Şehirlerle Özdeşleşen Filmler

Bazı şehirler gerek tarihi dokusuyla gerek modern mimarisiyle gerekse coğrafi özellikleri ile diğer şehirlerle arasında fark yaratarak insanlara muazzam manzaralar sunmayı başarıyor. Mutlaka gezilmesi gereken bu şehirler, sadece gezginlerin değil film yönetmenlerinin de dikkatini çekiyor. Hatta bazı filmlerin yaşattığı sanatsal dokular nedeniyle doğrudan o şehir için çekilen filmler olabiliyor. Filmleri çekilecek kadar güzel ve sanat dolu olan bu şehirleri şu şekilde sıralayabiliriz:

New York in Manhattan – Woody Allen (1979)

“Aşk Mektubu” olarak bilinen film her ne kadar romantik tarzda bir film olsa da yapıt Woody Allen'in komedisini de içerisinde barındırıyor. Gordon Willis'in muhteşem görüntü yönetmenliği ile Manhattan’ın hem renkli hem de siyah yönleri seyirciler ile buluşuyor. Şehri en derinlerine inerek, en ince ayrıntısına kadar betimleyen çekim ekibi, New York’un gözde bölgesi Manhattan’ı tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. Manhattan'ın statik dış çekimleri gündüz ve gece saati fark etmeksizin Gershwin'in Mavi Rapsody’sinde çekilmiştir. Bu mekân filmin ikonu haline gelmiştir.

London in It Always Rains On Sunday – Robert Hamer (1947)

Londra'nın  turistik yerlerini mekân olarak kullanan birçok film bulunuyor. Birçok işlemden geçen mekân görüntüleri şehrin verdiği romantik ve tarihi hava nedeniyle birçok sahne için kullanılabiliyor. Ancak Robert Hamer'ın mükemmel 1947 melodramı bunlardan oldukça farklıdır. Şehrin birçok yerini herhangi bir işlemden geçirmeden, olduğu gibi kullanan Hamer, Londra’nın tüm ihtişamını başarılı bir şekilde seyircilere yansıtıyor. Özellikle pazar sahneleri eleştirmenler tarafından yoğun şekilde olumlu yorumlar almıştır.

Amélie Jean-Pierre Jeunet (2001)

Paris'in ) XVIII. Bölgesinde bulunan Montmartre'yi "Amélie’den önce" ve "Amélie’den sonra" olarak düşünmek çok doğru olacaktır. Şehrin imajı ve turistik faaliyetleri üzerinde bu denli etkili olabilen film sayısı son derece azdır. Tüm ihtişamı ile Paris’in en yüksek rakımlı yeri olan Montmartre’yi seyirciyle buluşturan Jeunet, yönetmenliğini yaptığı Amélie filmi ile dünya çapınca bir üne kavuşarak kendinden seneler boyunca bahsettirmeyi başarmıştır.

Los Angeles: LA Confidential – Curtis Hanson (1997)

1940'ların siyah beyaz filmlerine geri dönüş yapan LA Confidential, Los Angeles  filmleri arasında sonuncu retro tarz filmdir. Aynı adı taşıyan 1990 basım James Ellroy romanına dayanarak düzenlenen bu film, LAPD subayları ve 1950'lerin kötü polislerini anlatan son derece başarılı bir yapım. Los Angeles’in tarihi sorunlarına değinen filmin geçtiği Silverlake ve Echo Park mahalleleri filmden sonra bir hayli ünlenmiştir.

The Departed – Martin Scorsese (2006)

Birçok başarılı yapım ile ün kazanmış bir yönetmen olan Martin Scorsese, her ne kadar New York’ta doğup ve büyümüş biri olsa da Boston'a (https://gezimanya.com/boston-massachusetts) ait en ikonik filmlerden biri olan “The Departed” yapıtının yönetmenliğini yapmıştır. Scorsese bu filmde, mafya Whitey Bulger'ın hikâyesinden esinlenmiş. Güney Boston’un içinde bulunduğu yüksek suç oranını ve polis teşkilatında yaşanan kirli polislik durumları için tamamen gerçek olaylardan esinlenilmiştir. Leonarda Di Caprio’nun da muhteşem oyunculuğu ile Boston’u tüm açıları ile seyirciye yansıtan bu film, Boston’un ikonu haline gelmiştir.

