Rivayetler Şehri: Mardin

O kadar çok şey söylenmiş ki onun için... Ama en yakışanı da bu olmuş...  Çünkü oralarda rivayeti olmayana bile rivayet yazılırmış...                           
             
Ben Mezopotamya! Asya’nın nazlı kızı...
           
Kışın bahara dönmeye başladığı bir akşam vakti çıkıyoruz yola. Yolumuz biraz uzun, biraz sessiz, biraz da gizemli... İzmir’den İstanbul’a, ardından Diyarbakır’a, oradan da 1 saatlik yolcuğun sonunda Mardin’e varıyoruz.

Soğuk ve ıssız gecenin karanlığında kalacağımız otele doğru ilerlerken arabanın penceresinden görmeye başladığımız şehir için “o şehir büyülüdür” sözünün neden söylendiğini anlamaya çalışıyoruz. Şehrin tek ana caddesi olan birinci caddeden girdiğimiz andan itibaren büyünün etkisindeyiz aslında... Ancak, binaların büyük bir bölümünün dayandığı yamaç üzerindeki kalenin göz alıcı duruşu karşısında bir kat daha artıyor. Bu duruş öyle ki; boynunda inci gerdanlığı, topuklarına doğru kat kat inen dantelli eteğinin kıvrımları pul ve taşlarla bezenmiş elbisesi ile raks eden prensesin başını süsleyen bir taç gibi...

Bereketin, bolluğun ve sevdaların diyarı...

Otelimize varıyoruz. “Erdoba Konakları” Asurlular döneminde “Arz Dobe” yani “Kutsal Yer” olan Mardin’in adı zamanla Erdobe’ye dönüşüyor. Konaklar da adını buradan alıyor. Biz ana cadde üzerindeki üst konakta kalıyoruz.   

Şato girişini andıran ana girişten girip merdiven ile avluya ulaşıyoruz. Görevlilerin sıcacık karşılamaları ile girer girmez içimize işleyen kahve kokusu evimizden uzakta olduğumuzu bir anda unutturuveriyor. Avlunun iki yanına yerleştirilmiş otantik sedirlere kendimizi bırakıveriyoruz. Bakır kahve ocağının görevlisi Halil, elimize birer kahve tutuştururken sohbete başlıyor. İçerken de devam ediyoruz. O işinin başına dönünce de avlunun sonundaki kapıdan terasa çıkıyoruz. Terasta ışık yok. Ama uçsuz bucaksız gökyüzünü aydınlatan sayısız yıldız o kadar yakın ki; dokunmak istercesine elimi havaya kaldırıyorum. Uzanıyorum ama olmuyor. “Kandırdık seni” der gibi yanıp sönerek uzaklaşıyorlar. Terasın ucuna doğru ilerliyorum. İçimden “ben yanılmam” desem de yine de bir an İzmir’de olduğum duygusuna kapılıyorum. Bu görüntü Kadifekale’den körfezin görüntüsüne o kadar benziyor ki; göç edenin yüreğindeki hasreti az da olsa hafifletecek kadar... Bu yüzden İzmir’e buradan gelenlerin yerleştiği yer hep aynı...   

Sevgi ve kin, öfke ve hırs, savaş ve barış bende anlamlandı...       
         

Odamıza çıkıyoruz ama ertesi günün hayalini kurmaktan uyku tutmuyor. Kısa bir uykunun ardından çöpçü eşeklerin sesleri ile uyanıyoruz. Mardin’de sokaklar çok dar olduğundan çöplerin eşekler ile toplandığını bir gece önce Halil’den öğrendiğimiz için şaşırmıyoruz. Hızlıca giyinip eskiden mahzen olan yemek salonuna iniyoruz. Sıcacık lavaşlı, tereyağlı, ballı, kaymaklı kahvaltımızın ardından yukarı çıkıp bir gece önceki teras manzarasını gün ışığında görebilmek için sabırsızlanıyorum. Bu defa neredeyse doğanın tüm renklerinin üzerinde ahenkle dans etmesine izin veren uçsuz bucaksız ovanın eşsiz güzelliği karşısında “cennet burası olmalı” diye düşünüyorum.

