Soğuk İklimin Sıcak Şehri: St. Petersburg

Gün batımı, rüzgâr ve kafamda çalan klasik müzikler… Derken birden hengâme ve koşuşturmaca başladı. Tam da Amerikan filmlerindeki berduş gezgin olmuşken St. Petersburg treninin gelmiş olması çok acıydı. Yakın bir dostumla Lviv’den başladığım yolculukta 1 haftada 1000 km kat etmiş ve pit-stop durağımız olan Belarus-Minsk’i geride bırakma vakti gelmişti.

Yaklaşık olarak 60€ ödediğimiz tren yataklı ve tahmini yolculuk süresi 15 saat idi. Balık istifi gibi doluştuğumuz vagonda kompartımanların kapısı yok. Aslında yataktan başka hiçbir şey yok. Halı sahada maça hazırlanırken, tanımadığınız bir adamın yanında soyunmanın verdiği o tatsız utancı burada da tecrübe ediyorum. Tabii kuzeyli halkı pek rahat bu hususta. 
Son paramla aldığım 1 litre su ve bir paket bisküvi eşlik ediyor bana bu uzun yolculukta. Mezar gibi bir yatakta iki döndükten sonra sınıra kadar kestireyim diyorum içimden. 5-6 saat uyumuş olmalıyım ki kendime gelene kadar Vitebskii Garı’na varmışız bile. Gelmesine geldik ama bir şeyler eksik. Ahh evet… Pasaportumda giriş-çıkış damgası yok. Çantaları sırtlanıp gardan çıktıktan sonra bir anda kendimi Rusya’da buluveriyorum fakat bu kadar kolay olmamalıydı.

Polislerin çok gözüne batmamak suretiyle hostele vardık. Vardık varmasına da rezervasyonumuz sistemlerine ulaşmamış ve yataklarımızı bir gruba vermişler. Yavaş yavaş adapte oldum bu Rus işlerine. Biraz tartıştıktan sonra kırmayıp daha güzel bir oda veriyor Nikita. Pasaport durumumuzu anlatıp resepsiyonistleri de biraz endişelendirdikten sonra bir öğlen vakti vurduk kendimizi sokaklara…
 
Genel görünüm itibariyle şehir, Çarlık Rusya’sının Batı’ya açılan yüzü. Bundandır ki mimarisi Kuzey Avrupa ülkelerinin Rus modellemesiyle harmanlanmış. Kentte birkaç istisna dışında klasik soğan kubbeli kiliselere rastlanmıyor. Çar I. Petro 1703 yılında ülkesinin imajını değiştirebilmek amacıyla Neva Nehri kıyısındaki bataklığı kurutup; Amsterdam, Roma, Venedik gibi şehirlerden ilham almış ve başka eşi benzeri olmasın diye ülkede burası hariç taş bina yapılmasını yasaklamış, zorunlu olarak köylüleri çalıştırmıştır.

Aperatif bir şeyler yiyip Kuzeyin Venediki’ni keşfetmek adına ilk durağımız; Nevsky Caddesi. Kendileri bir Rus kahraman olan Nevsky Bey’in adı buraların en güzel yerine verilmiş. Şehrin şah damarı olan bu geniş cadde bir nevi Champs-Elysees... Öğleden sonra hava bozmaya başlarken Kazan Katedrali’nin önünden başlıyor yolculuğumuz. Tam katedrale yönelecekken karşımıza İlk Kan Kilisesi çıkıyor. Moskova-Kızıl Meydan’daki St. Basil baz alınarak yapılan Ortodoks kilisesi 100. yaşını 2007’de doldurmuş. Girişin yaklaşık 5 lira olduğu mabet, çoğunluğu Uzakdoğu’dan gelen ziyaretçilere ev sahipliği yapıyor. Ufak kiosklar, kiliseyle ilgili hatıra eşyalarını içeride bulabileceğiniz gibi turistlerin giremediği ve sadece günah çıkarmak için ayrı bir bölüm de mevcut. Gidin, görün, içinize şevk dolsun diye çok da bir şey paylaşmak istemiyorum. Fakat her köşe mükemmel bir işçilikle yapılmış, çok emek harcanmış.

Kiliseden çıkışımızda yarım saat kadar yağmurun dinmesini bekledikten sonra -ki yağmur biz içerideyken iyice hızlanmış- masmavi gökyüzü ve parlak bir güneş eşliğinde Mars Parkına doğru gidiyoruz. St. Petersburg’un en büyük parkı olan alan, Paris’teki adaşı (Champ de Mars) gibi Roma savaş tanrısının adıyla isimlendirilmiş. Rusya’nın diğer her yanında olduğu gibi burada da bir ölümsüz ateş bulunuyor. Özellikle de 2. Dünya Savaşı’nda ölenler için... Doğalgaz bol ya, yakın diyorum içimden. Hem biraz da ısınmış oluyoruz.

