bulunduğu sokağa ulaştık. Aracımızı bir otoparka çekip sora sora hosteli bulduk. Hostelin sahibi telefonunu şarja takmış ve içeride boya yapıyormuş, o yüzden duymamış.
 
Pasaportlarımızı verip girişimizi yaparken 60 yaşlarında, kısa boylu bir adam geldi yanımıza. Tek başına Bosna Hersek gezisine çıkmış, Celal adında bir adam. İngilizce bilmediği için tek kişilik oda istediğini anlatamamış hostelin sahibine. Yardım ettik kendisine tabii. Celal abinin niyeti Mostar’da gezilecek yerleri gezip, ertesi gün Saraybosna’ya geri dönmekmiş (otobüs biletini bile almış). Biz Mostar’da ziyaret edilecek yerleri önceden gezi planına dâhil etmiştik ve bunları da Celal abiye anlatmış bulunduk. Adam “ya ben oralara nasıl gidileceğini bilmiyorum, gideceğiniz yerlere ben de sizinle birlikte geleyim. Siz nasıl olsa Travnik’e giderken Mostar’ın yakınından geçeceksiniz, beni Mostar’da indirirsiniz, ben de Saraybosna’ya dönerim” dedi. Biz de “olur” demiş bulunduk ve ertesi sabah saat  09.00’da hostelin önünde buluşmak üzere sözleştik (Hostelde Celal abiye uygun oda olmadığı için başka bir yere götürmüşler). Bu arada, bizim kaldığımız hostel savaşta ağır tahribata uğramış ve savaştan sonra onarılmış küçük bir bina.
 
Hostele yerleştikten sonra Mostar’ı gezmeye çıktık. İnanılmaz güzellikte bir şehir. Old City bölümünün sokakları insanı büyüleyecek derecede güzel ve çekici. Ömrümün geri kalanını burada geçirebilirim. Tabii en önemlisi de, şehre adını veren Mostar Köprüsü. Bu köprü Mimar Hayreddin tarafından 1566 yılında Neretva Nehri’nin üzerine inşa edilmiş bir Osmanlı eseri. 427 yıl boyunca ayakta kalan bu güzeller güzeli köprü, önce 1992 yılında Sırpların saldırılarıyla parçalandı, 1993 yılının sonlarına doğru da Hırvat tanklarının ateşiyle tamamen yıkıldı. Dört asır boyunca birliğin ve kardeşliğin simgesi olan köprü bir yıl içinde Neretva Nehri’nin tertemiz sularına gömüldü. 1997 yılında TİKA ve Dünya Bankası’nın desteğiyle Mostar Köprüsü, aslına uygun şekilde ve ilk inşa edildiği dönemdeki teknikler kullanılarak yeniden yapılmaya başlanarak, 2004 yılında tekrar açıldı. 2005 yılında ise Dünya Mirasları Listesi’ne eklendi. Köprümüz şimdilik güvende görünüyor. Bol bol fotoğraf çekmeyi ihmal etmedik elbette.
 
Mostar Köprüsü’nün en güzel fotoğrafları Koski Mehmet Bey Camii’nin yanından çekiliyor. Hatta camiinin  yan tarafına geçip Mostar Köprüsü’nün fotoğraflarını çekmek için para vermeniz gerekiyor. Ama oradaki görevli Müslümanlardan para almıyor. Biz de bu şekilde o bölüme geçip köprümüzün birbirinden güzel fotoğraflarını çektik. Burada Elia adında Amerikalı bir fotoğrafçı gezginle tanıştık. Elia, kız arkadaşıyla birlikte dünyayı dolaşıp birbirinden muhteşem fotoğraflar çekiyormuş. Daha sonra camiye girip birkaç fotoğraf çektik. Camiinin içinde, İngiltere’de doğup büyümüş Pakistanlı bir Müslüman gençle tanıştık. O da geze geze fotoğraf çekiyormuş. Bu arkadaşla birlikte fotoğrafımızı çekmesi için telefonumu Zübeyir’e verdim. Zübeyir fotoğrafımızı çekerken arkadaş rahatsız oldu ve fotoğraf çektirmenin hoşuna gitmediğini ve mümkünse silmemi söyledi. Muhtemelen bağlı olduğu mezhep gereği böyle inanıyor. Elbette bu isteğini derhal yerine getirdim.
 