Ben Mezopotamya, iki nehrin arası yani...
             
Mezopotamya, iki nehir arasındaki yer anlamına geliyor. Her yıl nehirlerin taşması bölgeyi sular altında bıraksa da bereketi de beraberinde getiriyor. Sümer, Akad, Pers, Babil ve Asur gibi pek çok medeniyetin burada gelişmiş olması da bir tesadüf değil aslında. Bu yüzden “Medeniyetler Beşiği” denmiş buralara. Birçok halk ve kavim de burada kök salmış. Türk, Kürt ve Arapların, Süryani, Hristiyan, Müslüman ve Yezidilerin de bir arada yaşadıkları bir merkez olmuş. Hatta “dillerin ve dinlerin şehri” de denmiş. Belki de çan ve ezan seslerinin ahengi burayı büyülü yapan kim bilir...

Bende vücut buldu ruh, tarih benimle başladı...

Terasın kenarından aşağıya baktığımda ovaya doğru uzanan birbiri üzerine binmiş taş evlerin hemen hepsinin teras veya damında ahşap direkler üzerine kurulmuş sedire benzeyen tahtlar dikkatimi çekiyor. Biraz daha ileride Ulu Camii’nin minaresini görüyorum. Etrafındaki taklacı paçalı güvercinlerin yer ile gök arasındaki neşeli uçuşlarını izlerken Halil, yanıma gelip anlatmaya başlıyor:

“Ulu Camii buranın en eski camisi. Şehrin tam ortasında. Nereden bakarsanız bakın minaresini görürsünüz. Etrafında han ve hamamlar var. Minaresine yuvarlak daireler halinde motifler işlenmiş ve ayetler yazılmış. Aslında ilk zamanlar iki minaresi varmış ama depremde yıkılmış. Bir de hikâyesi var; burada evlerin çoğunluğu taş ve kerpiç olduğundan yılan ve akrep çokmuş. Bunlardan kurtulmak için din adamları altın bir zincirin üzerine tılsım yapıp, iki minare ile Zinciriye Medresesi arasına bağlamışlar. Bu sayede şehir yılan ve akrep dâhil her türlü kötülükten korunmuş. Depreme kadar yılan ve akrep sokmasından kurtulmuşlar ama depremde minarelerden birinin yıkılması ile zincir kırılmış ve akrep tılsımı kaybolmuş. Ama yılan tılsımı devam ettiği için o gün bu gündür buralarda yılan sokması diye bir şey duyulmamış. Aslında yılanlar her zaman bize zarar vermez. Bazen faydası da vardır. Yılanlar kraliçesi Şahmeran’ın Lokman hekime  -gövdemin suyunu kaynat, padişahın kızına içir ki iyileşsin; kafamın suyunu kaynat, iç ki Lokman hekim olasın - sözlerinde olduğu gibi…”

Halil’e teşekkür edip, terasın diğer yanından kalenin altındaki medreseye bakıyorum. Aslında zincir kırılınca iki kutsal yapı arasındaki bağ kopsa da güvercinlerin iki bina arasındaki uçuşları gözle görünmeyen bağın devam ettiğini gösteriyor.

Gezeceğimiz yerlerde bize rehberlik edecek olan Bülent’in terasın kapısında görünmesi ile içeri giriyorum. Hal hatır sormaların ardından otelin kapısında bekleyen aracımıza binip yola çıkıyoruz.

Sümer’in, Asur’un ev sahibi yani...

