Suriye'nin Merkezi Şam

Suriye’nin başkenti Şam’dayız. Şam otogarı şehrin biraz dışında yer alıyor. Ama 150 suri karşılığında bir taksici ile bizi otele götürmesi için anlaşıyoruz. Şanslıyız ki, taksici İngilizce biliyor. Çünkü burada otellerin isminin İngilizce’de ve Arapça’da farklı olması. Otelimiz Hicaz Tren istasyonu’nun tam karşısında olduğundan kolaylıkla buluyoruz oteli.

Otelimiz oldukça merkezi ancak otelden çok bir okula benziyor. Geniş ve yüksek tavanlı koridorlar arasında yürürken, sanki iki kapı ileriden elinde sopa bir mürebbiye çıkıp, siz neden dersten kaçtınız diye fırça atacak.

Saat akşam üstü 18:00. Ama rehberimiz olan ablam 10 dakika bile dinlenmeye müsaade etmiyor. “Hadi, hadi” diyerek bizi apar topar dışarı çıkartıyor. İlk durağımız hemen otelin karşısındaki Hicaz tren istasyonu.

Hicaz Tren İstasyonu, Ortadoğu’da Fransız ve İngilizler’e üstünlük sağlamak amacıyla Sultan Abdulhamit tarafından yaptırılmış. Zamanında Anadolu’ya süren 40 saatlik yolculuğun 4 saate düşürülmesi amaçlanmış. 1900’de inşaatına başlanan demiryolu istasyonunun yapımı 1911’de tamamlanmış. Burada çalışan Osmanlı askerlerine 1 yıl erken terhis ödülü verildiğinden çalışmak isteyen gönüllü oldukça bolmuş. Toplamda 7.500 asker çalışmış. Şu anda sadece istasyon binası mevcut. Birkaç yıl önce ise arka tarafındaki raylar sökülmüş. Buranın istasyon olduğunun tek ispatı ise önünde duran eski bir tren vagonu maalesef. Binanın içi ise oldukça gösterişli. Binanın alt katı şu anda küçük bir kitapçı olarak kullanılıyor. Üst katta ise mavi, kırmızı ve yeşil vitrayların arkasından Şam’ı izleyebiliyorsunuz. Aynı zamanda bu katta eski dönemde kullanılan tren fotoğraflarının bir sergisi var.

Buradan 10 dakikalık bir yürüyüş sonrası, Hamidiye çarşısına ulaşıyoruz. Bizim Şam’a gittiğimiz ilk gün Cuma idi. Suriye’de Cuma günleri resmi tatil olduğundan Hamidiye Çarşısı’nda da pek çok yer kapalı idi. Burayı bir sonraki güne bırakarak Şam şehir manzarasını izlemek için Kasion Tepesi’ne gitmeye karar verdik.

Hamidiye çarşısının önünden bir taksiye binerek Kasion Tepesi’ne gidiyoruz. Biz taksimetre açtırarak anlaştık, yaklaşık 70 suri yazdı ama taksici, “bir de dönücem ben buradan” gibi hikayeler anlatarak, 200 suri istedi.

Şam’daki taksiciler ve yaptıkları numaraların tamamı ayrı bir kitap bile olur. Sadece kısaca birkaçından bahsedeyim; taksiye binersiniz, taksimetreyi açarlar, yolun yarısında birden taksimetre çalışmaz, bozulmuş numarası yapabilirler. Taksimetreyi açarlar gittiğiniz yere 80 suri yazar, 100 suri verirsiniz, döneceğini de söyleyerek 160 suri de değil, 200 suri isteyebilirler. Binmeden gideceğiniz için 100 suriye anlaşırsınız, ineceğiniz zaman o tek kişi fiyatıydı, siz 4 kişisiniz 400 suri diyebilirler ya da “yanlış anlamışsınız ne 100 surisi, ben 300 suri dedim” diyebilirler. Yani buradaki sorun 2 TL-3 TL değil, ama göz göre göre oyuna getirilmek, insanı yoruyor. Ancak şunu net olarak söyleyebilirim ki, Şam’da taksi konusunda mutlaka oyuna gelirsiniz.

