Sırt Çantamla Avrupa

Artık Avrupa seyahatimin zamanı gelmişti de sonlara bıraktığım bu tecrübemin zamanı geçiyordu bile. Hep keşfedilmemiş olan uzak diyarları merak edip keşfetmek daha da güzeldi benim için ama bu defa da Avrupa hakkında bilgi sahibi olamamak da beni bir adım geride bırakmıştı açıkçası. Bazen hiç Avrupa’ya gittin mi sorusuna evet gittim dediğimde; Viyana, Prag, Budapeşte ve bir de Köln’ü ekleyelim, böyle birkaç şehirle sınırlı kalıyordum açıkçası… Aslında Avrupa’nın gözbebekleri daha önümde sırada bekliyorlardı. Yine rotamı Köln’den başlayarak ve buradanAmsterdam, ardından Brüksel ve daha sonra Paris’i görmeyi çok istiyordum. Yani Almanya, Hollanda, Belçika ve Fransaturuprogramı yapmıştım kendime. Artık bu turumda Avrupa’nın önemli bir kısmını da tamamlamış olacaktım. Tabii bilindiği gibi sadece gezen bir kelebek ruhu değildi bu. Aynı zamanda eşsiz fotoğrafları da yakalamak vardı benim hayallerimde. Seyahatlerimin en zevkli ama en yorucu taraflarını da bu fotoğraf aşkı oluşturuyordu her zaman. Sırtımda o ağır makine ve objektifler, ayrıca tripod taşımak da ayrı bir yorgunluk demekti benim için. Ama o fotoğraflardan sonra her şeye değiyordu diyebilirim. Her ne kadar planlı olsa da seyahatim, aslında günlerim ve kalacağım geceler spontane gelişiyordu ve her an yeni bir program ve B planı hazırdı benim için. İlk durağım AlmanyaKöln idi ve bildiğim ama doyamadığım bir şehirdi burası. Buradan hareket etmek çok kolay olacaktı. Seyahatimi, hızlı trenler ve Avrupa’nın otobüs hattı olan Eurolines üzerine kurmuştum artık.

10.07.2013 günü geldiğim Köln’de, gelir gelmez bir sorunum vardı. Sırt çantamı otelde bıraktıktan sonra yanıma alabileceğim bir küçük sırt çantası daha almamıştım ve onu almak için çantacı ve spor mağazalarını dolaştım daha ilk günden. İşimi görecek kadar iyi olan gayet de uygun fiyatlı bir çantayı Adidas mağazasında buldum ve gerçekten de seyahatim boyunca çok işime yaradı. Siz de benim gibi bir hata yapmayın sakın. Çünkü koskoca sırt çantasını taşımaktansa bir küçük  sırt çantasına mutlaka ihtiyaç duyuyor insan.  Fotoğraf makinemi, pasaport ve cüzdanımı, cep telefonumu ve şarj aletimi, suyumu ve ufak tefek ihtiyaç duyabileceğim gözlük, tişört, yağmurluk vb. eşyalarımı koyabileceğim ufak bir sırt çantası en büyük ihtiyacım oldu bir anda. Akşam saatlerinde ise yeniden Köln Katedrali’nin ve Hohenzollern Köprüsü’nün gece fotoğraflarının çekim zamanı gelmişti artık ve bu muhteşem kareler yeniden portföyümdeydi artık. Bu defa Nikon D600 Full Frame bir makine ile çekim yapmak ve 24-85’in harika performansı fotoğraflarıma daha da iyi yansımıştı artık. 2 gün Köln için yeterli bir zamandı benim için ve tam zamanında ayrıldım bu güzel Almanya şehrinden. Ama ilk günden Amsterdam’a gitmek için biletimi Köln HBF’den aldım.    
 
Köln HBF, Köln’ün merkez tren istasyonu ve şehrin merkezi burası. Katedralin olduğu yer ve bütün trenlerin, şehir içi ve şehirlerarası hızlı trenler ve hatta Eurolines otobüslerinin merkezi dahi burada. Köln HBF demek, tüm turist ve halkın geliş ve gidiş noktalarının kalbi demek. Avrupa’nın en meşhur hızlı tren şirketiThalys ve Ice şirketleri olarak bilinir ve ben Amsterdam’a gitmek için biletimi biraz daha uygun olan Ice Train’den aldım. Köln-Amsterdam arası  62,80 Euro’ya bilet buldum ve bu fiyat çok çok iyi.
 