Matiate, mağara şehir… Bu gün ilk durağımız Midyat. Yüksek duvarlı, avlulu, yan yana sıralanmış saray benzeri evlerin arasında kalmış dar sokakları, kilise ve camileri ile görsel bir şölen alanındayız. Burada taş ustaları evleri yaparken duygularını nakış işler gibi taştaki motiflere yansıtmış. Sanki biri gelip onlara “burada en güzel ev yarışması yapacağız, herkes hünerini göstersin” demiş. Sonuçta birinci ilan edilmemiş ama olağanüstü eserler çıkmış ortaya. Kiminin kemerli kapısının girişine başak ve üzüm salkımlarının, kiminin penceresine karanfil ve lalelerin, bir diğerinin çatısına ise güvercin motiflerinin işlendiğini görüyoruz. Pencereleri ise genellikle küçük. Önlerindeki  işlemeli balkonlar da gözümüzden kaçmıyor. “Kim bilir nice aşıklar sevdiğinin yolunu bekledi bu balkonlarda?”  Evlerin en güzel örneklerinden biri, dizi çekimlerinin de yapıldığı Devlet Konuk Evi. Evin iç duvarları da dışı gibi motif ve nişlerle süslü. En çok hoşuma giden de üçüncü kattaki konik tarzda yapılmış işlemeli balkon. Taş işlemeciliğinin yanında gümüş işlemeciliği de buranın en önemli sanatı. Örneklerini görebilmek için çarşıya gidiyoruz. Süryani ustaların yaptığı telkâri takılardaki işlemeler gerçekten etkileyici. Benim için tam bir bayram oluyor çarşıda dolaşmak. Bütün dükkânlara girip çıkıyoruz. Altın ve gümüşü iğne oyası gibi işleyen ustaların atölyelerini görme şansını da yakalıyoruz. Neredeyse saç teli inceliğindeki altın ve gümüş teller ustasının elinde önce aşk ile dans ediyor, sonra da bir çiçeğe bir dönüşüp sevgiyle ustasına selam ediyor. Zamanımız daha fazla olsa bütün bir gün dolaşmak isterim ama artık dönmeliyiz.

Ben bereket tanrısı, ben yazının merkeziyim...

Mor Gabriel Manastırı’na akşamüstü varıyoruz. Meşe ağaçlarının arasındaki manastır, tarih boyunca önemli olaylara sahne olmuş bölgedeki en eski ve en antik manastır. Hatta kilise tarafından “İkinci Kudüs” olarak ilan edilmiş. Buraya “Rahiplerin Meskeni” anlamına gelen “Deyrulumur” denmesinin nedeni de ilk zamanlar burada yüzlerce rahibin yaşamış olmasıymış. Mozaikleri, çan kuleleri, terasları, işlemeli kapıları, üzüm, çiçek, güvercin motifleri ile yeni bir görsel şölen var karşımızda. Ayrıca manastırın içinde Azizler Evi, Meryem Ana Kilisesi ve Kavisli Teodora Kubbesi var. Ancak tarih boyunca yağmalanmış olan manastır, mihrap bölümünün tabanındaki çok renkli mozaik ile tavandaki yaldızlı mozaik dışında günümüze fazla bir özelliğini taşıyamamış.

Ben aşk, inanç, bereket üçgeninde en doruktaki kültürüm...

Manastırdan ayrılıp, akşam yemeğinin hayalini kurarak otele dönüyoruz. Lebeniye çorbası ile başladığımız yemek, cevizli içli köfte, ırok, şehriyeli bulgur pilavı, sembusek, kaburga dolması ile devam ederken abarttığımızı fark edip yemeği bırakıyoruz. Hepsi o kadar lezzetli ki... Yediklerimizi ancak bir kahve bastırır diyerek yukarı çıkıyoruz. Halil mırra ikram etmeyi teklif ederek yine anlatmaya başlıyor: “Mırranın kahvesiözel değil ama hazırlanışı farklı. Kahveyi dibekte biraz irice dövüp birkaç kez gümgüm denilen cezvede kaynatarak hazırlıyoruz. Bazen içine kakule de koyuyoruz” dedikten sonra küçük fincanlarda servisimiz yapıyor. Mırrayı, Şark Odası’nda içiyoruz. O kadar rahat ve keyifli ki gözlerim kapanıyor. Karşı salonda başlayan Reyhanî Gecesi’nin müzikleri beni uyandırana kadar kestiriyorum. Uyanır uyanmaz da kendimi oynayanların yanında buluyorum. Birkaç denemeden sonra figürleri çıkartıyorum. Ondan sonra müziğin ve ritmin ahenkli birlikteliğinin içindeyim artık...