Spring Fever – Lou Ye (2010)

2009'da Çinli film yapımcısı Lou Ye’nin toplum ahlakının zamanla bozulmasını işlediği film, Nanjing  şehrinin ikonu haline gelen oldukça ilginç bir filmdir. Filmi ilginç kılan unsur basit bir el kamerası ve sadece beş aktör ile Nanjing şehrinde gizli çekilmiş olmasıdır. Çekildiği dönem Çin hükümeti Lou Ye’ye film çekme yasağı getirmişti. Bu yüzden böyle gizli bir yola başvuran yönetmenin bu filmi derinlemesine incelendiğinde siyasi mesajlar vererek zamanının Çin hükümetini eleştirdiği görülebilir.

Night Train to Lisbon – Bille August (2013)

Film, bir kadının intihar etmek istemesi ve başrol onu kurtardıktan kadının izini kaybettirmesi ile başlamaktadır. Elinde kadından kalan tek şey olan kırmızı mont olan öğretmenin, kadını tekrar bulmak ve montunu geri vermek için yaptığı ilginç mücadeleyi anlatan bir macerayı konu edinmiştir. Montun cebinden çıkan ufak bir kâğıt parçasından bir hayli etkilenen başrol oyuncusu, monotonlaşan hayatından sıyrılıp Lizbon'a  gidiyor. Yaşadığı maceralar sırasında izleyicileri heyecanlandırırken aynı zamanda Lizbon’u tüm güzellikleri ile seyircilere sunan öğretmen, adeta izleyicilerde Lizbon’a gitme isteği uyandırıyor. Lizbon'u trenle seyahat etme hevesi yaratacak bu film, şehrin ikon filmi olarak bilinmektedir.

Chung Hing Sam Lam – Wong Kar-Wai (1995)

Çin'in güney kıyısında bulunan ve Çin ile İngiliz yaşam tarzlarının karışımını sunan şehir hayatıyla Hong Kong, Uzakdoğu şehirleri arasında biraz daha farklı kalıyor. Hiçbir ortak özelliğe sahip olmayan milyonlarca insanın bir arada yaşadığı Hong Kong, adeta bir kültür şehri haline gelmiştir. Her gün farklı kültürden insanlarla tanışma fırsatının bulunduğu bu şehir, oldukça karmaşık bir günlük hayata sahip. Hong Kong’un simgesi haline gelen Chung Hing Sam Lam filminin daha çok “Hong Kong Ekspresi” ismi ile biliniyor. İki polisin sevgilileri tarafından terk edildikten sonra hayatlarının kesişmesi ve beyaz bir sayfa açarak yeni maceralara atılmasını konu alan film, dünya çapında ilgi görmüş bir filmdir.

Casablanca - Michael Curtiz (1946)

Kazablanka şehri Fas'ın batısında bulunuyor. Atlas Okyanusuna kıyısı bulunan bir liman şehri olmasının yanı sıra Hollywood klasikleri arasına girmeyi başarmış bir filme isim sahipliği yapıyor. Romantik film türünün atası sayılabilecek Kazablanka filmi, adını aldığı Kazablanka şehrinin tarihi ve romantik yapısını seyircilerine muazzam bir şekilde yansıtıyor. 2. Dünya Savaşı’nda, dönemin eli kanlı diktatörü Adolf Hitler’den kaçan Avrupalıları ve bu mülteciler arasında olan başkarakterler arasında böylesine sıkıntılı bir ortamda geçen aşk hikâyesini anlatan film, 1943 yılında en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo dallarında Oscar aldı. Bunların haricinde 1989 senesinde ABD Kongre Kütüphanesinden ve 2002 senesinde ABD Film Enstitüsü tarafından ödüle layık görülen film “Tüm zamanların en iyi aşk filmi” seçildi.

Bükreş'in Doğuşu - Corneliu Porumboiu (2006)

Romen yönetmen Corneliu Porumboiu’un yönetmenliğini yaptığı Bükreş’in Doğuşu, Bükreş tarihini muazzam bir şekilde anlatan başyapıtlar arasında yer alıyor. 2006 yılında çekilen bu film, yönetmenin ilk yapımıdır. Farklı bir tarza sahip olan film, konusunu bir televizyon programı parodisi ile anlatıyor. Birbirinden çok farklı karakterlere sahip üç adamın bir televizyon programına sunuculuk yapması ve bu sunuculukları sırasında farklı bakış açıları ile tarihi olayların nedenlerini ve sonuçlarını sorguladıkları benzersiz bir yapıt olan Bükreş’in Doğuşu, Bükreş için en ikonik film olduğu söylenebilir.