Mostar’da, Neretva Nehri’nin bir tarafında ağırlıklı olarak Boşnaklar, diğer tarafından ise Hırvatlar yaşıyor. Hırvatların yaşadığı tarafı gezerken bir kilise gördük. Hemen yanında yaklaşık 30 metre yüksekliğinde bir çan kulesi var. Savaştan önce bu kule, şimdikinin üçte biri yüksekliğindeymiş ama sırf inat olsun diye savaştan sonra kuleyi üç katına yükseltmişler. Bir de savaştan sonra Mostar’a nazır bir tepeye, yine Hırvatlar yine sırf gıcıklığına İtalyanların yapıp hediye ettiği 30 metre yüksekliğinde bir haç dikmişler. Bu arada, bahsettiğim kilisenin önünde, Slovenya’dan gelen iki Hristiyan hacı ile karşılaştık.
 
Akşam yemeği için Şerif abinin lokantasına girdik. Tam yemeğe başladığımız sırada içeri Celal abi girdi ve akşam yemeğini birlikte yedik. Yemekten sonra Mostar’ı turlamaya başladık. Köprüye doğru ilerlerken bir kafede oturan 7-8 kadar genç gördük. Türk olduğumuzu anlayıp bize selam verdiler. İçlerinden birinin üstünde Galatasaray forması vardı. GS armasını gösterip “Türkiye, Türkiye” diye bağırdı. Bizi masalarına davet ettiler. Biz de boş boş dolaşacağımıza oturup sohbet edelim dedik. GS forması giyen arkadaş çok az İngilizce biliyordu. Benim, yanına oturduğum arkadaşın İngilizcesi ise gayet iyiydi. Koyu bir sohbete daldık. Gençler, bizim “namazında niyazında” diye tabir ettiğimiz çocuklar. Türkiye’yi çok seviyorlar ve bir gün Türkiye’nin o topraklara tekrar gelmesini dört gözle bekliyorlar. Türkiye’yi bizden çok seviyorlar desem yalan söylemiş olmam.  Sohbetin bir yerinde Şerif Petkoviç’in adı geçti. Hatırlarsınız belki, Youtube’da videosu var. Hani Aliya kıtayı selamlarken, arkasından tekbir çektiren beyaz kıyafetli komutan. Ben de Şerif Petkoviç’i bildiğimi, Facebook’ta arkadaşım olduğunu, hatta Zenica’ya uğrayıp kendisini ziyaret etmeyi düşündüğümü söyledim. Bunun üzerine Haris (GS forması giyen arkadaş) telefonundan Şerif Petkoviç’i aradı. Şaka yapıyor sandım, meğer tanıyormuş. Telefonu bana verdi, Petkoviç’le birkaç dakika telefonda sohbet ettik.
 
Haris bir karting tesisi işletiyormuş. O kafede bir saat kadar sohbet ettikten sonra bize “hadi kartinge gidelim, kafemiz var, bir şeyler içeriz” dediler. Mesut yorgun ve uykusuz olduğu için hostele gidip yatmayı tercih etti. Zübeyir, ben ve Boşnak arkadaşlar bizim arabaya doluşup Haris’in karting tesisine gittik ve üst kattaki kafeye çıkıp birşeyler içtik. Birkaç saat süren koyu bir sohbetin ardından müsaade istedik. Zaten karting tesisinin kapanma saati de gelmişti. Aynı ekip tekrar arabaya binip Boşnak arkadaşları evlerine bırakmak üzere yola çıktık. İlk önce Haris’i bıraktık. Evinin önüne gelince bize içeri girmemiz için ısrar etti. Odasına girdik, odanın her yerinde GS formaları, Türk bayrakları vardı. Bize “geleceğinizi bilmiyordum, sakın önceden hazırladığımı sanmayın” dedi. Vedalaşma biraz duygusal oldu haliyle. Bizi çok sevdiler, biz de onları çok sevdik. Haris bana Srebrenica çiçeği hediye etti. Aslında ben istedim, o da beni kırmadı sağ olsun. Çok cana yakın, sıcak, samimi, temiz insanlar. Diğer arkadaşları da evlerine yakın bir yerde indirip vedalaştık ve hostele gidip yattık.