12.07.2013 tarihinde 14.46’da Köln’den kalkan trenim yaklaşık 2,5 saatte 17.26’da Amsterdam’a geldi. Artık Almanya-Köln günleri geri gelmek üzere şimdilik bitmiş ve Hollanda-Amsterdam günlerim başlamıştı benim için.

Amsterdam’a gelmeden önce 3 gecelik rezervasyonumu www.booking.com aracılığı ile Amsterdam’ın ünlü caddesi Red Light District’te bulunan Budget Hostel Heart of Amsterdam adlı  hostelden gayet uygun bir fiyat yakalayarak yaptım. Otelim gerek konum, gerekse temizlik ve güvenlik acısından çok başarılı bir oteldi. Budget Hostel Heart of Amsterdam isimli oteli kesinlikle sırt çantalı gezginlere tavsiye edebilirim. Amsterdam, ilk geldiğimde harika bir şehir havası uyandırdı bende ve gerçekten de öyleydi. Central Station’dan ilk çıktığım andan itibaren sıcacık bir atmosfer vardı. Amsterdam Merkez Tren İstasyonu’ndan şehrin kalbi konumundaki Dam Meydanı’na yürüyerek 10 dakikada gidilebiliyordu ve bu çok iyi oldu benim için. İlk önce otelimi buldum, yerleştim ve ardından fotoğraf makinemi ve küçük sırt çantamı alarak, daldım Amsterdam’ın kanallarıyla ünlü sokaklarına...
 
Amsterdam çok farklı bir şehir olmasının yanında kendine özgü mimari evleri, kanalları ve kalabalığı ile de muhteşem duygular hissettiriyor insana. İnsanların sıcakkanlı olması ise Amsterdam’ın asıl en muhteşem özelliği idi benim için. Benim için buradaki ilk saatlerimdi. Biraz kanalların aralarında yürüdüm, biraz Dam Meydanı’nda oturdum ve şehir daha ilk dakikalarından itibaren büyülemişti beni. Daha ilk gecemde ise harika gece fotoğrafları yakalamak günün tüm yorgunluğunu almıştı üzerimden ve artık dinlenme zamanı…

13.07.2013 günü artık Amsterdam’ı gündüz gözüyle gezmek ve otelden aldığım şehir haritası ile farklı mekânlarını keşfetmek zamanı gelmişti. Amsterdam o kadar güzel ve kolay bir şehir ki isterseniz yürüyerek her tarafa ulaşmak mümkündü ve çok da zevkliydi. Ancak arada metro kullanmak işi çok kolaylaştırıyordu aynı zamanda. Bu arada Amsterdam’da otobüs ve metro 1,70 Euro ve biletin geçerlilik süresi 1 saat. Şehrin içinde Begijnhof Evleri ve Spui bölgesi ilk durağımdı. Ardından Ice Bar’a yürüdüm ve çevresini gezdim. Daha sonra Windmills yani büyük yel değirmeninin olduğu bölgeyi gezdim. Artık hava sıcaklığını hissettirmeye başlamıştı ve buradan bir metroya binerek Rijksmuseum’a ve orada bulunan Van Gogh Müzesi’ne geldim. İki müzeyi de gezdim ve çok müze gezmeyi sevmememe rağmen bu müzeye bayıldım gerçekten. Amsterdam’da görülmesi gereken yerlerden bir tanesiydi burası da… Müzenin arkasında bulunan bir platform halindeki “I Amsterdam” yazısı ise turistlerin uğrak noktası idi. Benim de en beğendiğim bölge burası oldu diyebilirim. Farklı fotoğraflar çektim ve dinlenme imkânı da buldum burada. Mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer olarak ilk sıralarda yer alan bir bölge burası. Buradan çıkışta ise yürüyerek çiçek pazarına gittim ve kalabalık bir Avrupa başkentinde şehri her haliyle yaşamak çok güzel bir deneyim oldu benim için.
 