Tanrı Kent (Cidade de Deus, 2002) / Rio de Janerio, Brezilya

Favela sözcüğüyle ilk kez Aslı Erdoğan’ın "Kırmızı Pelerinli Kent" isimli kitabında karşılaştım. Derme çatma evlerden oluşan gecekondu mahallelerine Güney Amerika’da, özellikle de Brezilya’da verilen isim; Favela. Aslı Erdoğan bence muhteşem kitabında Rio de Janeiro’yu ve Rio’nun “Favela”larındaki uyuşturucu savaşlarını, acımasızlığı, kolayca katledilen insanları anlatır. Sadece o kitap bile Rio de Janeiro’yu mutlaka gidilecek yerler listeme koymuştu ki kitabı okuduktan hemen sonra Tanrı Kent’i izledim.
 
Tanrı Kent, sanırım bu listedeki sinema sanatı açısından en iyi film. Yönetmenliğini Fernando Meirelles ve Katia Lund’un yaptığı bu çarpıcı film fotoğrafçı “Roket” Buscape karakteri üzerinden Rio de Janeiro’nun ünlü Favelası Tanrı Kent’in 1960’lardan 1980’lere kadarki öyküsünü özgün bir sinema diliyle anlatır. Zamanda hızlı ileri gidip gelmeler, ekranın parçalara bölünerek değişik sahnelerin aynı anda tek ekranda gösterilmesi ya da ekrandaki görüntünün bir anda donması gibi ilginç bir kurgusu olan film içerdiği şiddet sahneleriyle de insanı fazlasıyla etkileyen bir filmdir… Üstelik de filmde anlatılanlar gerçektir. Filmin senaryosu aynı adlı kitaptan uyarlanmıştır. Kitabın yazarı ise kendisi de yıllarca Tanrı Kent’te yaşamış Paulo Lins’dir.

Tanrı Kent, izledikten sonra insanda ne kadar tehlikeli olabileceğini bilseniz de Rio de Janeiro’ya gitme ve Favelaları yakından görme tutkusu yaratan bir film…
 
Tanrı Kent ile ilgili küçük bir dipnot; Favelaları görme tutkusunu filmi gördükten sonra tek yaşayan ben değilim sanırım. Çünkü günümüzde Favelalar, Tanrı Kent filminin tüm dünyada gördüğü ilginin de etkisiyle Rio de Janeiro’nun Sugar Loaf Tepesi, Copacapana Plajı ya da Kurtarıcı İsa Heykeli gibi turistik bir mekân haline gelmişler. İnternette basit bir arama yaptığınızda bile Favela turları düzenleyen pek çok acenteye ulaşabiliyorsunuz...

Ölüm Tarlaları (The Killing Fields, 1984) / Kamboçya

Sanırım pek çok gezgini Kamboçya’ya götüren şey muhteşem Angkor Wat manzaralarıdır. Benimse 2008 Aralık ayında Siem Reap Havalimanı’ndan ülkeye giriş yaparken aklımdaki tek şey yıllar önce izlediğim bu filmdi.
 
Bildiğiniz gibi 1975 ile 1979 yılları arasında Pol Pot liderliğinde Kamboçya’yı yöneten Kızıl Khmerler, yaklaşık 2 Milyon -hatta bazılarına göre daha fazla- insanı sistemli bir şekilde öldürdüler. Batı dünyasının, büyük olasılık Kamboçya’nın petrol ya da doğal gaz benzeri bir zenginliği olmadığı için pek ilgi göstermediği bu “soykırım” üzerine yapılmış -yanılmıyorsam- Batı’da çekilmiş tek film de bu.
 
Yönetmenliğini Roland Joffe'nin yaptığı bu insanı sarsan film, New York Times muhabiri Sydney Schanberg (Sam Waterston), Kamboçyalı meslektaşı Dith Pran’ın (Haing S. Nygor ki bu filmle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ı almış) öyküsünü anlatıyor.
 