Parktan sonra Neva Nehri’ni geçince merakla aradığım Mavi Cami-Buhara Cami yahut yerel adıyla Sankt Peterburgskaya Meçet çıkıveriyor. Buhara Emiri yaptırdığından ve caminin mavi çinilerle bezenmiş olmasından diğer isimleri verilmiş. 5000 kişilik kapasitesiyle Türkiye dışındaki Avrupa’daki en büyük cami olma özelliğini taşıyor. Fotoğrafta görüldüğü üzere minareler restorasyona alınmış. Yardım örgütleri son sürat çalışıyor anlaşılan… Restorasyona alınan sadece minareler değil sanırım. Zira caminin giriş kapısı kıbleyi göstermiyordu. Şimdilik…

Bahçesine girdiğimizde oturmakta olan Tatar dayıların dikkatini çekiyorum anlaşılan. Bermuda şortuma ters bir bakış atan beyamcalar camiye de girmeme izin vermiyorlar haliyle. Ardından iyi niyetli, güleç yüzlü bir Tatar amca ziyaretçiler için hazırda tuttuğu çiçekli eteklerden birini uzattı. Yol arkadaşım Zeynel’in tuzu kuru tabii. Güle güle içeri geçtik. Bu sefer de çoraplarımı çıkarmadığım için bir başkasından azar işittim. Değil fotoğraf çekmeye, konuşmaya bile çekinir oldum. Dışarıdaki estetik ne yazık ki içeri pek yansımamış. Vatikan dâhil, girdiğim hiçbir kilisede uyarı almamışken bir camide bu kadar laf işitmek dokunmuyor değil ama hak veriyorum ben de. Bir azınlık olarak Müslümanlar buradaki kültürlerini çok iyi korumuşlar elhamdülillah.

Camiden ayrıldıktan sonra şehrin ilk kurulduğu yer olan Zayachy Adası’na biraz soluklanmaya gittik. Adadaki kale kompleksini ve Peter-Paul katedralini gezecekseniz, ayrı ayrı biletlere toplamda 20-30 lira ödemeniz gerekiyor. Yok, ben Neva kıyısında parkta mangal yapayım diyorsanız ben çaya yetişirim. Fotoğrafta sol köşedeki yeşillik alan park, hemen arkası da kale. Gün batımına doğru çay içmenin enfes tat vereceği bir yer muhakkak ki…

Parkta biraz pinekledikten sonra karşıya; Hermitage Müzesi, Müze Meydanı, Alexander Sütunu, St. Isaac Katedrali ve Bronz Atlı Adam gibi pek çok önemli lokasyonu gün batmadan gezelim diye hızlı adımlarla yürüdük. Aslında hepsi hemen hemen aynı noktadalar. Müzenin önünde bir meydan, meydanda bir sütun, meydanın yanındaki parkın ardından da kilise ve heykel geliyor. Ancak Hermitage manzarasında saatler geçirebilirsiniz. Siz zaman durdu derken akşam olur, hava soğur. Gün içinde giderseniz muhtemelen müzenin önü pek kalabalık olacaktır. Yılda yaklaşık 3 milyon kişinin ziyaret ettiği müzede 3 milyondan fazla tablo var ki bu da onu bir dünya rekortmeni yapıyor.

Günübirlik gezeyim daha doğrusu bir arkadaşa bakıp çıkayım diyorsanız 15€, yok 2 gün geniş geniş dolaşırım diyenlerdenseniz 20€ bilet ücreti var. Yılda 3 milyondan 15€ kamyon yüküyle para ediyor. Bunları düşünürken günün batmaya başladığını fark ediyorum. 13 kilometrelik ilk gün rotamız marketten aldığımız birkaç nevaleyle son buluyor ve ikinci gün kaldığımız yerden devam ediyoruz.
 

Yeni bir sabah, yeni bir gün… Fakat Ağustos’un ortasında hasta olacak kadar da soğuk bir gün. Coğrafi olarak 60 derece kuzey enleminde bulunan Sankt Peterburg Haziran sonu ve Temmuz ortasındaki 2 haftalık sürede beyaz geceleri yaşıyor. Aslında beyaz gecelerin olmazsa olmazı “Midnight Sun” ortalarda yok ancak. O coğrafyaya yakın olduğundan Güneş çok geç batıyor ve geride bir alacakaranlık bırakıyor. İlle de midnight sun diyorsanız kutup dairesinin içinde 68 kuzey enlemiyle Murmansk yer alıyor. Ladozhskaya yani Ladoga istasyonundan alacağınız 75€’luk bir biletle 26 saatin sonunda güneşi görebilirsiniz.
 