Amsterdam gerçekten doyumsuz bir şehirdi ve çok eğlenceliydi. Gece hayatını ise anlatmaya zaten gerek yok. Bilindiği gibi Red Light buranın gece hayatının en yoğun olduğu bölge. Bu aradaRembrandt Meydanı da akşamları en az Dam Meydanı kadar güzel ve hareketli bir meydan. Benim fikrim görülmeden dönülmemesi gereken bir yer olan Rembrandt Meydanı’nda bir kahve içmeden Amsterdam’ı bitirmeyin. Artık Amsterdam yavaş yavaş geride kalıyordu benim için. Yarın artık Hollanda’nın meşhur balıkçı kasabası ve yerli halkın yaşam yeri olan Marken ve Volendam’a gitmek için hazırlıklarıma başladım bile…

14.07.2013 sabahı kahvaltımı yapıp doğru Marken ve Volendam yollarına düştüm. Dilerseniz bu kasabalara otobüslerle de ulaşabilirsiniz ancak daha az yer görme ve zamanı yetiştirememe riskine karşı ben bir program yaptım ve tur ile gitmenin daha uygun olacağını düşündüm. Turun bedeli 36 Euro ve çok ekonomik sayılmaz ama Avrupa her zaman pahalı. Ayrıca yel değirmenlerinin olduğu Windmills bölgesine de gidiyorsunuz ve sizi aldıkları gibi yine Central Station önünde bırakıyorlar. Bu durumda tur seçeneği biraz daha cazip gelebiliyor. Marken, kendine özgü ağaçtan yapılmış Hollanda ayakkabılarının üretim yeri olan bir küçük köy diyebilirim. Burada bu ayakkabıların üretim yeri var ve burayı gezip hediyelikler alabiliyorsunuz.
 
Marken’den Volendam’a vapurlarla geçiyorsunuz. Volendam ise daha büyük ve daha kalabalık bir balıkçı kasabası. Peynir üretimi yapılan ve balıkçı kasabası olması ile ünlü olan bu kasabanın ise daha çok evleri meşhur. Volendam evlerini görmek, burada olmak gerçekten harika bir gün geçirmeme neden oldu. Farklı bir Avrupa kasabası ile karşılaştım ve çok sevdim. Hemen sonrasında yel değirmenlerinin olduğu Windmills bölgesine gittik. Artık gün iyice yorucu olmuştu ama çok farklı bir Hollanda günü yaşadım diyebilirim. Artık Hollanda-Amsterdam günlerim de bitmişti ve yarın sabah erkenden Belçika-Brüksel’ e gitmek üzere hazırlıklarıma başladım.

15.07.2013 ve artık yola çıkma zamanı geldi. Sırt çantamı geceden hazırlamıştım zaten. Kahvaltımı yapar yapmaz soluğu yürüyerek Amsterdam Central Station’da aldım. Amsterdam’dan Brüksel’e direkt giden hızlı tren 99 Euro idi ve bu biraz pahalı geldi bana. Danışmaya gittim Brüksel’e başka hangi alternatif yollarla gidebileceğimi sordum. Bana hızlı tren kullanmadan normal trenle Eindhoven’a oradan Belçika’ya geçip 1-2 aktarma ile Brüksel’e gidebileceğimi anlattı ve Brüksel’e gidecek olan trenlerin haritasını ve fiyatlarını aldım. Artık rota biraz kaymıştı ama farklı farklı şehirleri görerek geçiş yapacaktım ve bu da bir çeşit tecrübe olacaktı benim için. Eindhoven’a gitmek için Amsterdam-Maastricht trenine bilet aldım ve yaklaşık 1 saatlik bir tren yolculuğu ile nihayet Eindhoven’a geldim. Halen Hollanda futbolunun önemli ismi PSV Eindhoven takımının var olduğu şehir ve bu düşünce ile bana çok sıcak geliyordu burası. Eindhoven’da olmak güzel bir duyguydu neden bilmiyorum… İstasyondan çıkıp biraz dolaştım ve daha sonra Belçika sınırına otobüs ile yarım saatte geçtim. Buradaki şehrin adı Lommel idi ve ben artık Belçika topraklarındaydım. Yolculuğum geze geze aslında zevkli bir halde ilerliyordu. Ancak çok ilginç şeyler düşünüyordum. Mesela Belçika’ya girdiğiniz andan itibaren evlerin yapısı insanların düzeni ve ev-bahçe özelliği ile Belçika topraklarında olduğunuz hemen kendini belli ediyordu. Nasıl belirgin bir Belçika tarzı vardı evlerde anlam veremedim. Ama evler, bahçeler çok düzenli ve çok güzeldi. Hayranlıkla izliyordum.

