Bahama Adaları'na Gemi Seyahati

Hayatımda ilk defa gemide uyuyacağım…

Bugünün her anı ayrı bir deneyim, her anı ayrı bir keşif... Hayatımda ilk defa bir gemide uyuyacağım bu gece. Ege sularındaki tekne gezilerine benzemiyor bu. Bayağı bayağı gemi seyahati... 2000 kişilik bir gemiyle Bahama Adaları'na...

Öğle saatlerinde vardık limana. Taksiden iner inmez, gemiye binmeden bagajını alıyor birileri, daha sonra odaya gönderiliyor. Uçağa biner gibi, büyük bir check-in salonu var. Giriş yaptıktan sonra manyetik oda kartlarını alıp gemiye varıyorsun. İçeri alınmadan herkesin fotoğrafı çekiliyor; her giriş çıkışta kontrol edilmek üzere…

Geminin orta katı lobi. Dışarıdan gemiye açılan kapılar, orta kattaki lobinin kapıları; uçaklar gibi. Bildiğimiz büyük ve şık otellerin lobilerine benziyor, belki daha şaşalı hatta...

Gemi seyahati hiç yapmamış birinin ilk referansı herhalde Titanic'tir. Aynen öyle çünkü. 12 katlı bir gemi; içinde odalar, hatta süitler, bir sürü farklı restoran, bar, kulüp, gösteri salonu, spor alanları, hatta kocaman bir spa ve fitness center…

Gemideki bu ufak turun ardından odamıza yerleşiyoruz. Bir gemide bu kadar büyük ve konforlu bir oda beklemiyordum. Acayip beğendim. Mest oldum.

Böyle başladı gün... Gemi limandan yol alırken; Miami sahillerindeki muhteşem villaların ve gözünün alabildiğine uzanan South Beach'in gemiden, kuşbakışı seyrine dalmış bir şekilde...

Gemi, animasyonu olan büyük tatil köylerinden bile daha keyifli. Bir kere her yerde canlı müzik var. Havuz başında, yemek salonunun girişinde, temalı çeşitli barlarda hep orkestralar var. Her yerde bir renk, bir animasyon...

Bunlarla bitmiyor gemi… Bayağı bayağı basketbol sahası var. Masa tenisi alanları var. Hatta tırmanmak için yapay duvar bile var. Ben güneşlenirken Boris tırmanmış, ben kaçırdım. Kendim tırmanmayı da kaçırdım, onun tırmanışını çekmeyi de...

Hayatın kreması...

Akşam olunca ben de kendimi fitness center'a atıyorum. Atlantik Okyanusu'na nazır gün batımını izlerken, gemi yeni keşiflere doğru yol alırken yarım saat koşmak, hayatın kreması benim için...

Biz bu gece mışıl mışıl uyuyacağız ve uyandığımızda gemimiz Bahama Adaları'nın başkenti Nassau'ya varmış olacak...

Bahamaların Başkenti: Nassau

Sabah 7.00, Bahamaların başkenti Nassau'ya varmışız bile...

Ben Bahamaları öyle adalar zinciri sanıyordum ama ondan ötesiymiş. Bahamalar bayağı bildiğimiz ülkeymiş. Atlantik Okyanusu'nda, Karayip Denizi'nin kuzeyinde, bir sürü adalar zincirinden oluşan bir ülke. Nassau da bu ülkenin başkenti.

Değişik deneyimler yaşama prensibiyle, yolculuğun bu kısmında yunuslarla yüzme aktivitesi vardı. Bunu da Nassau'daki özel bir ada olan Paradise Island'daki ATLANTIS Resort Hotel'inde Dophins Cay Merkezi’nde gerçekleştirdik.

Atlantis'e otel demek az kalıyor. Ben hayatımda böyle tam tekmil, böyle devasa bir alana yayılan bir otel; eğlence ve spa merkezini bir arada görmedim.

Bir kere otelin tamamı bir akvaryum… İçeri girdiğiniz andan itibaren suyun üzerinde kurulmuş olan yollar ve köprülerin üzerinde yürüyorsunuz. Bu akvaryumun içinde snorkeling gezi programları var, rehber eşliğinde bu çeşitli balıklarla beraber yüzüyorsunuz.

Bunlardan benim en çok etkilendiğim Ray balığı oldu. Nedir? Büyük bir kuş gibi, geniş, yassı ama kocamaaan bir balık cinsi... Onunla ayni akvaryumda yüzebilmek mümkün...

