Baalbek, Lübnan’ın doğusunda yer alan antik bir bölge. Yunanca adı Heliopolis yani Güneş Kenti olan Baalbek, Baal Tanrısı’na tapınanların şehri olarak da geçiyor. Bu bölge Ortadoğu’nun en önemli Roma kalıntısı olan Venüs, Jüpiter ve Bacchus Tapınağı’na ev sahipliği yapıyor. Lübnan’da görülmesi gereken en önemli yerlerin başında geliyor.

Biz de Şam üzerinden Baalbek’e gitmek üzere Şam’daki Asurad Garajı’na gidiyoruz. Tam garajın girişinde sıra sıra taksiler ve sivil araçlar var. Burada iki adam geliyor yanımıza. Baalbek’e gitmek üzere 4 kişi toplam 2.000 Suri’ye anlaşıyoruz. Bindiğimiz araç sivil, sanırım kaçak çalışıyordu. Bu nedenle bizi alelacele arabaya sokmaya çalışıyor. Çünkü biraz ileride polisler var. “Hop, dur, ne oluyor?” derken, kendimizi arabada, valizleri bagajda bulduk. Ve yolculuk başladı.

Maalesef bu şoförümüz İngilizce bilmiyor. Suriye çıkışına geldiğimizde şoför bize bir yeri işaret ediyor. Gösterdiği yere gidiyoruz ve pasaportları veriyoruz. Buradaki görevli mavi bir kağıt çıkartıyor, hareketlerinden doldurmamız gerektiğini anlıyoruz. Şoför de yanımızda para işareti yapıyor. Gişedeki adam bir kağıda 12$ yazıyor. İyi de ne için para vereceğiz? Çıkış fonu gibi bir şey mi, vize mi, rüşvet mi istiyor? Adamla İngilizce konuşuyoruz, ama çalışanın İngilizcesi yok. Bize önündeki camda asılı duran yazıyı gösteriyor. İyi de, yazı da Arapça... Yine İngilizce olarak Türk vatandaşı olduğumuzu, Lübnan’ın Türkiye’ye vize uygulamadığını anlatmaya çalışıyoruz. Adam sinirleniyor, ya da Arapların genel tavrı böyle... Neyse arabaya geri dönüyoruz, ve hiçbir şey yokmuş gibi yola devam ediyoruz. Biraz ileride gerçek çıkış işlemlerinin yapıldığı bölüme geliyoruz. O zaman bir önceki durduğumuz yer neresiydi???

Hepimiz elimizde pasaportlar, inşallah sorun çıkmaz diyerek sıraya giriyoruz. Şansımıza karşımızda sevimli bir memur var, hepimizin çıkış işlemini hallediyor. İşlemler bittikten sonra tekrar arabaya geçiyoruz. Neredeyse 5 dakika arabayla son gaz ilerledikten sonra tekrar duruyoruz. Neyse pasaportları alıp giriş işlemlerini de hallediyoruz, ve yola devam... Sınırı geçtikten 20 km kadar sonra, taksi, finish falan demeye başlıyor. Nasıl yani? Daha Baalbek’e gelmedik ki, 60 km var.

Baalbek sapağını geçiyor ve kasaba gibi bir yerde duruyor. Biz, daha gelmedik ki konusunu anlatmaya çalışıyoruz. Onun yaptığı hareketlerdense polisle bir problemi olduğunu anlıyoruz. “Polis” diyor ve ellerini çapraz yapıp, kelepçe takılır gibisinden işaretler yapıyor. Turist olduğumuz belli, çevreden birkaç kişi geliyor. Her kafadan farklı bir ses çıkıyor. “Taksi sizi götürmeli”, “Sizin otel Baalbek’te değil ki, Bekaa Vadisi'nde”, “Çocuk giderse tutuklanır.” Hadi bakalım, neyse burada da başka bir araçla anlaşarak yola devam ediyoruz.

Baalbek’e giderken iki kez yolda polis kontrolünden geçiyoruz. Burada her yer asker ve polis kaynıyor. Sonunda Baalbek’e varıyor ve yoldaki bir polise oteli soruyoruz. Polislerden biri motosikletine atlıyor ve beni izle diyor. 200 metre gittikten sonra dar bir sokakta duruyor polis... Nihayet oteldeyiz. Otelimiz, Suriye’deki otellerle kıyaslandığında süper ötesi... Odada plazma tv var, banyo kullanılabilir halde ve el havlusu var. Çarşaflar da annemin sıkı kontrolünden tam puan alıyor.