Neyse biz de taksiciye kandırıldığımızı bile bile 200 suri vererek Kasion tepesinde taksiden indik. Dedikleri kadar güzel gerçekten manzara…

Biraz etrafta gezindikten sonra, bari akşam olmasını da bekleyelim, bir de gecesini görelim diyor ve güzel bir kafe bulup, camın kenarına yerleşiyoruz. Burada taze sıkılmış meyve suyu içiyoruz. Suriye’de gerçekten denemeniz gereken bir lezzet bu. Bu arada hava da kararıyor. Gece manzarası da gündüzü kadar etkileyici.

Akşam yemeği için, Hamidiye çarşısı’nda karşılaştığımız bir Türk bize Bab-ı Şam’ı önermişti. Bu restoran Şam’ın en büyük restoranıymış ve havaalanı yolu üzerindeymiş. Taksiye anlatmamız zor olur diye önce bir garsona soruyoruz. “Bab-ı Şam nerede, nasıl gideriz?” Ama kime sorsak bize ifadesiz bir şekilde bakıyor. “Bab-ı Damascus?” Yok, “Damascus door?” Yok, “Door of Şam” Yok, hava alanı yolunda olduğunu söyledik, yok. En sonunda yemek yeme hareketleri yapıp, Bab-ı Şamı anlatabilmek için kapıların yanlarına gidip, Bab ile eş anlamlı olan kapıları falan göstermemizle sorun çözülüyor. Evet nihayet bilen biri çıktı. Taksiye bindik. 500 suri’ye anlaşarak restorana gittik. Ve o zaman anladık neden kimsenin anlamadığını bu restoranı çünkü adı “Damascus Gate”... O kadar şey söyledik, hiçbirimizin aklına “gate” gelmedi. Neyse içeri giriyoruz gerçekten çok büyük. Burası sadece Şam’ın değil, dünyanın en büyük restoranıymış. 6.014 kişiye aynı anda hizmet verebiliyor, sadece mutfağı 2.500 metrekare alana kurulu. Bu özellikleri sayesinde Guinness rekorlar kitabına girmeye hak kazanmış bir yapı.

Burada bir masa seçip oturuyoruz. Gelen garsondan menü istiyoruz, ancak menü yok. Neyse ki burada Türkçe bilen bir garson var. Ona soruyoruz ne yenir falan diye. “kebab isteyebilirsiniz diyor, mezelerden de birkaç çeşit söyleyin” diyor. İyi de kebab ne kebabı söyleyelim. “Karışık 1kg” söyleyin diyor. Burada yemekler genelde kiloyla servis ediliyor. Ben tam, “eee humus istersen, 200 gr humus mu demem gerek” diye söylenince, garson zannettiğimiz kişi “ya ben de başka bir Türk grup getirdim, burda çalışmıyorum, tur rehberiyim, garson rica etti de” diyor. Gülüşüyoruz ve siparişi veriyoruz. Yarım kilo kebab, humus, bol ince doğranmış yeşillikten oluşan tabule dedikleri bir salata, humus ve içli köfte sipariş ediyoruz. Evet büyüklüğüne büyük, dekorasyon da çok hoş, ama sadece o kadar. Servis çok yavaş, yemeklere gelince en azından bizim denediklerimizi düşünürsek, çok başarılı olduğunu söyleyemem. Hatta tüm Suriye’de yediğimiz yemekler içinde en kötüsü buradaydı diyebilirim. Yani görülmeye değer mi, evet, ama yemekler bizden geçer not alamadı. Yemek sonrası taksiye binerek, yatılı okuldan bozma otelimize iyi bir uyku için giriyoruz, yarın yine uzun bir gün olacak.

Sabah sıkı bir kahvaltı sonrası, Süleymeniye Külliyesi ile başlıyoruz gezimize. Süleymeniye külliyesi 1554 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış. Mimar Sinan’ın ilk eserlerinden bir tanesi. Restorasyon masrafları Türkiye tarafından karşılandığından, sadece Türkler’in iç kısmını ziyaret etmelerine izin veriliyor. Demir parmaklıların önünde ak sakallı bir dede kapıyı bekliyor. Kapıdaki ak sakallı dedeye Türk olduğumuzu söyleyince kapılar açılıyor.