Ülkedeki iç savaşı takip etmek üzere Kamboçya’ya gelen Sydney, kendisine tercümanlık eden Pranla birlikte Vietnam Savaşı’nı kaybetmek üzere olan Amerikan ordusunun bombaladığı bir köydeki sivil kayıplarla ilgili haber yapmak için zorlu bir seyahate çıkarlar. Başkent Phnom Phen’e döndüklerinde iç savaş sona ermiş, savaşın galibi Kızıl Khmerler başkenti ele geçirmek üzeredirler. Bu arada Amerikan ordusu Vietnam’dan geri çekilirken Kamboçya’dan da bazı sivilleri tahliye eder. Ailesini Amerikan helikopterlerine bindiren Pran, biraz da Sydney’in etkisiyle Kamboçya’da kalır, birlikte haber yapmaya devam ederler. Fakat Kızıl Khmerlerin duruma hâkim olması sonucu ülkedeki durum tehlikeli bir hal almaya başlayınca Fransız Büyükelçiliği’ne sığınırlar. Yabancı pasaportu olanlar canlarını kurtarırken, Pran Kızıl Khmerlerin eline düşüp “Ölüm Tarlaları”na yani insanların dayanılmaz işkencelere maruz kaldığı çalışma kamplarına gönderilir…

Filmin sonrası ölüm tarlalarında Pran’ın esaretini ve yaşadığı işkenceleri anlatır. En sonunda kaçmayı başaran Pran, Tayland sınırındaki mülteci kamplarına ulaştığında sene 1979’dur…
 
Film, izlerken gördüklerinizin gerçek olduğuna inanmak istemediğiniz, insanı sarsan filmlerden. Fakat Kamboçya’ya gidip de Kızıl Khmerlerin kendi insanlarına yaptığı soykırımın izleriyle karşılaştığınızda gerçekte yaşananların filmde anlatılanlardan çok daha kötü olduğunu fark ediyorsunuz.
 
Her ne kadar insanoğlunun kendi türüne karşı ne kadar acımasız olabileceğini gösterip sizi rahatsız etse de bence Kamboçya’yı görme istediği uyandıran bir film.
 
Filmle ilgili bir not; filmde yer alan, ilk rolüyle Oscar kazanan oyuncusu Haing S. Nygor’un kendisi de Ölüm Tarlaları’nda 4 yıl geçirmiş Kamboçyalı bir doktor. O da filmin ana karakteri Pran gibi kamplardan Tayland’a kaçmayı başarmış.
 
Son olarak söylemek istediğim bir şey var; Başkent Phnom Pehn’de kendi halinde bir liseyken Kızıl Khmerlerin hapishaneye dönüştürüp 20 bin kadar mahkûmu akıl almaz işkencelerle öldürdüğü, günümüzde ise Soykırım Müzesi haline getirilmiş Tuol Sleng'in koridorlarında yürürken ya da yine müze haline dönüştürülmüş Ölüm Tarlaları’ndan birindeki Choeung Ek anıtında sergilenen kurbanlara ait kafataslarını izlerken insanoğlunun kendi türüne karşı nasıl olup da bu kadar acımasız olabileceğini anlamakta zorlanıyor insan…

Motosiklet Günlüğü (Diarios de Motocicleta, 2004) / Güney Amerika

Harika bir yol filmi olan Motorsiklet Günlüğü, 20’li yaşlardaki Ernesto “Che” Guevera’nın henüz bir Tıp öğrencisiyken yakın arkadaşı Alberto Granada ile 1950’li yılların Güney Amerika’sında La Paderosa ismini verdikleri motosikletleriyle yaptıkları yolculuğun öyküsüdür.
 
İkili 9 ay içerisinde Buenos Aires’ten yola çıkıp önce Arjantin’in Atlantik kıyısına, oradan uçsuz bucaksız pampaları ve And Dağları’nı aşarak Şili’ye, oradan kuzeye Peru ve Kolombiya’ya kadar süren yaklaşık 14 bin kilometre yol yaparlar.
 
Che rolünde muhteşem bir film olan Amores Perros (Paramparça Aşklar Köpekler, 2000)’tan tanıdığımız Gael Garcia Bernal, Granada rolünde ise Rodrigo de la Serna’nın oynadığı filmin yönetmeni Walter Salles…

Güney Amerika’nın yerli halklarının yaşadığı sömürü, eşitsizlik ve fakirlik ile karşılaşan genç Ernesto’nun yolculuğu sona erdiğinde, adeta içindeki devrimci ruh açığa çıkmış, sonunda onu tüm dünyanın tanıyacağı Che’ye dönüşümü başlamıştır.
 
Bu filmi izleyip de Güney Amerika’ya gidip, bir motosiklet kiralayıp aynı rotada Ernesto ve Alberto’nun izlerini sürme hayalleri kurmayan yoktur sanırım. Basit bir Google taraması sonucunda görebileceğiniz gibi bunu yapmış pek çok da gezgin var. Kim bilir belki bir gün…
 
Dipnot; Filmin Machu Picchu’da geçen sahnesini çok severim. Sahnede antik kentin duvarları arasında gezerken Ernesto şöyle der; “Hiç bilmediğin bir dünya için nostalji hissetmek nasıl mümkün olabilir ki? Bunu (Machu Picchu’yu) inşa eden bir uygarlık "bunu" inşa edebilmek için nasıl yok edilebilir?” Burada "bunu" derken kastettiği, sahnede beliren “çirkin” Lima şehridir. 