Akvaryum aktiviteleri saymakla bitmez… Beraber yüzemeyeceğiniz türden balıkların (köpekbalığı gibi) bulunduğu suların içinden tüneller geçiyor, orada yüzüyorsunuz ya da su aktiviteleri yaparken bu tünellerden bir botla kayarak geçiyorsunuz veya klasik akvaryum mantığında (Valencia'daki veya La Rochelle'deki gibi) onlar etrafınızda yüzerken siz içeride yürüyorsunuz.

Ray Balığı

Otelde; dalmak, balıklarla her türlü interactionda bulunmak, yunuslarla oynamak, snorkeling yapmak gibi aktivitelerin yani sıra bir de inanılmaz büyük ve etkileyici bir casinosu var. Duyduğuma göre dünyadaki en büyük casionalardan biriymiş. Çok büyük bir sahaya yapılmış golf merkezi ve spa'sı, gece kulüpleri ve sayısız restoranı da bulunmakta.

Buraya tatile gelmeyi tercih eder miyim bilmem, ancak dünyada bir tane daha sadece Dubai'de bulunan, Paradise Island'in tamamını kaplayan ve adanın isminin hakkını tam anlamıyla veren bu resort hoteli görmüş olduğuma memnunum.

Yunuslarla dans... 

Gelelim bizim günümüzün tamamını geçirmiş olduğumuz Dolphins Cay ve Water Park'a...

Dophins Cay'de dalgıç kıyafetlerimizi giydik ve önce yunuslarla ilgili küçük bir eğitim aldık. Nerelerine dokunmalı, nerelerinden uzak durmalı... Başlarının üzerindeki bir delikten nefes alıyorlarmış mesela, oraya asla dokunmamalıymış.

Ardından eğitmenlerle havuza atladık yunuslarla beraber. Onlarla yüzdük, onların sırtında yüzdük. Değişik bir his; sen sudasın, altından kocaman bir yaratık geçiyor, ne yapacağını bilemiyorsun bir an. Altından geçiyor, yanından geçiyor, sana değiyor ilginç bir his...

Sevgilim daha çok oynamak istedi onlarla biliyorum, oyuncudur benim sevgilim, ama yunuslar ona pek yüz vermedi. Zira hayvancıklar eğitmenlerinin peşinde sürekli, onlarla oynamaya çalışıyorlar, peşlerinden ayrılmıyorlar, diğer insanlara pek sokulmuyorlar.

Köpekbalıklarının arasından geçtik…

Daha sonra aquapark ve aquarium tarafına geçtik.

Bir atraksiyon vardı. Belki de en orijinali buydu parkta. İki kişilik bir bot alıyorsun, en tepeye çekiyorsun ve arka arkaya oturduğun botta kendini bırakıyorsun; virajlardan geçerek kayıyorsun, düşüyorsun, devrilecek gibi oluyorsun, sonra birden yavaşlıyorsun.

İşte orası en orijinali... Çünkü bir tünelden geçiyorsun... Yavaşça... Burası aslında köpekbalıklarının bulunduğu bir akvaryum, içine tünel yapılmış. Köpekbalıklarının özgürce yüzdüğü bir ortamın içinden bir tünel geçiyor, oradan da biz geçiyoruz yani...

Aynısının aslan versiyonu Paris yakınındaki Thoiry'de…

Bunun aynısının aslan versiyonunu Thoiry'deki hayvanat bahçesinde görmüştük. Aslanlar özgür ortamlarında yaşarken, biz ziyaretçiler bir tünel içinde onların yasadığı alanın içine girmiştik.

Eğer ortamda köpekbalığı yoksa aquapark aktiviteleri zaten sıradan, zira ben bunları 15 yıl önce Afyon'daki Oruçoğlu tesislerinde yapmıştım. Bu yüzden bu kaykaylar o kadar ilgimi çekmedi açıkçası. Yine de Atlantis'in havuzu muazzamdı, yüzmek çok keyifliydi...

Atlantis'ten kalkan son dolmuşla gemimize geri döndük.