Külliyenin bahçesinde son Osmanlı padişahı Vahdettin de dahil olmak üzere, Osmanlı hanedanına ait kişilerin mezarları bulunuyor. Kaynaklar bizim hep bildiğimiz gibi sürgüne gönderilen Vahdettin’in, bırakın İtalya’da zenginlik içinde yaşamasını, çok fakirlik çektiğinden cenazesine bile haciz konduğunu gösteriyor. Öyle ki akrabaları zar zor hacizi kaldırmışlar ve vatan haini ilan edildiği için hiç bir ülke cenazesini bile kabul etmemiş. Yakınları da Akdeniz üzerinden cenazesini Beyrut yoluyla Şam’a getirmiş. 1926’da bu külliyenin bahçesine defnedilmiş. Bundan sonra hanedan’a ait cenazelerin bir kısmı da buraya defnedilmiş. Osmanlı hanedanına ilgisi olduğundan ve maaş almadan bahçenin ve mezarların bakımını üstlenen birisi geliyor. Bu kişi, Türkçe isimlerini ezberlediği kadarıyla tüm mezarların kime ait olduğunu söylüyor. Sultan Abdülmecit’in torunu, kızı, Sultan 5. Murat’ın torunu, kızı, Sultan Abdülaziz’in kızı, oğlu, torunu ve kaçırdığım birçokları burada yatıyormuş.

Külliyenin hemen yanında bir de cami var. Buradaki çiniler yapıldığından beri hiç bozulmamış, oldukça etkileyici.

Külliye ziyaretinin ardından hemen arkasında bulunan el işleri ve ahşap oymacılığı yapılan ufak bir çarşıya gidiyoruz. Burası tam babama göre... Daha girdiğimiz ilk dükkanda 1-2 yıl önce İstanbul’da çok daha kalitesiz olanına 5 milyar istedikleri bir oyun masası görüyoruz. Fiyatını soruyoruz 10.000 suri yani yaklaşık 220 dolar. 5 milyar nerde, 220 dolar nerde. Bu masayı pazarlıkla 200 dolara satın alıyoruz. Burası çok ucuz bir ülke gerçekten.

Süleymaniye külliyesi’nin karşısında ise Ulusal Müze yer alıyor. İçeri girerken kamera için ayrı bilet sorduk ama içeride çekim yapmak kesinlikle yasak olduğundan ayrı bir bileti de yok. İçeri girdik, dolaşmaya başladığımızda duvarda gururla sergiledikleri Suriye haritası dikkatimizi çekiyor. Ancak, haritada Hatay kendi sınırlarına dahil görünüyor. Haritayı yapan Hatay’a gitmek için pasaport gerektiğini unutmuş olsa gerek.

Müzede, çeşitli uygarlıklardan kalmış olan heykeller ve çeşitli eserler sergilenmekte. Müzenin en son bölümünde çok güzel bir salon yer alıyor. Bir taraftan ahşap işçiliği, bir taraftan çiniler ve kristaller. Hala toplantılar için kullanılıyormuş burası, koltuk ve sandalyeler ipek ile kaplı, gerçekten çok güzel. Bana kalırsa, burada en görülmeye değer şey dünyanın ilk yazılı taş alfabesi.

Müzeden sonra Hamidiye Çarşısı’na gidiyoruz. Burası da 1863’te Osmanlı padişahlarından Sultan Abdulhamid tarafından yaptırılmış. Çarşının uzunluğu yaklaşık 1 kilometre. Hamidiye çarşısı, bizimdeki Kapalı Çarşı’ya benziyor. Genelde giyim eşyalarının satıldığı sağlı sollu dükkanlar yer alıyor burada.

Bu çarşıda yapılması gereken bir şey de dondurma yemek. Meşhur dondurmacının hangisi olduğunu zaten önündeki kuyruktan anlayacaksınız. Dondurmanın bence çok bir özelliği yok, bizdeki maraş dondurması ile kıyaslanmaz bile... Daha az sütlü ve daha bol sulu, ama sade dondurmanın üstüne doldurdukları bolca fıstık gerçekten lezzetli. Dondurmalar bittikten sonra Hamidiye Çarşısı’nın bitiminde yerleşmiş olan Emeviye Camii’ye varıyoruz.