 
3. GÜN: BLAGAJ, POCITELJ, KRAVICE, TRAVNIK

Sabah 08.30’da kalkıp çantalarımızı topladık ve hostelden ayrıldık. Aşağıda Celal abi bizi bekliyormuş. Dün akşam yemek yediğimiz Şerif abinin yerine gidip börek yedik ve yola çıktık. Bu arada, Zübeyir duş alırken Mesut ile birlikte, Mostar Başkonsolosu’nu tanıyan bir arkadaşının selamını iletmek üzere hostele 50 metre mesafedeki konsolosluk binasına gittik. Konsolosluk henüz açılmamıştı. Travnik’e giderken Celal abiyi bırakmak üzere tekrar Mostar’a uğrayacağımız için, konsolosu dönüşte ziyaret ederiz dedik.
 
Neyse, kahvaltıdan sonra arabaya atlayıp Blagaj’a doğru yola çıktık. Blagaj, Mostar’a 15 km mesafede bulunan küçük bir yerleşim yeri. Blagaj’a girip aracımızı park ettik ve tekkeye doğru yürümeye başladık. Blagaj’ı önemli kılan özellik, ünlü Alperenler Tekkesi. Tekke, bölgenin 1465 yılında Osmanlı’nın eline geçmesinden sonra inşa edilmiş. Başta Bektaşi tekkesi olarak yapılan bina, sonraları Nakşibendi tekkesi olarak kullanılmaya başlanmış. Tekkenin 100 yıl önce yıkılan imarethane ve misafirhane bölümü bir Türk firması tarafından aslına uygun olarak restore edilmiş ve yine aynı firma tarafından işletme hakkı 33 yıllığına devralınmış. Tekkeye girmek için önce imarethane ve misafirhane binasının içinden geçmek gerekiyor. Girişte hediyelik eşya dükkânı var ve binanın üst katı restoran olarak işletiliyor. Tesisin işletmecisi Halil İbrahim Bey’le ayaküstü sohbet edip tesis ve tekke hakkında bilgi alıp tekkeye geçtik.
 
Tekkenin kurulduğu kayalık tepenin dibindeki bir mağaradan Neretva Nehri’ni besleyen kollardan biri olan Buna Nehri doğuyor. Birkaç yıl önce bir araştırma ekibi bu mağaranın haritasını çıkarmak için kaynağa dalmış ama dalgıçlardan biri çıkamamış. Bu olaydan sonra mağaraya girilmesini (daha doğrusu dalınmasını) yasaklamışlar.
 
Buna Nehri, dünyada tek bir kaynaktan çıkan en büyük nehir olma özelliğini taşıyormuş. Söylenene göre saniyede 4 milyon litre su çıkıyormuş kaynaktan. Tekkenin hemen karşısında çok güzel ve doğal dokuya kesinlikle zarar vermeyen restoranlar var. Bu restoranlardan birinin yanında kaynaktan gelen su akıyor. Garsonlardan bir bardak rica ettik ve o buz gibi akan sudan içtik. Bu arada, en başta söylemem gereken şeyi şimdi söyleyeyim; Allah, Blagaj’ı özenerek yaratmış. Burası cennetten bir köşe gibi… Güzelliğini tarif edecek kelimeler bulamıyorum. Dünya üzerinde bu kadar güzel ikinci bir yer olduğundan şüpheliyim. Mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken bir yer.
 
Neyse; Mesut, Zübeyir ve Celal abiyle birlikte tekkeye geçtik. Tekkenin girişinde, sağda, suyun içine kadar inen 6-7 basamaklı bir merdiven var. Zübeyir ile birlikte merdivenin en alt basamağına inip Buna Nehri’nin kaynağında serinledik. Su o kadar güzeldi ki, atlayıp yüzmemek için kendimi zor tuttum. Gerçi yanımda havlu ve mayo olmaması suya girmememde en önemli etkendi. Tedarikli olsaydım kesin girerdim. Burada 15-20 dakika kadar suyla haşır neşir olduktan sonra tekkeye çıktık. Çok büyük bir yer değil. Birkaç odası, tuvaleti, küçük bir hamamı ve zikir odaları var. Zübeyir ile birlikte burayı gezip tekke binasından çıktık ve aşağıdaki açık kafede çay içip tatlı yedikten sonra Blagaj’dan ayrıldık.
 
Sıradaki durağımız, Blagaj’a yaklaşık 25 km mesafedeki Pocitelj’di. Bosna Hersek’te hız sınırı Türkiye’ye göre düşük olduğu için, yarım saatlik yolculuğun ardından Pocitelj’e vardık. Neretva Nehri’nin kenarına kurulmuş olan Pocitelj’in en önemli özelliği bir kale kent olması. Burası kayaların üzerine kurulmuş köylerden oluşan bir kasaba diyebiliriz. Coğrafi konumu nedeniyle zapt edilmesi oldukça güç bir istihkâm.
 