1

Odalara çıktığımız gibi insafsız rehber ablam, “Hadi bugün yorulduk çok, 20 dakika sonra lobide buluşalım" diyor. 10 dakikadan 20 dakikaya çıktık. Buna da şükür.

Burası ufak bir yer. Harita da yok. Otel görevlisinin çizdiği krokiye göre çıkıyoruz yola. Yaklaşık merkeze kadar 500 metre kadar yürüyeceğiz. Bu arada ablam Lübnan hakkında bilgiler veriyor.

Lübnan’da en son nüfus sayımı 1932’de yapılmış. O zamanki verilere göre toplam nüfus sadece 4 milyonmuş. Bu sayının %64’ünü Müslümanlar; %35’ini Hristiyanlar, %1’ini ise Dürziler oluşturuyor. Bağımsızlığını 1941’de ilan etmiş, tanınması ise 2 yıl sürmüş. Tabii uzun yıllar boyunca nüfus sayımı yapılmadığından, zaman içinde Hristiyan nüfusun azalıp, Müslüman nüfusun artması sonucu başlayan din mücadelesi 1975’te başlayan iç savaş ile sonuçlanmış. Bu savaş diğer Arap ülkelerinin destekleri ile yatıştırılmaya çalışılsa da, tam olarak sonlanması 1991 senesinde olmuş. Geriye ise harabeye dönen bir ülke kalmış. Olanları atlatıp, yaraları sarmaya çalışan Lübnan’ın peşini savaş bir türlü bırakmamış. 2006’da İsrail’in Lübnan’a saldırması ile savaş tekrar başlamış. İsrail- Lübnan savaşının neden çıktığıyla ilgili çeşitli kaynaklar mevcut olsa da, yine de olayı kimin başlattığı belli değil. İsraillilere göre neden Lübnan’da bulunan Hizbullah örgütünün 2 İsrail askerini kaçırıp, 8 askeri öldürmesi gösterilirken, Lübnan’a göre denize giren Filistinli bir aileye İsrail tarafından hava saldırısı düzenlenmiş olması. Sebep belli değil ama sonuç belli.

Askerlerinin öldürüldüğünü iddia eden İsrail, Beyrut, Bekaa Vadisi başta olmak üzere tüm ülkeye yoğun hava saldırısı düzenlemiş. Deniz kuvvetleri ile Beyrut’u denizden kuşatarak, abluka altına almış. Hizbullah da ülkenin güneyine doğru konuşlanarak, İsrail’in kuzey bölgesine doğru füze saldırısına başlamış. Savaşta 1.000 sivil Lübnanlı ve 40 sivil israilli hayatını kaybetmiş. Bunun üzerine olaya el atan Birleşmiş Milletler güvenlik konseyi, bir ortak yol bulmaya çalışarak, ateşkesi sağlamıştır. İsrail birlikleri de girmiş oldukları güney Lübnan’dan yavaş yavaş çekilmişlerdir.

Özellikle Lübnan bu savaştan çok yara almış. Hava saldırıları nedeniyle havaalanları, hastaneler yerle bir olmuş. Yaklaşık olarak Lübnan bu savaştan 2,5 milyar dolar maddi kayba uğramış. Savaş nedeniyle birçok ülke kendi vatandaşlarını ülkeden güvenli bir şekilde çıkartmaya çalışmış. Türkiye de ülkeden çıkmaya çalışan mültecilere yardım etmiştir.

Ateşkes sonrasında İsrailli komandoların Bekaa Vadisi yakınında bir köye saldırı düzenledikleri söyleniyor, ama İsrail Hükümeti bunu kabul etmemiş. Diğer ülkelerin bu savaşa olan genel tutumlarına bakarsak, Amerika ve çoğu Avrupa ülkesi İsrail’in haklılığını savunurken, Finlandiya, Türkiye ve İran “İsrail’in haksız güç kullandığını” açıklamışlar. Venezuela ise tüm bu çatışmalardan sonra tepki olarak, İsrail büyükelçisini geri çekmiş.