Emeviye Cami’nin önü ana baba günü... Yine meşhur şalımı kafama, koluma dolayıp camiye girecekken görevli tarafından durduruluyorum. Yine cübbe giyeceğiz. Emeviye camisi’nin ingilizcesi Omayyad Mosque. Bu cami Şam’ın en eski ve en büyük camisi. Eski yıllarda kilise olarak kullanılırken, Emeviler’in bölgeyi fethinden sonra 705 yılında Emevi Halifesi Velid Bin Abdülmelik tarafından bir kısmı camiiye çevrilmiş. Daha sonra yeni yapılar da eklenmiş ve tamamı cami olarak kullanılmaya başlanmış. 7.000 metrekarelik bir alana kurulu olan camiide Ak Minare denen bir yapı da mevcut. Müslümanlar tarafından, kıyamete yakın bir zamanda Hz.İsa’nın yeryüzüne ineceği söylendiği yer burasıymış. İçinde Hz. Yahya’nın kabri ve Hz. Hüseyinin kesik başı da burada bulunuyor. Avluda bulunan 8 sütun üzerine yerleştirilmiş, hazine kubbesi ise kamu hazinesini korumak için Abbasiler tarafından yapılmış. Caminin içindeki mozaikler ise oldukça büyük ve güzel.

Caminin dışında yine bir Türk grup ile karşılaşıyoruz. Suriye ile vizelerin kalkmasından sonra Suriye, türkler için popüler seyahat noktalarından biri haline gelmiş.

Buradan sonra sırada Azem Sarayı var. Cami’den Azem Sarayı’na giderken yol üzerinde çok sayıda ufak dükkanın arasından geçiyoruz. Bu dükkanlarda ağırlıklı olarak baharat, kuruyemiş ve şekerlemeler satılıyor.

Azem Sarayı, Azem Paşa Yalısı ve Esat Paşa Sarayı olarak da biliniyor. Osmanlı’nın son Suriye valisi olan Esat paşa tarafından 1749 yılında yaptırılmış. Emeviye Cami’ye sadece 5 dakikalık yürüme mesafesinde olan saray tamamen taştan yapılmış. Haremlik ve selamlık bölümleri var. Taş işçiliği gerçekten muhteşem. İnce ince farklı renklerde taşlar, çeşitli desenlerde birbirinin içine karışmış. Bazı odalarda ahşap oyma tavanlar var, gerçekten görülmeye değer. İçindeki odalarda da o dönemi gösterebilmek için mankenlerle yaşam tarzları resmedilmiş.

Son ziyaret noktamız yeraltında yerleşmiş olan Hannania Kilisesi... Bu kilise de eski şehir bölgesi içinde, ancak biraz yürüme mesafesi var. Yol çok keyifli, cumbalı eski Osmanlı evleri ve sağlı sollu butik otellerin aralarından geçerek ilerliyoruz. Suriye içinde sadece bu cadde için, Avrupa’yı aratmıyor denilebilir. Sokak düzeni, evlerin ve dükkanların yerleşimi gerçekten göze hitap ediyor. Bu bölgede yol üzerindeki dükkanlardan birinden meşhur Ahmad Çaylarından alıyoruz. Yaklaşık 500-600 metre sonunda Hannania Kilisesinin tabelasını görüyoruz. İyi ki tabela koymuşlar. Aksi takdirde bulmak çok zor.

Hannania Kilisesi, ilk olarak ermeniler tarafından kullanılmış, yer altına yapılmış. Çok küçük bir kilise, yer altında olduğundan içerisi oldukça serin. Ama kilisenin küçüklüğü ve içerisinin sevimli ortamı gerçekten çok sıcak yapıyor ortamı. İlk olarak yahudiler tarafından kullanılmış.

Kilisenin çıkışındaki dar sokakta ise ufak bir dükkan gözümüze çarpıyor. Sedef kakmalı küçük kutuları, dükkanın dışında bir tezgahın üzerine koymuşlar, 3-4 euro fiyatla satıyorlar. Hemen dükkana giriyoruz. Dükkan sahibi Ermeni, dedesi ise Gaziantep’li. 1900’lerin başlarında Suriye’ye göçmüşler.

Buradan taksi ile otele dönüp eşyalarımızı alıyoruz. Oradan Baalbek’e giden taksilere binmek üzere Asurad garajına gidiyor ve Suriye’ye veda ediyoruz.

*** BU YAZI GÖKÇE YILMAZ’IN “GEZİMANYA SURİYE – LÜBNAN” ADLI KİTABINDAN ALINTIDIR. KİTABIN GELİRİ TÜRKİYE OMURİLİK FELÇLİLERİ DERNEĞİNE BAĞIŞLANMAKTADIR.

GÖKÇE YILMAZ

Yazar Hakkında

GÖKÇE YILMAZ

 1982 yılında İstanbul’da doğdum. İlk ve orta öğretimini Sinop’ta gördükten sonra, lise eğitimi için İstanbul’a yerleştim.