Bir Konuşabilse… (Lost in Translation, 2003) / Tokyo, Japonya

En İyi Özgün Senaryo Oscar’ı almış bu film, insanda en az bir Haruki Murakami romanı kadar Japonya’ya gitme arzusu uyandırıyor.
 
Soffia Coppola’nın senaryosunu yazıp yönettiği bu filmin başrollerinde Bill Murray ve Scarlet Johansson oynuyorlar.
 
Kariyerinin sonlarına gelmiş Amerikalı film yıldızı Bob Harris (Bill Murray) bir viski reklamı için Tokyo’dadır. Yeni üniversiteyi bitirmiş Charlotte (Scarlet Johansonn) ise ünlülerin fotoğraflarını çeken eşinin peşinden Tokyo’ya gelmiştir. İkisinin yolları kaldıkları otelin barında kesişir. Bob orta yaş krizi yaşamaktadır, 25 yıllık eşi ile sorunları vardır, Charlotte eşi ile bir geleceği olduğundan emin değildir. Filmin sonrasında yalnızlık duygusu, uyumsuzluk, uykusuzluk ve Amerikalı iki kahramanın modern Tokyo’da yaşadıkları kültür şoku anlatılır.
 
Hala izlemediyseniz bir an önce mutlaka izlemenizi önereceğim bu film Tokyo’yu da kişisel görülmesi gereken şehirler listenize ekleyecektir.

Indiana Jones, Son Macera (Indiana Jones and the The Last Crusade, 1989) / Petra Vadisi, Ürdün

Bir kere en baştan kabul edelim; Serinin herhangi bir filmindeki herhangi bir sahne gezgin ruhların aklına bir sonraki destinasyonu kolaylıkla düşürebilir. Her ne kadar filmlerdeki bazı sahneler gerçekte olduklarından farklı yerlerde gösterilseler de... Sözgelimi; 2013 Mart ayında Iguazu'nun Brezilya tarafını gezerken rehberimiz Eduardo, serinin son filmi Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı’nda şelaleler Peru’daymış gibi gösterildiği için kızgındı…
 
İşte bu film de serinin en iyi filmi olmasa da Petra’yı aklıma ilk kez düşürdüğü için benim için önemlidir. Filmin Ürdün’deki Petra Antik kentinde çekilmiş sahnesi unutulmazdır; hani Kutsal Kâse’nin peşindeki Indiana Jones (Harrison Ford), babası Profesör Henry Jones (Sean Connery), dostları Marcus Brody (Denholm Elliot) ve Indiana Jones’un Mısırlı meslektaşı Sallah (John Rhys-Davies) dar bir kanyonu atlarıyla geçtikten sonra bir anda kendilerini Petra’nın kayalara oyulmuş olağanüstü yapısı El Hazne’nin karşısında bulurlar… 

Küs Kardeşler Limited Şirketi (The Darjeeling Limited, 2007) / Hindistan

Aslında listede bu filmin yerine “The Best Egzotic Marigold Hotel” (Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili, 2011) veya 8 Oscar’lı meşhur  “Slumdog Millionaire” de olabilirdi; hatta biraz daha eski, 1992 yapımı Patrick Swayze’li “City of Joy”. Neden listeye bu filmi aldığımı sormayın, ben de bilmiyorum. Belki Owen Wilson, Adrian Brody ve Jason Swartzman üçlüsünü çok sevdiğimden, belki filmin harika soundtrack albümü nedeniyle, belki de en son bu filmi izlediğimden…
 
Yönetmenliğini Wes Anderson’un yaptığı filmin başrollerinde 3 kardeşi oynayan Wilson, Brody ve Schartzman’ın dışında Bill Murray ve Angelika Huston da var.
 
Film babalarının cenazesinden beri birbirlerini görmeyen 3 kardeşin, Hindistan’da “hayali” Darjeeling Limited isimli lüks trenle yaptıkları yolculuğu anlatıyor. Bu seyahati organize eden kardeşlerden Francis (Wilson) kardeşlerine, amacının birlikte kendilerini bulacakları ruhsal bir yolculuğa çıkmak olduğunu söylese de gerçekteki amacı yolculuklarının sonunda onları bekleyen anneleri (A. Huston) ile buluşmak, aileyi bir araya getirmek.
 