Lommel’den ayrılma vakti gelmişti ve yine sorarak Brüksel trenine bindim. Aslında bunda da aktarma vardı ve tren görevlisi bana ineceğim durağı bir kâğıda yazmıştı. Toplam 4 durak saymamı ve sonra inmemi söyledi. Ardından tekrar yanıma gelerek arka vagonda bir çiftin de Brüksel’e gittiğini, onlara benden bahsettiğini ve inerken beni de haberdar edeceklerini bildirdi. Bu benim için iyi bir haber oldu. Yolculuk toplam buradan da 1 saat kadar sürdü ve nihayet artık Brüksel Merkez Tren İstasyonu’na geldim. Brüksel’de 2 adet tren istasyonu var. Bunlardan bir tanesi South Station, yani Brüksel Merkez İstasyonu ve diğeri de Noord Station. Brüksel Merkez İstasyonu’na geldiğimde fark ettim ki buraya çok hazırlıksız gelmişim… Çünkü nereye gideceğimi, nerede konaklayacağımı bilmiyordum. Sırtımdaki çanta bu belirsizlikle daha da ağırlaşmıştı sanki ve Central Station’dan çıkarak kalabalığın yürüdüğü yere doğru yürümeye başladım. E yani bu kadar da olmaz denir ya, daha 5 dakika yürümeden kafeteryaların, otellerin, restoranların ve hediyelik eşya satan dükkânların olduğu meydanda buldum kendimi.
 
Meydandan sonra yine kalabalığın içine daldım ve Brüksel’in ve 2010 yılında Avrupa’nın en güzel meydanı seçilen asıl büyük meydana Grand Place Meydanı’na geldim. Burası muhteşem bir yerdi. İlk izlenimlerim ise burası benim için çok güzel fotoğraflar ve güzel dakikalar demekti. İlk sorduğum otelde 35 Euro fiyat aldım ve otelim gayet temiz, şık ve meydanın iyi otellerindendi. Otele yerleşmemin ardından soluğu Grand Place Meydanı’nda aldım ve ortam, kalabalık, muhteşem bir atmosfer vardı burada. Meydanın o tarihi havasını doyasıya yaşıyordum adeta ve fotoğraf çekimlerim için de saatleri sabırsızlıkla saymaya başlamıştım. Meydanın ortasında oturdum ve her şeyi, her ayrıntıyı izlemeye koyuldum. Brüksel gerçekten çok özel bir şehirdi. Bütün akşamımı ve gecemi burada geçirdim. Dinlenme vaktim çoktan gelmişti ve yarın için yeni bir seyahat  rotası olarak artık Paris planlarım başlamıştı bile…