Evet, güneşçileri yolladığımıza göre kaldığımız yerden devam edebiliriz. İlk durak dün görüp de gidemediğimiz Kazan Katedrali. Vatikan-St. Peter Bazilikası’nın bir modellemesi olan katedral zaten ilk görüşte bu hissiyatı yaratıyor. Giriş ücretsiz ve içerideki fil ayaklarını, döşemeleri, o ortamı görünce insanın para veresi geliyor. Devasa 3 bronz kapıya sahip mabet bunları da İtalya’dan, bilhassa Floransa’dan kopyalamış. 70 metrelik uzunluğuyla ile St. Peter Bazilikası’nın yarısından hallice yüksek. Kilisenin hemen yan tarafında, kanalın karşısında ise Rus Demiryolları RZD’nin yazıhanesi bulunuyor. Tren garları bölgelere göre yapıldığından, hangi trenin nereden kalktığını bilmiyorsanız buradan biletinizi alabilir, 5 garı da dolaşmak zorunda kalmayabilirsiniz.

Ardından Moskovskaya Meydanı’na Dom Sovetov’u ve o koca meydanı görmek için gittik. Stalinist mimaride inşa edilen ve 1936’da tamamlanan bina devlet işlerinde kullanılmak üzere planlanmış. Ancak 2. Dünya Savaşı’nın çıkması ile kullanılamayan yapı 872 gün boyunca kuşatılan şehrin Almanlar tarafından kullanılan karargâhı olmuştur. Toplamda 4 milyon insanın yaşamına mal olan kuşatmanın kurbanlarının yaklaşık yarım milyonu şehrin dışındaki Piskaryovskoye Anıtsal Mezarlığı’nda yatmaktalar.

Bu dipnotu da geçtikten sonra bu geniş meydanda biraz oyalanıp birkaç kilometre mesafedeki Zafer Parkı’nda nevalelerimizi tükettik. Ardından akşam oluvermiş tabii... Son gün ana caddede biraz turlayıp Gostiny Dvor’u dolaştık. İçeride hediyelik dolu mağazalar bulabileceğiniz bir nevi “çok katlı arasta” yahut tarihi çarşı diyelim. Cadde boyu yine THY ofisi, Zenit Store ve Singer House bulunmakta. Singer Evi yahut Kitaplar Evi dünyaca ünlü bu dikiş makinelerinin Rusya şubesi imiş. Günümüzde Vkontakte isimli sosyal medyanın karargâhı olarak kullanılıyor ve tabii ki bir de turistik bir yönü var ki içeride çok pahalı olduğuna inandığım, lüks bir restoran mevcut.

Rusya’da yaşam çok pahalı olduğundan yöresel şeyleri tatmaktansa genelde fast-food restoranlarını tercih ettik. Eski adıyla Leningrad’da son yemeğimizi yerken bir hüzün kapladı içimi. Soğuk-Yağmur-Sanat triyosunda geçen günlerimi anarken Peterhof Sarayı’na gidememek pek dokunmuştu. Şayet siz gidecek olursanız; metro ile Avtovo istasyonuna, oradan da dolmuşlarla Baltiysky Garı’ndan banliyölere binip Novy Petergof istasyonunda inerek yahut en pahalı seçenek ile Bronz Atlı Heykel’in arkasından ferryleri tercih edebilirsiniz. Şayet Peterhof deyip derdinizi anlatamadıysanız Petergof yahut Petrodvorets’i deneyiniz.
 Yok kardeşim ne işim var banliyölerde, sen bizi gara bırak da Moskova’ya gidelim diyenlerdenseniz Moskovsky Garı sizin için uygun olanı. Moskova’ya gidelim ama biraz daha hesaplı olsun istiyorsanız yarı fiyatına metro ile Obvodny Kanal’dan çıkıp otobüs terminalini tercih edebilirsiniz ancak dikkat ediniz ki gişelerdeki bazı yaşlı teyzelerimiz geçtim İngilizce bilmeyi, Latin alfabesini bile okuyamıyorlar. Başımıza geldi bizi Julia kurtardı. Siz de kendinize derdinizi anlatacak bir “Julia” bulmaya bakın iyisi mi… Velhasıl pasaportlarımızı verip biletlerimizi aldık. Bilet dediğimde bir fiş parçası… 2€ da valizimiz olduğu için eklemişler. Toplamda 20€’ya tüm işlerimizi hallettik ve 700 kilometrelik uzun bir yol için beklemeye başladık. Yaşımdan büyük bir otobüsle bu denli mesafeyi çekmek, -tam da gün batarken- efkârlanabileceğim bir durumdu ve bir otogar köşesinde, evimden 2500 km kuzeyde başka pek bir alternatif yoktu.

Siz siz olun, Hermitage’ı görmeden, Peterhof’a gitmeden, kanalları dolaşıp, Baltık kıyısında gün batımını izlemeden, matruşka alıp sıcak bir borsch çorbası içmeden dönmeyin derim…

Diğer yazılarıma http://gezistan.com/ adresinden ulaşabilir, kentin detaylı haritasına ise http://goo.gl/nH0Br0 linkinden göz gezdirebilirsiniz. Esen kalın...

Emre Doğandor

Yazar Hakkında

Emre Doğandor

[1994-Bolu] Bir gezgin olarak doğmadım belki ama bir gezgin olarak ölmek, torunlarıma anılarımı anlatmak için yaşıyor ve geziyorum.