Film boyunca başlarına gelenler ancak insanın başına Hindistan’da gelecek türden şeyler… Bol miktarda inanılmaz Hindistan (Incredible India!) manzaraları içeren eğlenceli bir film…

Bruj’da (In Bruges, 2008) / Bruj, Belçika

Bruj şehrini bu filmden önce bilen kaç kişi vardı acaba?
 
İsminin Flamancası Brugge, Fransızcası Bruges olan, bizimse Bruj diye okuduğumuz bu şehir; Belçika’nın Flamanca konuşulan bölgesinde yer alıyor ve kent merkezinin nüfusu yaklaşık 20 bin. İkinci Dünya Savaşı’nda bombalanmadığından Ortaçağ’dan kalma mimarisi hala korunan bu şehir; kanalları, çikolata mağazaları ve birası ile ünlü turistik bir kent.
 
Filmin konusuna gelirsek; Londralı 2 tetikçi Ray (Collin Farrel) ve Ken (Brendan Gleeson) son işleri ters gidince bir süre ortadan kaybolmaları için patronları Harry (Ralph Fiennes)  tarafından gözlerden uzak bir yere, Bruj’a gönderilirler.  Burada Harry’nin bir sonraki emrini beklerlerken Ken bu kentin tadını bir turist gibi çıkartmaya çalışır, Ray ise Bruj’dan nefret etmektedir. Fakat Ray, o sırada Bruj’da film çekmekte olan Amerikalı gruptan Chloe (Clemence Poesy) ile tanışınca bu şehrin o kadar da kötü olmadığını fark eder. Diğer yandan bu adeta Ortaçağ’dan kalma bir masal dünyası gibi olan şehir, Ken’in de hayata bakışını değiştirmiştir. Patronları Harry’den bir sonraki işleriyle ilgili emir geldiğinde işler karışır. 
 
Martin McDonagh’ın yazıp yönettiği ve IMDB puanı “8” olan film, “iyi film” olmanın ötesinde Bruj’a gitme düşüncesini de kafanıza sokuyor.
 
Genelde Avrupa’ya gitmek fikrinden pek haz etmesem de Bruj’u bu filmden sonra listeme aldım.

Tibet’te 7 Yıl (7 Years in Tibet, 1997) / Tibet

Oldukça uzun olmasına rağmen, sırf içerdiği harika birer fotoğraf karesi tadındaki bolca sahnenin hatırına keyifle izlenecek bir film; hele de benim gibi Nepal, Bhutan ve Tibet üçlüsüne meraklıysanız.
 
Film, Avusturyalı dağcı ve gezgin Heinrich Harrer’in yaşamını anlattığı kitaptan yola çıkılarak yapılmış.
 
Yönetmenliğini Jean-Jacques Annaud’un yaptığı filmin konusuna gelince; egoist ve uyumsuz Avusturyalı dağcı Heinrich Harrer (Brad Pitt), “Nazi Almanyası”nı onurlandırmak için İngilizlerin yönetimi altındaki Hindistan’daki Nanga Parbat’ın zirvesine çıkmak ister (Bugün Pakistan sınırları içerisinde yer alan dünyanın en yüksek 9. zirvesi). Ekip arkadaşlarıyla birtakım sorunlar yaşayan Heinrich, ekip arkadaşlarıyla birtakım sorunlar yaşarken İkinci Dünya Savaşı Patlak verir, İngilizler tarafından tutuklanır ve esir kampına yerleştirilirler. Başarısız birkaç kaçma teşebbüsünün ardından Hienrich, arkadaşı Peter Aufschnaiter (David Thewlis) ile birlikte kaçmayı başarır. İkili Himalayalar’ı aşarak Kutsal Şehir Lhasa’ya, Tibet’e ulaşırlar. Yabancılara yasak olan bu şehrin insanları, yabancı olsalar da Heinrich ve Peter’ı aralarına kabul ederler. Peter evlenirken, Heinrich 11 yaşındaki dini lider Dalay Lama’nın arkadaşı olur…
 
Heinrich’in Tibet’te geçirdiği 7 yılla birlikte insan olarak geçirdiği değişimi harika manzaralar eşliğinde izlemek çok keyifli. Eğer hala izlemediyseniz kaçırmayın derim…
 
Son olarak filmden aklımda kalmış bir söz; Dalay Lama, Heinrich’e dönüp şöyle der: “Sence bir gün insanlar sinema perdesinde Tibet’i izleyip, bize ne olduğunu merak eder mi?”.