Mardin’e özgü Reyhanîmüziği; Endülüs, Arap, Süryani, Kürt ve Türk müziklerinin karışımından ortaya çıkmış. Bireysel olarak oynanan oyunu ise “Allah'a yakarışın simgesi” olarak eller havada, avuçlar açık, diz çökerek oynanıyor. Bu ismin verilmesine ait birçok rivayet var ama bana göre en güzeli, oynayanların reyhan bitkisinin sallanışına benzetilmesi…

Ben Mezopotamya, Dicle ve Fırat’ın anası…

Günün yorgunluğunun üzerine gecenin hareketi de eklenince ayaklarımız şişmiş bir şekilde odamıza çekiyoruz. Kısa bir uykudan sonra günün erken saatlerinde uyanıp, kahvaltının ardından yola çıkıyoruz.

Dara, bölgenin en ünlü antik şehri. Bu defa renk cümbüşlü ovanın kenarından süzülerek Nusaybin yolu üzerindeki Oğuz Köyü’ne varıyoruz. Kalıntılar köyün üzerinde. Daha doğrusu Oğuz Köyü harabelerin üzerine kurulmuş. Evlerin çoğunun yapımında eski şehrin taşları kullanılmış. Önce muhtarı buluyoruz. Sıcak karşılamanın ardından bize rehberlik yapması için yeğeni Hamit’i çağırıyor. Hamit, lise son sınıfta okuyan zeki ve çalışkan bir çocuk. Burası hakkında o kadar çok şey biliyor ki; “okulunu bitirdikten sonra buralarda rehberlik yaparsın artık” diyorum. Çünkü oraların Hamit gibi gençlere çok ihtiyacı var. Ama Hamit’in de kendine göre bambaşka hayalleri var.

İran hükümdarı, krallar kralı Darius tarafından askeri garnizon olarak kurulan bu şehir de farklı zamanlarda çeşitli medeniyetlere ve dine ev sahipliği yapmış. Asıl şehir çevresi surlarla korunmuş. Kalıntılar içinde kilise, saray, çarşı, zindan, su bendi hala görülebiliyor. İpek Yolu’nun da şehrin içinden geçtiği biliniyor. Aynı zamanda Mezopotamya'nın ilk barajının ve sulama kanallarının kurulduğu yer burası.

Hamit, derme çatma bir evin kapısının önünde durup “aşağıda korkmazsanız inelim” diyor. Arkamızdaki çocukları orada bırakıp ahır kapısına benzeyen kapıdan giriyoruz. Daracık koridorun sonunda uzun bir taş merdiven karşılıyor bizi. Dik ama geniş, bir o kadar da dolambaçlı merdivenlerden aşağı inerken biraz ürksem de belli etmiyorum. Sonunda aşağıya ulaştığımızda kalın sütunlarla desteklenmiş metrelerce yükseklikte sığınağa benzer bir yapı ile karşılaşıyoruz. Korkunç bir yer burası. Bazı gizli bölmeler de var. Tavanında ise bir güneş saati… Ama üzerine ev yapıldığı için çalışmıyor. Hamit, buranın en son zindan olarak kullanıldığını ama ondan önce belki de sığınak olduğunu söylüyor. Birkaç fotoğraf çektikten sonra kendimizi yukarı zor atıyoruz. Kapıda bekleyen kızlar başımıza papatya taçlarını takıyorlar. O kadar güzel ve cana yakınlar ki… Biz önde, onlar yine arkamızda köyün girişindeki mağaraların olduğu bölüme geçiyoruz. Burada iki katlı kaya mezarları var. Kapısında kanatlanmış bir meleğe doğru uzanmış eller ve kuru kafa figürleri olan mağaraya Hamit’in yardımı ile giriyoruz. Çok karanlık ama güneşin doğuşunun görünmesi için açılan deliklerden gelen ışık ile önümüzü görebiliyoruz. Duvarlardaki altı köşeli yıldız figürleri de tarihte burada tüm dinlerin yaşadığını bir kez daha ispatlıyor.