Etrafıma bakıyorum, savaşın izleri hala her yerde... Bazıları iç savaştan, bazıları son İsrail saldırısından kalma belki... Ama evlerde hala kurşun izleri duruyor. Caddede sıra sıra dizili evlerden bir tanesi süper lüks iken, bir yanındaki harabe hala… Sonuçta çok yakın bir geçmiş, belki az önce yanından geçtiğim amcanın oğlu öldü bu savaşta, bilmiyorum. 21. Yüzyılda komşu ülkelerin, aynı coğrafyanın, aynı kültürün parçası olan insanların, diğer ülkelerin desteği ile, ya da biraz daha fazla toprak gayesi ile ve çoğu zaman bir hiç uğruna, birbirlerinin gırtlaklarına sarılması gerçekten çok üzücü. Ölüm döşeğinde hastalar gördüm, inanın o an geldiğinde ne para, ne pul hiçbir şey fayda etmiyor. Bunları düşünerek yolda yürümeye devam ederken, senin için de dökecek gözyaşım varmış Lübnan, kendimce de olsa acını paylaştım, çok üzgünüm, ama maalesef Dünya’yı değiştirmek için çok küçüğüm…

Parka varınca gözümüze bir yer kestirip oturuyoruz. Burası Suriye’den çok farklı, arabalar farklı, insanlar farklı, sokaklar farklı... Kesinlikle daha gelişmiş olduğu her halinden belli. Kafe – restoran tarzı bir yere oturuyoruz. Garson menüyü getiriyor. O da ne menü de İngilizce var ve garson İngilizce biliyor.

Lübnan’ın Uluslararası platformda üne sahip bir mutfağı var. Kebaptan sarımsaklı labneye, etli humustan babagannuşa kadar pek çok şey sipariş ettik. Hepsi nefisti. Lübnan’da da nargile çok yaygın. Bulunduğumuz restoranda biz yemek yerken yemekle birlikte nargile içen çok sayıda insan vardı. Biz de yemek sonrası 4 çay ve nargile söyledik, ancak 4 kişi bir nargilenin hakkından gelemedik.

Otele dönüş yolunda, yaya trafiğinin durgun ama araç trafiğinin yoğun olduğunu fark ediyoruz. Arabaların dağılımı ise bir hayli ilginç, bir kısmı son model, bir kısmı ise oldukça eski hatta eskiden savaşta kullanılan arazi araçlarından çevrilmiş. Yalnız acayip hızlı ve lüzumsuz bir araç kullanımı söz konusu. Şöyle ki, patinaj çekmeden kalkan hiçbir araba görmedim denebilir. Bu sırada bir araç babamın kameraya çektiğini fark ettiğinden olsa gerek, tam önümüzde el freni çekip neredeyse tam tur döndü. Etrafta yürüyen başka kimse de yok. O anada yüreğim ağzıma geldi resmen. Bu araç en az yanımızdan 5 - 6 kez farklı numaralar yaparak geçti. Arabada iki tane genç delikanlı var, artık dikkatlerini çeken babamın onları kameraya almış olması mı, sadece turist olduğumuzdan mı, yoksa ben ve ablamı olduğumuzdan küçük sanıp da gözlerine kestirdiklerinden mi, yoksa ruhlarında psikopatlık olup bizi ezmek istemelerinden mi bilemiyorum… Ama sürekli peşimizdeler. Ama kurtulmamız gerekli çünkü yaptıkları şey gerçekten tehlikeli. Neyse otele giden yolda bir ara sokağa saparak kendimizi kaybettiriyoruz derken yine o ses ve arkamızdalar. Yolda bir numara daha çektikten sonra yine gelmek için dönüyorlar, biz başka bir sokağa sapıyoruz. Resmen kendimizi bowling topunun karşısındaki labutlar kadar çaresiz hissettim. Neyse ki izimizi kaybettirerek otele girdik. Bu heyecanın üstüne gece iyi uyunur, yarın yine uzun bir gün olacak…

Güneşin Kenti Baalbek

Baalbek’teyiz. Ve Baalbek bu adı hak ettiğini kanıtlarcasına güneşli bugün. Baalbek antik kenti, M.Ö. 1.100 senesinde Fenikeliler tarafından inşa edilmiş. Burada ilk göze çarpan birbiri ardı sıra dizilmiş 3 tapınak olması. Venüs, Jüpiter ve Bacchus Tapınakları…

Çantalarımız sırtımızda, Ortadoğu’nun en önemli Roma kalıntısı olan antik kenti gezmeye başlıyoruz. Yunancada Heliopolis adı verilen bu antik kent, Romalılar döneminde, özellikle de Antonius döneminde altın çağlarını yaşamış. En büyük darbeyi ise MS 14.yy’da Haçlı seferleri sırasında almış.

Osmanlı toprakları sınırlarına dahil olduğu sırada, buradaki kazı çalışmalarını ilk olarak 1899’da Almanlar başlatmış, ardından Fransızlar devam ettirmiş. Bu sayede şehrin kalıntıları ortaya çıkartılmış. Kalıntılar ortaya çıkartıldıktan sonra burası Unesco tarafından koruma altına alınmış.