16.07.2013 sabahı erkenden kalktım. Otelde kahvaltımı yaptıktan sonra çıkış için hazırlıklarımı yaptım ama Brüksel’de yapmadığım, eksik olan bir şeyi fark ettim. Dün Grand Place Meydanı’na ve gece fotoğraflarına kendimi o kadar kaptırmışım ki buranın olmazsa olmazlarından Manneken Pis, yani “İşeyen Çocuk” anlamına gelen bronzdan yapılmış İşeyen Çocuk heykelinin oraya gitmeyi unutmuştum. Aslında bulunduğum yere yürüyerek 10 dakika mesafede idi. İlk olarak orayı ziyaret ettim ve iyi ki de gelmişim. Aslında ufak bir heykel ama yine de görülmeye değer ve en azından bir tarihi hikâyesi de var elbette. Ardından Paris yolculuğu başladı. Ancak bu defa hızlı tren yerine Avrupa’nın otobüs hattı olan Eurolines’ı denemeye karar verdim. Birincisi bu otobüs seyahati ile bilgi almayı ve denemeyi çok istiyordum. İkincisi fiyat olarak yarı fiyatına bir yolculuk yapıyorsunuz hızlı trene göre. Üçüncü sebep ise Paris’e giden hızlı tren saatini kaçırmıştım ve bir sonraki saate kadar ben zaten Paris’e otobüsle varmış oluyordum. Bu gibi sebeplerle de Eurolines otobüs hattı yine Avrupa seyahati yapacaklar için de deneme fırsatı olacaktı benim için. Hem konforlu hem ekonomik bir seyahat olarak tercih edilebilir bir alternatif ve tavsiye edebileceğim bir seyahat şekli elbette.
 
Eurolines ile Brüksel’den Paris’e yaklaşık 5 saatlik bir yolculuk yaptım ve otobüste uyuyarak ve geçtiğimiz şehirlerin güzelliklerini de izleyerek mutlu ve dinlenmiş bir şekilde ikindi vakitlerinde Paris’e geldim. İşte Fransa ve işte Avrupa’nın gözdesi Paris

İlk önce diyeceğim tek şey; Paris’in altına bir örümcek ağı gibi örülmüş metro hattı. Bu konuda inanılmazlar, şehrin altını örümcek ağı gibi örmüşler resmen! Metro, süper işliyor ve çok kalabalık. Hemen “Turizm Danışma”dan bir harita ediniyorum kendime ve direkt olarak Eiffel Kulesi’ne gitmek istiyorum. Danışmadaki kadın metro ile hangi rotayı takip edeceğimi bana söylüyor. Ama inanın çok nazik değiller. Fransa bambaşka… Hiçbir Avrupa ülkesine benzemiyor. Müslümanlar ve siyahi ırk bir hayli fazla… Fransızların ise yüzü çok gülmüyor. Ben yaklaşık 10-15 dakikalık bir metro seyahatinden sonra artık yeraltından gün yüzüne çıkıyorum nihayet ve nihayet Eiffel Kulesi muazzam görüntüsü ile tam karşımda. Tabii ki fotoğraflar fotoğraflar… Bir de şunu belirtmeliyim Eiffel Kulesi sadece bir kule olarak değil etrafında bulunan yemyeşil parkları ve yaşam alanları ile de çok güzel. Tabii ki bu yeşil alanların adı ise Champ de Mars, yani “Mars Alanı” adı verilen bölge. Burası olabildiğince büyük bir park ve yeşil alan olması nedeni ile turistler için sıkıntısız bir ziyaret sağlıyor ve ayrıca Eiffel Kulesi’ne ayrı bir hava katıyor.

Akşam saatlerine doğru ise Eiffel’in etrafındaki Champ De Mars’ta gün batımını beklemek apayrı bir tat. Benim için ise fotoğraf şöleni. Burası geç saatlere kadar kalabalık ritmini hiç kaybetmiyor. Eiffel Kulesi altında fotoğraf çekilenler, müzik dinleyenler, müzik yapanlar, enstrüman çalanlar, dans edenler ve hatta Fransız şaraplarından yudumlayanlar herkes burada neredeyse. Ben Paris’teki ilk günümü, Eiffel Kulesi etrafında fotoğraflar çekerek ve Champ De Mars’ta oturup yeni dostluk kurduğum turistlerle sohbet ederek bitiriyorum.

17.07.2013 günü artık Paris’i gündüz gözüyle keşfetmenin zamanı geldi ve şehri gezmenin en kolay yolu Hop On Hop Off otobüsleri olarak da bilinen turistik otobüsleri kullanmak diye düşünüyorum. Kendime 1 günlük bilet alıyorum ve sırayla Paris’in gözde turistik merkezlerini geziyorum. İlk sırada Notre Dame Katedrali var ve Notre Dame Katedrali en çok etkilendiğim yerlerden bir tanesi. Sadece katedral olarak değil de etrafındaki sessiz kalabalıkta Paris havasını hemen hissediyorsunuz. 