Paris, Seni Seviyorum (Paris, J’taime, 2006) / Paris

Paris’i ve aşkı anlatan 20 farklı yönetmenin çektiği 20 kısa filmden oluşan bir film. Her bir öykü, Paris’in farklı bir “Arrondissement” denilen bölgesinde çekilmiş ve çekildiği bölgenin ismini almış; Montmarte, Tour Eiffel (Eyfel Kulesi), Pigal veya Tuileries gibi…
 
Yönetmenlerinin arasında Gus Van Sant, Joel ve Ethan Coen kardeşler, Wes Craven, Tom Tykwer, Alfonso Cuaron gibi ismlerin yer aldığı filmin oyuncu kadrosu da bir hayli zengin; Steve Buscemi, Juliette Binoche, Willem Dafoe, Nick Nolte, Maggie Gyllenhaal, Olga Kurylenko, Natalie Portman ve daha bir sürü isim…
 
Paris manzaraları eşliğinde farklı aşklara ait öyküler var. Sözgelimi; genç sevgilisi için artık sevmediği karısını bırakmak üzereyken, karısının ölümcül bir hastalığı olduğunu öğrenip, karısının son günlerinde yanında olmak için genç sevgilisini terk eden ve karısına yeniden âşık olan bir adamın (Sergio Castellito) öyküsü. Bir film çekimi için bulunduğu Paris’te esrar satın aldığı satıcıya ilgi duyup karşılık alamayınca hayal kırıklığına uğrayan Amerikalı aktrisin (Maggie Gyllenhaal) öyküsü. Fantastik bir aşk; bir gece ıssız bir Paris sokağında karşısına çıkan vampirle tuhaf bir aşk yaşayan sırtçantalı turistin öyküsü (sırtçantalı turist rolünde "Frodo" Elijah Wood, vampir rolünde ise Olga Kurylenko)...
 
İzlediğim Paris’te geçen onlarca filmin arasından bunu seçmemin nedeni sanırım Paris’in kendisinin de filmin bir karakteri olması. “Paris ve Aşk”ı anlatan güzel bir film…

Özgürlük Yolu (Into the Wild, 2007) / Alaska

Sean Penn’i oyuncu olarak severim, politik görüşlerinden ötürü ayrıca severim…
 
Yönetmenliğini Sean Penn’in yaptığı bu filmi trajik sonu nedeniyle pek sevmesem de önemli bir filmdir.
 
Gerçek bir öyküye dayanan film, başarılı bir öğrenci ve atlet olan Chris McCandless’ın (Emile Hirsh) üniversiteden mezun olduktan sonra, kendisini bekleyen parlak geleceği boş verip, sahip olduğu her şeyden vazgeçmesini, tek başına,  ıssız vahşi doğada yaşamak için otostopla Alaska’ya gidişini anlatır. Yola çıkmadan önce tüm birikimi olan 24 bin Dolar’ı hayır kurumlarına bağışlayan Chris, yolculuğu boyunca farklı insanlarla tanışır ve sonunda herkesten ve her şeyden uzakta, Alaska’daki bir ulusal parkta bulduğu terk edilmiş bir otobüste yaşamaya başlar…

Filmin açılışında ekranda Lord Byron’un aşağıdaki dizeleri görülüyor:
 
“Ücra ormanlarda bir haz vardır;
Issız kıyılarda mest olurum;
Kimsenin rahatsız etmediği bir çevre vardır, derin denizlerde
Ve uğultusunda bir şarkı vardır;
İnsanı daha az sevmem ama Doğayı ondan çok severim...”

 
Chris’in öyküsü adeta karmaşık “kirli” şehir yaşamından, saf ve “temiz” doğaya dönüşün öyküsüdür…  Aradığı mutluluğu yalnızlıkta ve doğada bulmasının öyküsüdür.

Hepimizin, özellikle de her gezginin içindeki “kaçıp gitme” duygusunu yeniden uyandıran bir film. Her ne kadar Chris için bu kaçış trajik bir şekilde sonlansa da güzel bir film…

To Rome With Love (Roma’ya Sevgilerle)

Roma’nın sokakları, havadaki romantizm, sıradan insanların sıradan hikâyeleri, Woody Allen’ın dehasıyla bir araya gelince ortaya inanılmaz güzellikte bir film çıkıyor. Filmi izlerken fark etmeden Roma’yı gezmiş oluyorsunuz. Bir şehri hikayeleriyle görmek, ruhunu daha iyi anlamak için en iyi yol filmlerdir herhalde. Woody Allen’ın da yaptığı tam olarak bu.