Gemideki yemek salonu yıldızlar geçidi gibi…

Bu akşam gemideki yemek salonunun önü, wow yıldızlar geçidi gibiydi. Herkes özel bir davete ya da bir düğüne ya da önemli bir resepsiyona gider gibi giyinmişti. Büyük yemek salonunun önünde bu akşam bir fotoğraf atölyesi vardı. Herkes gelip beyaz fonda profesyonel bir fotoğrafçıyla fotoğraf çektirdi. Biz yapmadık. Bir kenarda oturduk ve moda eleştirmeni rolü oynadık. Herkesi izleyip, giydiklerini eleştirip notlar verdik. Ben en çok, şahane bir beyaz pantolon ve dekolteli beyaz bir tunik giyen o yaşlı kadını beğendim. Sonra kendimize baktık. Biz sıradandık. Benim üzerinde her zaman giydiğim siyah bir elbise vardı. Ne iyiydik, ne kötü; yani 4,5’tan 5 gibi geçer bir not verdik kendimize, kimsenin hakki kalmasın…

Değişik Deneyimler Eşliğinde Cococay Adası

Adaya inmek için sabırsızlanıyorum. 2000 kişi aynı anda mı gelmiş çıkışa yahu, kuyruktayız, ilerlemiyor. Tek kapılı gemiye binmeyeceğim bundan sonra inemiyoruz, indik mi binemiyoruz…

CocoCay aslında içinde hayat olan bir ada değil. Gemi turu şirketimizin kendi gemilerinin bir gün geçirmesi için satın aldığı bir ada. Aslında ada bir beach club tarzında. Her şey sadece gemi müşterileri için; burada yaşayan birileri yok, adanın bir geçmişi ve hikâyesi yok. Olsun... Muhteşem bir duygu, okyanusun ortasında küçücük bir kara parçasının üstündesin…

Ada çökse, deprem olsa, yer yarılsa, okyanusun suları adayı bassa bittin. Kim gelecek yardıma? Uçsuz bucaksız su etraf...

Her zamanki gibi canlı müzik var, bin bir çeşit sosyal aktivite var, eğlenmek için her şey var. Öğle yemeği... Bir şölen, bir ziyafet... Minik minik stantlar kurulmuş. Barbekü standı (kardeşimin deyimiyle protein standı), salata, hele hele meyveler... O tropikal meyveler olmadan hayatıma nasıl devam edeceğim, bilemiyorum daha sonra. Deniz kenarında, bir adadaki öğle yemeği için her şey düşünülmüş. Şahane... Öğle yemeğinden önce ve sonra canlı müzik var yine, müzik her yerde...

Her sabah gemideki odamıza bir gazete bırakılıyor. Saat saat o gün geminin her yerindeki aktivitelerin yayınlandığı bir gazete bu.

CocoCay Adası'nda o sabah bir yoga workshop'ı vardı. Görünüşe göre de bayağı iyiymiş ama kaçırdım çok erkendi. Bu akşam fitness center'daki spinning dersine gideceğim. Bakalım bizim RPM'lerin neresinde kalacak bu ders Avustralyalı hoca eşliğinde...

Kimse korkmuyor bu köpekbalıklarından benim korktuğum kadar...

Dikkatimi çeken bir şey var. Yahu kimse benim kadar korkmuyor bu köpekbalıklarından, herkes sanki yokmuş gibi davranıyor. Ben mi fazla abartıyorum yoksa? Az önce Amerikalı bir kadınla sohbet ediyordum, jet-ski kiralayıp sabah okyanusta gezmişler. Dedim, köpekbalıkları vardır, çok açılmasaydınız. O da cevap veriyor: “Köpekbalıkları var ama biz yüzmedik ki jet skideydik”. Bir de yüzseydiniz bari, yok artık!!

CocoCay'in plajı müthiş ama denizi hiç güzel değil. Boris dedi, açılınca iyiymiş ama oraya gidinceye kadar yosunlar ve kayalar varmış. Bir de malum medüzler... Kurtulamadık bu medüzlerden, her yerdeler yapışık şeyler... Bir de çok enteresan, büyüklerini görüp kaçabiliyorsun ama minicikleri var; sen farkında olmadan gelip yapışıp ısırıyor bir de insanı, hatta birazcık acıtıyor da...

Bahamalarda ilk snorkeling deneyimimi yaşadım…

Ne bileyim, benim için hâlâ suyun altında nefes almaya devam etme fikri çok yabancı. Bünyeye aykırı, dolayısıyla da başta direniyor insan. Ritmi tutturdun mu sorun yok, öyle akıp gidiyorsun sanki…

Yıllar önce Seferihisar'da denemiştim, Club Marmara'da tatil yaparken. 10 dakika sonra çıkmıştım sudan. Bu sefer biraz direneyim dedim; ağzımdan, burnumdan suları yuttum ama olsun rengârenk balıkları gördüm. Suyun altındaki dağları, tepeleri gördüm. Biraz ürkütücü geliyor bana. Bu sessizlik, bu sakinlik, dinginlik, suyun altında beni ürkütüyor. Ama suyun altında nefes alma fikrine biraz daha alıştım bu sefer, unuttum, doğal bir şeymiş gibi hareket edebildim.