Kafeterya ve alışveriş yerleri, çok saygılı ancak gülmeyen yüzleri ile bir o kadar da Fransızlar… Ardından Louvre Müzesi en ilginç yerlerden bir tanesi ancak bunlarla ilgili ayrıntılı bilgileri bu gezi yazımda yazarak fazla dikkat dağıtmak istemiyorum. Ama Louvre Müzesi’nin görülmesi gereken çok özel bir mekân olduğu konusunda emin olabilirsiniz. Louvre Müzesi’nden çıktıktan sonra etrafta bulunan işportacılardan Eiffel Kulesi biblosu alıyorum. Normal mağazalarda 40-50 Euro olan bu büyüklükteki bibloyu 15 Euro gibi bir fiyata alabiliyorum. Ardından Paris’in alışveriş bölgesiLafayette’ye gidiyorum ama alışveriş zamanı değil benim için. Biraz boş boş dolandıktan ve burada bulunan bir kafede bir şeyler içtikten sonra çok merak ettiğim Şanzelize’ye doğru yolculuğum başlıyor. İsmi bile çok hoş olan Champs-Élysées (Şanzelize) yolu bambaşka bir yol… Törenlerin, resmi geçitlerin, yürüyüşlerin, kutlamaların yapıldığı bir cadde burası ve çok çok farklı aynı zamanda.

Şanzelize, Concorde Meydanı’ndan başlayıp Zafer Takı adı verilen anıta kadar yaklaşık 3 km kadar gidiyor ve mutlaka gidilmesi ve görülmesi gereken yerlerden bir tanesi. Elbette ne diğer şehirler ne de Paris bu kadar kısa bir zamana sığdırılacak şehirler değil ama artık kafamda yavaş yavaş Paris’i de bitiriyorum. Paris’i biraz hızlandırılmış bir programla gezmiş olmama rağmen gerçekten çoğu yeri boş geçmedim diyebilirim. Benim için yorucu ama çok zevkli bir seyahat oldu “Sırtımdaki Avrupa”.

Üzerimde 10 günlük bir Avrupa yorgunluğu vardı ve sanki koskoca Avrupa’yı 10 günde sırt çantama sığdırmış taşıyor gibiydim. Uçağım Köln’den kalkacağı için artık geri dönüş yolunu düşünmem gerekiyordu. İlk önce yine hızlı trenlere baktım ve yarın sabah vardı en erken. Oldukça da pahalıydı Eurolines otobüs hattına göre. Eurolines ise bu akşam 22.00’de gidiyordu Köln’e ve sabah saatlerinde Köln’de olacaktı. Benim için hem otel de konaklamadan otobüs yolculuğu ile seyahat ederek geceyi geçirme imkânı sağlıyordu. Ayrıca daha ekonomik olacaktı ve geç kalırım stresi de olmadan erkenden yapılacak bir geri dönüş seyahat seçeneği idi. Artık kararımı verdim ve akşamüzeri son bir kez yine Eiffel Kulesi ziyaretimden sonra metro ile Eurolines otobüs durağına geldim ve ardından Paris’ten Köln’e geri dönüş seyahatim başladı.

Sabah saatlerinde Köln artık kucağını açmış beni uğurlamak üzere bekliyor gibiydi. Artık resmen fotoğraf makinemi bir daha elime almak istemiyordum. Dinlenmeye ihtiyaç da vardı artık. 18.07.2013 günü, gün boyu Köln’de Starbucks ve Burgerking gibi yerlerde vakit geçirdikten sonra uçak saatim de nihayet geldi ve artık Avrupa’ya veda vakti…

UFUK AKKUŞ

Yazar Hakkında

UFUK AKKUŞ

Gezgin, Fotoğrafçı 1977 Karabük doğumlu, Safranbolu da yaşıyor.. Mesleğini çok seven bir sigortacı. Hayallerinin peşinden düştü yollara. Farklı kültürleri tanımayı çok seviyor.