İyi bir mimar olan John, gençliğini geçirdiği Roma sokaklarında gezerken genç bir adamla karşılaşır ve onda kendi gençliğini görür.

Roma’ya Sevgilerle, adından da anlaşılacağı üzere tam bir Roma güzellemesi.Mekanlarıyla, önde yürüyen, sıradan ve bizden hikayeleriyle insanın içini ısıtacak türden bir Akdeniz havasına sahip film ayrıca geniş ve güçlü de bir oyuncu kadrosuna sahip; Alec Baldwin, Penelope Cruz, Ornella Muti, Roberto Benigni bu isimlerden sadece birkaçı.

Barselona, Barselona

Yine bir Woody Allen ve yine bir şehir filmi. Woody Allen bu kez mekan olarak her köşesi sanat kokan Barcelona’yı seçmiş ve bunu da filmde bir yardımcı oyuncu gibi kullanmış.

Tatil için Barcelona’ya giden ve buradaki bir sergide Juan Antonio ile tanışan iki kadının hayatı, sergi sahibinin onları hafta sonu tatili için evine davet etmesiyle bütünüyle değişir. Artık ortada hayata geçmeyen planlar, aynı adama aşık üç kadın, kıskançlık, pişmanlık ve hayallerle örülü ilişkiler yumağı vardır. Tutku kavramının filmin tam ortasında durduğunu söylersek yalan söylemiş olmayız herhalde. İspanya deyince aklımıza ilk gelen oyunculardan Penelope Cruz ve Javier Bardem başrolleri paylaşıyor.

Kış Uykusu

Nuri Bilge Ceylan’ın başyapıtı. Anlatılan hikâyeler, insan ilişkilerinin sahiciliği, kameranın doğallığı ve oyunculukların ustalığını altın varaklı çerçeve gibi taşıyan mekânı konuşmazsak olmaz. Kapadokya o eşsiz güzelliğiyle filmin her yerinde duruyor vemekânın hikayeyle ilişkisini ustalıkla kuran yönetmen,bizi bize büyük bir resimle anlatıyor. 2014 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan Kış Uykusu, bu alanda Türkiye’nin otuz iki yıllık hasretine de bir son verdi.

Türkiye

180 South (180 Derece Güney)

Belgesel tarzı filmleri seviyorsanız, bu filmi izlerken bütün beklentilerinize karşılık bulacak ve Patagonya’nın doğasına âşık olacaksınız. Bir grup maceraperestin peşine takılıp dev dalgalarda sörf yapmak, dağlara tırmanmak ve vahşi doğayı tecrübe etmek bir yana, muazzam manzaralar karşısında insanın kendinden geçmemesi olanaksız.

Patagonya

 Italian For Beginners (Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca)

Dogma 95’in önemli örneklerinden biri olan film Danimarka’da başlıyor. Danimarka’nın banliyölerinden birine genç bir rahip olarak gelen Andreas, akşamları verilen İtalyanca derslerini vermesi için ikna edilir. “Bütün güzel hikayeler iki şekilde başlar” demiş Tolstoy, “Ya şehre biri gelir ya da bir insan bir yolculuğa çıkar.” Andreas’ın bir yabancı olarak ortasına düştüğü insanlar ve onların hayatın ortasındaki halleriyle teması filmi izlenir kılıyor. Bu arada Kopenhag’ın bu kasvetli kasabasını ve daha sonra gittikleri İtalya’yı arka planda sürekli görmek mümkün. Bu filmi izlemeden önce Dogma 95 hareketiyle ilgili küçük bir araştırma yapmanızda fayda var.

İtalya

Havana’da Yedi Gün

Yedi ayrı yönetmen, yedi ayrı gün. Yönetmenlerden ikisini sayarsak eğer bizi nasıl güzel bir filmin beklediğini anlatmış oluruz herhalde; Benicio del Toro ve Gaspar Noê. Del Toro’nun ilk yönetmenlik denemesi olan hikayede, Emir Kusturica da alışık olduğumuzun aksine bu kez oyuncu olarak çıkıyor karşımıza.

Birbirleriyle ilişkili yedi ayrı hikayenin anlatıldığı film, aynı zamanda bir Havana güzellemesi. Şehir merkezi, arka sokaklar, Havana ile ilgili ne ararsanız bulmanız ve Havana’yı bir ekran ardından neredeyse yaşamanız mümkün.

Havana