Mevcut olan 3 tapınaktan en büyüğü Jüpiter Tapınağı. En çok tahrip olan da. Kayıtlara göre burası ilk yapıldığında burada 84 tane sütun kullanılmış. Ancak günümüzde sadece 6 tanesi ayakta duruyor. Bunda yapılan kazı çalışmalarının da etkisi olsa gerek, sütunlardan bir tanesi ise Süleymaniye Camii’nde duruyormuş. Eee Almanlar ve Fransızlar da illa ki kendi müzelerinde sergilemek için birkaç sütun almışlardır diye düşünmüyor değil insan.

Bu bölge Baal Tanrısına tapanların şehri olduğundan adı Baalbek. “Bek” ise şehir anlamına geliyor. Bölgenin bir başka özelliği de granit zengini olması.

Jupiter Tapınağı’ndan sonra gelen tapınaklar ise Bachus ve Venüs tapınakları. Bachus tapınağı ise Jupiter Tapınağı’na göre nispeten daha iyi durumda, 46 sütunu bugüne kadar korunabilmiş. Her sütununun uzunluğu 18 metre, yaklaşık 6 katlık binaya denk geliyor ve tek parça. O dönemde bu yapıların inşaat aşamasını düşünmek, insanı hayrete düşürüyor.

Venüs tapınağı ise içlerinde en şanslı olanı, arada geçen zamanı düşünürseniz, aynen duruyor bile denebilir. Gerçekten çok güzel, yüzyıllar öncesine yolculuk gibi bir şey burada dolaşmak. Tapınakların çıkışına doğru bir de müze yapmışlar, içinde tapınaklardan çıkan heykeller sergileniyor. Kalıntıların bire bir çizimleri ile hangi motifin, hangi uygarlıktan kaldığına dair bilgiler içeren bolca resim ve tapınaklar yapılırken kullanılmış olan teknikler de şematize edilmiş.

Burayı dolaştıktan sonra, sadece uzaktan gördüğümüz ama çinileri nedeniyle bize çok cazip gelen şu camiye de bir bakalım diyerek oraya doğru ilerliyoruz. Yanına gelince caminin yan duvarında seramik üstüne yapılmış, boydan boya Humeyni’nin resmi görülüyor. Etraftaki halka sorarak bu camiinin İranlılar tarafından yapıldığını öğreniyoruz. Ben, onların yalancısıyım. İçerisi gerçekten görülmeye değer.

Her yer çinilerle bezeli ve iç mekanda ek olarak bol bol küçük parçalarla duvarlara aynalar yapıştırılmış. Işıklar da yanınca içerisi ışıl ışıl oluyor. Tabii kadınların ve erkeklerin bölümü farklı. İçeride babamın dikkatini çeken bir şey olmuş; insanlar namaz kılarlarken bir kutunun içinden taş alıyorlar ve secde ederken alınlarına gelecek şekilde yere koyuyorlar. Namaz bittikten sonra da taşları yerden alıp, öperek tekrar kutuya koyuyorlar. Sonradan öğrendik ki, bazı Aleviler o taşların Hz. Ali’nin öldürüldüğü yerden geldiğine inandıkları için kutsal kabul ediyorlar. Secde ederken bu kutsal taşları alınlarına koyuyorlarmış. Değişik geldi bize.

Baalbek şehir turunun ardından, sırada Beyrut’a nasıl gideceğimiz var. Buradan Beyrut’a otobüs yok, yarım saatte bir kalkan dolmuşlar var ama, bagajları yok. Babam da eşyaları sağa sola sıkıştıracaklar, tangur tungur gideceğiz, Suriye’den aldığım tavla da çizilir endişesi ile minibüs fikrine pek sıcak bakmadı. Kaldık taksiye…

Ben annemle birlikte otele dönüyorum, 10 dakika geçmeden babam ve ablam bir taksi ile birlikte otele geliyorlar. “Hadi atlayın Beyrut’a gidiyoruz…”

*** BU YAZI GÖKÇE YILMAZ’IN “GEZİMANYA SURİYE – LÜBNAN” ADLI KİTABINDAN ALINTIDIR. KİTABIN GELİRİ TÜRKİYE OMURİLİK FELÇLİLERİ DERNEĞİNE BAĞIŞLANMAKTADIR.

2

GÖKÇE YILMAZ

Yazar Hakkında

GÖKÇE YILMAZ

 1982 yılında İstanbul’da doğdum. İlk ve orta öğretimini Sinop’ta gördükten sonra, lise eğitimi için İstanbul’a yerleştim.