Akşamüzeri gemimize dönmek üzere dolmuş-teknelere bindik. CocoCay Adası'nda cici bir gündü... Devamı gemi üzerinde...

CocoCay Adası'ndan küçük tekne-dolmuşlarla gemimize dönerken, gemimize bir bakıyorum, öyle ulu ve görkemli görünüyordu ki... O kadar zarif bir duruşu vardı ki okyanusun üzerinde kendinden emin, bizleri içeri almayı beklerken...

Sen küçük bir buz parçasına çarp bakalım da o zaman görürüz kim majeste…

Hayranlık duyuyor insan duymasına da... Şöyle bir şey düşünmekten alamıyorum kendimi: “Haaa denizlerin efendisiymiş, sen küçük bir buz parçasına çarp bir bakalım da görürüz o zaman efendiliğin falan kalıyor mu?”

Ananas olmadan yemek yiyemiyorum... 

Sabah kahvaltısındaki tabağımda, öğle yemeğimde, aksam yemeğimde, et yemeğinin yanında, salatamın içinde, tatlının yanında hep ama hep ananas var. Bugün tek başıma 2 ananas yedim herhalde… Bu tropikal meyve dedikleri boş laf değil. Burada yediğim meyveler kadar lezzetli meyveleri hiçbir yerde yemedim. Ananas, çilek, üzüm, kavun... Ağzınıza attığınız anda suyu dağılıyor, yuttuktan sonra midene giderken bütün iç organlarını suluyor sanki içinden geçişini bile hissediyorsun, o kadar müthiş bir tadı var. Ananas olmadan yemek yiyemez oldum. Paris'e dönünce ne yapacağım şimdiden onu düşünüyorum…

Bu akşamki yemek için restoran seçiminde zorlandık. Farklı konseptler var. Çok seçenekli açık büfe her zaman en ulaşılabilir ve en kolayı. İstersen parmak arası terlik ve şortlarla gidebilirsin. Hiç kendini zorlamadan yani…

My time dining…

My Time Dining ise daha klas bir konsept… Bir kere yemek, geminin büyük ana yemek salonunda verildiği için herkes çok şık ve elegan giyiniyor. Bayağı bildiğiniz gece kıyafetleriyle geliyor insanlar yemeğe ya da özel bir davete, hatta bir düğüne gider gibi... Öncesinde fotoğraf seansları oluyor, bu kadar hazırlanma boşa gitmiyor, elinde belge oluyor. Yemek yiyeceğin saati sen seçiyorsun. Seyahat boyunca her akşam aynı masada aynı insanlarla yemek yemeyi seçebilirsin ya da ayrı bir masada kendi başına yiyebilirsin. Sana kalmış... “My time dining” tarz olarak her açıdan çok güzel. Bir kere günde en azından bir kere masada servis edilmesinin de zevkli bir şey olduğunu anlıyorsun. Sonra birbirinden şık ve özenli insanlarla yemek yemenin de aldığın zevke bir katkıda bulunduğunu fark ediyorsun. Bu da sanırım artık yaş ve zevk itibariyle bize daha çok hitap ediyor. Bir avantajı daha var; daha az yiyorsun. Zira restoranda porsiyonlar daha ölçülü ve önceden belirlenmiş. Kalktığında kendini çok yemiş veya ağır hissetmiyorsun, uzun soluklu bir seyahatte bu çok önemli bir kriter. Yine de restoran ve açık büfe arasındaki en büyük fark; ambiyans. Bir sosyolog olarak söyleyebilirim ki sınıf farklarını, insanların davranış ve yaşam tarzı farklılıklarını çok net görebiliyor insan.

Yemekten sonra akşam şovunu izlemek üzere gösteri salonuna gittik. Gemi üzerinde şimdiye kadar gördüklerim ve muhtemelen bundan sonra göreceklerim inanılmaz. Gemideki gösteri salonu; koltukların güzelliğiyle, alanın büyüklüğüyle, dekorasyonuyla, amfitiyatroya benzer yapısıyla şehirlerdeki gösteri merkezlerini aratmayacak nitelikte.