Pocitelj’in girişinde hediyelik eşya satan ufak tefek dükkânlar ve tezgâhlar var. Bu tezgâhlardan birinin sahibi olan Münire teyzeye rastladık. Münire teyze Boşnakça’dan başka dil bilmediği için el kol hareketleriyle ve Boşnakça ile Türkçedeki ortak kelimeleri kullanarak sohbet ettik. Münire teyzenin üç oğlu varmış. 16 yaşındaki en küçük oğlunu Sırplar öldürmüş. Bana bunu anlatırken sanki oğlunun ölüm haberini yeni almış gibi dudakları titremeye başladı, gözleri doldu. Zaten o günleri yaşamış herkesin yüzünde aynı ifadeyi gördüm. Her ne kadar anlamaya çalışsak da, ateş düştüğü yeri yakar. Bu güzel insanlara yaşatılan acıyı, içselleştirecek kadar anlamamız mümkün değil.
 
Münire teyzeyle birbirimize sımsıkı sarıldık ve elini öptüm. Sonra hep birlikte Pocitelj’in en yüksek noktasına, Macar Kralı tarafından Osmanlı akınlarından korunmak için inşa edilen kaleye çıkmaya başladık. Sonraları Osmanlı, burayı ele geçirmiş ve kaleyi daha da güçlendirmiş. Kaleye giderken bir caminin yanından geçtik. Celal abi burada ikindi namazını kılarken biz de fotoğraf çektik.
 
Caminin hemen yanında Uluslararası Sanat Kolonisi bulunuyor. Burayı da bir görelim dedik. Eksik olmasın, koloninin yetkilisi olan arkadaş bize detaylı bilgiler verdi. Burası 1964 yılında kurulmuş. Yılın belli zamanlarında dünyanın pek çok ülkesinden ressam, heykeltıraş, oyuncu, sanat eleştirmeni vb. buraya gelip, belirlenen program kapsamında, yine dünyanın farklı ülkelerinden gelen katılımcılara eğitimler veriyor. Biz ziyaret ettiğimiz esnada çocuklara yönelik bir program devam ediyormuş. Bu nedenle farklı ülkelerden çocuklar gördük. Koloni, savaş sırasında ağır hasar görmüş ancak 2003 yılında onarılıp yeniden hizmete açılmış.
 
Sanat kolonisinden ayrılıp kaleye tırmanmaya devam ettik. Çok dik bir yol olduğu yorgunluktan pestilimiz çıktı. Nihayet kaleye varınca, kuleye çıkmadan önce 5-10 dakika soluklanıp fotoğraflar çektik. Manzarası tabii ki kelimelerle tarif edilemeyecek kadar güzel. Kısa bir molanın ardından, dik ve dar merdivenlerden kuleye çıktık. Burada Türkiye’de gelen 4-5 kişilik bir grupla karşılaştık. Kulede yarım saate yakın vakit geçirip Türk arkadaşlarla sohbet ettikten sonra Pocitelj’den ayrıldık.
 
Rotamızın sıradaki durağı, Pocitelj’e 20 km mesafede bulunan Kravice Şelalesi idi. Kâh tabelaları takip ede ede, kâh insanlara sora sora (bir ara kaybolduğumuzu sandık) 45 dakika kadar süren yolculuğun ardından Kravice Şelalesi’ne ulaştık. İnsanı görür görmez çarpan, dünyanın en güzel yerlerinden biri. Suyun sesi ve ortama yaydığı serinlik, insanı bambaşka yerlere götürüyor. Arabamızı park edip aşağıya, şelalenin aktığı yere doğru yürümeye başladık. Blagaj’da içimde kalan suya girme duygusu burada yeniden nüksetti. Bu sefer kararlıydım, kesin suya girip yüzecektim. Hatta bende havlu olmadığı için Zübeyir’in havlusunu yanıma aldım. Sezon bittiği için olsa gerek, aşağıda bizden başka 6-7 kişi daha vardı. Su çok berrak, tertemiz... Giysilerimi çıkarmadan atlayacaktım suya neredeyse. Zübeyir ile yaptığımız kısa süreli “girelim mi, girmeyelim mi” tartışmasından (zira mayomuz yoktu ve iç çamaşırla da girilmezdi) “girmeyelim” sonucu çıkınca bu planımızdan vazgeçtik.
 