Vedalaşma vakti geldiğinde çocuklar bacaklarımıza sarılıp biraz daha kalmamız için yalvarıyorlar ancak öğlen yemeği için sabahtan yer ayırttığımız yere saatinde yetişmek zorundayız. Hamit ve çocuklar ile vedalaşıp, içimiz biraz buruk ayrılıyoruz…

Ben Mezopotamya, insanlık serüveninde medeniyetlerin ana rahmi…

Cercis Murat Konağı’na tam zamanında varıyoruz. Ova manzaralı, taş işlemeli avlularında sevgi ile sunulan yemekleri Mardinli kadınlar üretiyor. Zencefilli limonata ile açılış yaptıktan sonra gelen meze tabağında ne yok ki… Humus, patlıcan ezmesi, tahinli patlıcan, nar ekşili kurutulmuş domates, kekik salatası, ekşili nohut, Süryani içli köftesi… Kaburga içinde yaprak sarmasına eşlik eden mahlep şarabının ardından portakallı irmik helvasını “tatmadan gitmek olmaz” diyerek bir porsiyon söyleyip paylaşıyoruz. Yanında sumak şerbetini de istemeyi ihmal etmiyoruz.  
         
Timur’un kalp atışlarının duyulduğu sonsuzluğum…

Kimsesiz Süryanileri barındıran, birçok patriğin gömülü olduğu ve güneşe tapanların mabedi üzerine kurulmuş olan bölgedeki en büyük manastırlardan biri Deyrulzafaran Manastırı’nı da ziyaret ettikten sonra Kasımiye Medresesi’ne geliyoruz…

Ben hep Halep ve Musul'a tepeden baktım.

Akkoyunlu Hükümdarı Cihangir Bey tarafından taş ve tuğladan yaptırılan iki katlı medresenin cephesi ovaya bakıyor. Avluda bulunan havuzdaki suyun akışı doğum, yaşam, ölüm ve yeniden doğuşu simgeliyor. Suyun çeşmeden çıkışı doğumu, döküldüğü yer gençliği, uzun ince olukta ilerleyişi olgunluğu, havuzda toplanması ölümü, toplanan suyun toprağa akıtılması ise topraktan yeniden varoluşu temsil ediyor. Medresenin duvarlarındaki kan lekelerinin ise yine rivayete göre, Sultan Kasım’ın Timur tarafından başı kesilerek öldürülürken sıçrayan kandan kalan izler olduğu söyleniyor.          
                       Ben hep Mardin ile iç içe yaşadım…

Yorgun bir şekilde otelimize dönüp erkenden yatıyoruz. Sabah ise ana caddeye paralel, dik ve dar sokaklarda kaybola kaybola çarşıyı gezmeye başlıyoruz. Kumaşçılar, bakırcılar, kuyumcular, gümüşçüler, marangozlar, kalaycılar, baharatçılar, kahveciler, tütüncüler, çaycılar, antikacılar hatta semerciler çarşısı bile var. Çarşıda insanlar çok cana yakın. Bizi kapıda gören esnaf, hemen dükkâna davet ediyor ve mırra ikram etmek istiyor. Sohbetler de o kadar keyifli ki dükkândan zor ayrılıyorsunuz. Bu arada ellerimizdeki torbaların sayısı da artıyor tabii... Buraya özel olan bıttım sabunundan sumağa, çaydan mahlep şarabına, o kadar çok şey alıyoruz ki uçak saatinin yaklaştığını son anda fark ediyoruz. Apar topar otele dönüp sabahtan resepsiyona bıraktığımız bavullarımızı alarak bu gizemli şehirden bir daha gelme dilekleri ile ayrılıyoruz…

Ben Mezopotamya, renk cümbüşlü, kilim motifli, türkü örüklü, inanç kubbeli sonsuz deniz…         

SEMRA YEŞİL

Yazar Hakkında

SEMRA YEŞİL

YOLCULUK HİKAYELERİM...Çocukluğumdan bu yana yaşadığım yerden farklı coğrafyalardaki yaşam biçimlerine ve kültürlerine ilgi duymuşumdur…İnsanın gelişiminin ve düşünce şeklinin bu sayede zenginleşec