9 yaşında juggling'i meslek olarak yapmaya karar vermiş…

Bu akşam, juggling yapan bir çocuk gecenin olayıydı. Hani şu 5-6 topu bin bir şekilde çevirme meselesi… Aynı tarz bir gösteriyi sadece topla değil; sopalarla, kutularla, şapkalarla ve hatta bıçaklarla yapan çok yetenekli genç bir çocuk vardı.

Yetenek; çok ama çok özel, kıymetli, çok az bulunan bir vergi...

9 yaşında keşfetmiş juggling'e olan eğilimini ve yeteneğini ve daha o yaşta, bunu ileride meslek olarak yapmaya karar vermiş. Şimdi 24 yaşında ve hedefine ulaşmış. Tiyatrolarda, gemilerde, büyük otellerin animasyonlarında muazzam gösteresini sunuyormuş.

Ne istediğini bilmek ve sadece o yola odaklanıp yürümek, ısrar etmek ve sonunda başarılı olmak herkese nasip olan bir şey değil. Bu nedenle de bu çocuğa bayıldım, bir kere daha hayran oldum.

Dance under the stars…

Bu şovun ardından, havuz kenarında adı “dress code: white” olan bir aktivite vardı. “Dance under the stars”… Ben de beyaz mini eteğimi ve beyaz sırttan bağlamalı bluzumu giydim. Gecenin o saatinde büyük bir büfe kurmuşlar, sushi bile vardı. Ben yemek yemedim. Ama çikolata musluğu ve çilekler dehşetti... Dayanamadım... Onlar nasıl çilek öyle? Hansel ve Gretel masalındaki gibi insanı ayartmak, baştan çıkartmak için konulmuşlar sanki oraya, nasıl karşı koyulabilir bu çileklere? Hele bir de çikolata musluğundan geçirip... Hımmm...
Bu tropikal bölgelerde hayatımda yemediğim kadar meyve yiyorum. Sahiden mükemmel...

Diğerleri 8. aksam yemeklerini yerken ben çileklerin başından ayrılmadım. Hepsini ben mi yedim acaba, bilmem, biraz diğerlerine de bırakayım deyip uzaklaştım, ne yalan söyliyeyim...

Bu ülkede hiçbir şeyi gördüğün fiyata alamıyorsun…

Amerika'da alışamadığım bir şey var. Bunu gemide de yaşadım. Bu ülkede hiçbir şeyi afişe edilen kendi fiyatına alamıyorsun... Bir şeye ucuz, hesaplı ya da pahalı diyemiyorsun. Fiyatın üzerine bir dolu şey ekleniyor. Önce vergi, sonra “gratuity” yani servis ekleniyor. Bunun üzerine bir de “additional tips” diye bir yer var, oraya da bir şey eklemen gerekiyor. Zaten % 15 bir gratuity ödüyorsun hizmet için, yetmiyor bir de senin de bir şey eklemen bekleniyor. Yani gönlünden ne koparsa misali... Eklemediğin zaman bozuluyorlar, bayağı surat yapıyorlar. Dolayısıyla ilk sempatilerinin, yakınlıklarının, sıcaklıklarının; ne kadar boş, sahte, hesaplanmış olduğunu anlıyorsun. Ben şahsen bu ülkede bir şey almaya, özellikle hizmet sektörü olan yerlerde çekinir oldum, zira fiyat katlandıkça katlanıyor. Sonra insan, hizmet sektöründeki sevimsiz ve hatta antipatik Fransızları arar oluyor. En azından en son ödeyeceğin rakam zaten başta gördüğün rakam oluyor, bunu herkes biliyor. Kimse şaşırmıyor...

Dünya Turumuzdan Aklımda ve İçimde Kalanlar

Dünya turumuzun ilk ayağı Miami ve Bahama Adaları sona erdi.
Amacımız tam olarak buydu.
Bu seyahatle büyümek, daha çok büyümek ve hep büyümek...
Sınırlarımızı genişletmek...

Eklenmiş olmak...
Yaşayıp tecrübe ettiklerimizle eklenmiş olmak...

Eminim anlatabildiklerimin yanında anlatamadıklarım da vardır.
Asıl fark yaratan zaten onlar...
Fark etmeden hücrelerimize işlemiş olanlar...
Bünyeye işleyerek değişim yaratanlar...

Aklımda Kalanlar...

Amerika'da herkes Paris'e, Fransız kültürüne hayran...
Paris'ten geliyoruz deyince akan sular duruyor.
Bakışlar değişiyor, tavırlar değişiyor. 
“Oh Paris” diye iç geçiriyor en büyük hayali Paris'i görmek olanlar...
Paris'in yanına bir de balayını ekleyince tamamdır.
Dünyanın en romantik çifti biziz...