Şelalede bir saat kadar vakit geçirip bol bol fotoğraf çektik ve o gece konaklayacağımız Travnik’e gitmek üzere yola çıktık. Bu arada, şelaleden ayrılıp arabaya doğru yürürken Celal abi “gençler benim belli bir gezi planım yok, sizin de planınızı bozmak istemem ama yanlış anlamazsanız ben de size katılayım, gittiğiniz yerlerde birlikte takılırız” dedi. Mesut ve Zübeyir’in onayıyla bu teklife olumlu yanıt verdik. Ancak bize katılması durumunda en azından benzin ücretine katkıda bulunmasının iyi olacağını söyledim, o da kabul etti.
 
Travnik’e giderken Mostar’a uğrayıp, sabah görüşemediğimiz Mostar Başkonsolosu Tolga Bermek’i ziyaret ettik ve Mesut’un tanıdığının selamını iletip birer çay içtik. Bize, kalan günlerde ziyaret edeceğimiz yerler hakkında bilgiler verdi. Ardından birlikte hatıra fotoğrafı çektirip vedalaştık. Gitmeden önce bize kartvizitini verdi ve bir sorun yaşarsak kendisini aramamızı söyledi. Tolga Bermek’in yanından ayrıldıktan sonra otogara uğrayıp Celal abinin Saraybosna’ya gitmek için aldığı otobüs biletini iade ettik ve Travnik’e doğru yola koyulduk.
 
Travnik yolculuğumuz biraz maceralı oldu. Adını şimdi hatırlamadığımız bir yerde yanlış yere sapıp yolumuzu kaybettik. Zübeyir’in telefonunu pili bittiği için GPS’imiz de yoktu. Sora sora bulacaktık artık. Uzatmayayım, fazladan 25-30 km yol kat edip 2 saat kadar zaman kaybettikten sonra akşam saatlerinde Travnik’e vardık. Travnik “vezirler şehri” olarak biliniyor. Osmanlı zamanında devlet adamları Travnik’te yetiştiriliyormuş. Bu şehirde 70’ten fazla vezir görev yapmış. Ayrıca Nobel ödüllü Hırvat yazar Ivo Andric de Travnik doğumlu. Travnik’te, çok sayıda Türk öğrencinin de öğrenim gördüğü Uluslararası Travnik Üniversitesi var.
 
Kalacağımız motel yolun kenarında olduğu için bulmak zor olmadı. Motele yerleştikten sonra akşam yemeği yemek üzere çıktık. Şehrin, adını şu an hatırlamadığım ana caddesinde kısa bir tur attıktan sonra, karnımızı doyurmak üzere gözümüze kestirdiğimiz bir köfteciye girdik. Köfteciye girince bizi mükemmel İngilizcesiyle 12 yaşındaki İman karşıladı. Çok sevimli ve inanılmaz bir özgüvene sahip İman hemen siparişlerimizi aldı ve bize masamızı gösterdi. İman’ı karşımdaki sandalyeye oturtup Travnik hakkında bir şeyler anlatmasını istedim ve bunu videoya çektim. Bıcır bıcır konuşarak bize yaşadığı kenti kısaca tanıttı. Yemeğimizi yiyip hesabı ödedikten sonra motele geçtik.
 
Ertesi sabah şehri tepeden gören Travnik Kalesi’ni ziyaret ettik. Kale, Bosna Kralı 2. Tvrtko tarafından yaptırılmış ve 1463 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından ele geçirilmiş. Ardından tamamen yenilenerek tam anlamıyla bir Osmanlı kalesi haline getirilmiş. Kale çok büyük değil, toplamda yarım saat bile harcamadan her yerini görebilirsiniz. Ama Travnik’in muhteşem manzarasını doya doya seyredeyim derseniz akşama kadar gezseniz az gelir. Kalenin girişinde, sağdaki açıklık alanda Hırvat rehber Daniel ile tanıştık. Bize kaleyi tanıttı ve gezdirdi. Tabii birlikte hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmedik.
 Bu arada, Celal abi bizden ayrılıp Saraybosna’ya dönmeye karar verdi. Kaleden ayrılıp Celal abiyi Travnik otogarına götürdük. Oradan Saraybosna biletini aldı. Kendisiyle otogarda vedalaşıp Tuzla'ya gitmek üzere yola çıktık.