Aslında olay tamamen farklılık...
İnsanları çekici kılan temel özellik kişisel farklılıkları...
Avrupa'dan, hele hele Paris'ten geliyor olmak farklılık yaratıyor.

“People build lots of wall, not enough bridge”

Avignon'daki “Palais des Papes” (Rahipler Palası)'ni gezerken duvarda bir yerde okumuştum, aklımda kalmış. 
Isaac Newton söylemiş: “People build lots of wall, not enough bridge”
Ne doğru demiş...

Fransızların duvarları çok, Amerikalıların köprüleri çok...
Fransızlar kadar asil ve elegan değiller; ama komplekssizler, rahatlar, her oyuna, her eğlenceye, her espriye, yaşı ve sosyal statüsü ne olursa olsun katılıyorlar.

Sahnede juggling yapan New Yorklu avukata bayıldım...

Bizim çocuk seyircilerden birini çekti aldı. Orta yaşı geçkin bir adam... Çocuk onunla dalga geçti, adam esprilere cevap verdi. Sonra adam kendini tanıttı. Meğer New York'un en ünlü avukatlarından biriymiş. Filmlerde duyarız hani, devletin avukatıymış. Yani başka bir ülkede suçlu olup kendi ülkesinden avukat isteyenlerin avukatı... O koskoca adam sahneye çıkıp o şaklabanlıkları nasıl yaptı; o jongleur çocuğun her oyununa katıldı, hiç takmadı, takılmadı. Bayıldım... 

Wow effect...

Bu seyahat non-stop bir keşifler zinciri...
Her gün bir sürü, bir sürü yeni şeyle karşılaşıyoruz.
Yeni bir yemek, yeni bir içecek, yeni bir yer, mekân... 
Bazıları çok daha fazla etkiliyor ve “wow” dedirtiyor. Ancak o şeye geri döndüğümüzde aynı oranda etkilenmediğimizi görüyoruz.
O şey aslında yine o kadar etkileyici…
Sadece biz ikinci seferde bu “wow effect”ten yoksun oluyoruz.
Tek fark bu...

İçimde Kalanlar...

Gemi gezisinde bir kadın vardı; gerçek bir lady... Amerika’nın upper class bir kesiminden geldikleri çok belli. 70 yaşlarında bir çift... Kocasıyla her akşam gelip pencere kenarında aynı masada yemek yiyorlardı. Kıyafet seçimlerinden, şarap bardağını tutuşuna kadar, oturmasından yürüyüşüne kadar hep onu izledim. Asil ama bir tarafı ezik, saklanıyor. Çünkü bir ya da birçok estetik ameliyat yaptırmış yüzüne belli ki ve yüzü sevgilimin değişiyle bir monster'a yani canavara dönmüş, natürel bir yüz değil; ağız, burun, dudaklar hepsi değişmiş. Ama endamı, edası, zarafeti değişmemiş. Son gün giderken ona “Kesinlikle örnek alacağım bir hanımefendisiniz; zarafetiniz sizi gördüğüm ilk günden beri gözlerimi kamaştırıyor” demek istedim, diyemedim. İçimde kaldı...

Sevgilimin şapkası…

Herkesin duygusal bir bağ kurduğu eşyaları vardır. İşte sevgilimin şapkası bunlardan biriydi. O şapka ona inanılmaz yakışıyordu. Ancak Miami'den otelimize dönerken otobüste şapkasını unuttu(k). Otobüsten inerken kucağımızdan kayıverdi sanki... Biliyorum, o dağınıktır, neyi nerde bilmez, o şapkayı kaybedebileceği ihtimali de hep vardı. Bunu ben düşünmeliydim ve o şapkaya ben sahip olmalıydım. O belli etmez üzüldüğünü, hayal kırıklığına uğradığını göstermez. Sonsuz pozitif ve olumlu bir bakışı vardır onun, güzel kafasında negatif hiçbir duyguya yer yoktur, çabuk unutur. Ama ben biliyorum, o şapkayı kaybettiğine çok çok üzüldü ve bu benim de hatam... O şapkaya sahip olmalıydım. Üzgünüm...

Dilara Akyıldız

Yazar Hakkında

Dilara Akyıldız

ODTÜ Sosyoloji mezunuyum. Paris'te master yaptım. Halen Paris'te yaşıyorum. Dünyayı geziyorum. Her konuda yazılarımı yazdığım bir bloğum var.