Güney Hindistan Gezisi

İhtişamlı Hindistan

30 sene önce, “bilinçsiz gezdiğim dönem” olarak adlandırdığım yıllarda gittiğim Hindistan’a tekrar gitmeye bir türlü sıra gelmemişti. Ama hep içimde, aklımdaydı bu egzotik ülke.

Nihayet karar verdim. Güney Asya'daki birçok ülke gibi çok ilginç, otantik, tarihi ve kültürel zenginliği ile festivalleri, gelenekleri, mimarisiyle bu muhteşem ülkeye bir kez daha. Hatta Mart ayında da tekrar gideceğim için heyecanlıyım. 

Rotamız Hint Okyanusu, Umman Denizi ve Bengal Körfezi’ne kıyıları olan bir yarımadanın güney bölgesi: “İhtişamlı Maharaştra”. 

Üstelik de özel ve lüks bir tren olan Deccan Odyssey treni ile. Gezip gördüğüm yerler, insan manzaraları, muhteşem tapınaklar... Kısacası anlatacaklarım çok. Ama önce bu ülke ile ilgili kısa ve ilginç bilgiler edinelim mi? 

Alan olarak dünyanın 7. büyük, nüfus olarak ise Çin ve Endonezya’dan sonra 3. kalabalık ülkesi olarak geliyor Hindistan Cumhuriyeti. Tartışılmaz bir kültür zenginliği ve müthiş bir din çeşitliliğine sahip olsa da, herkes diğer tüm din ve kültürlere son derece saygılı ve hoşgörülü. 

Hindistan’da din bir hayat tarzı olduğu gibi aynı zamanda Hint geleneklerinin de ayrılmaz bir parçası. Hinduizm, Budizm, Jainizm (tüm canlıların eşit olduğunu ve özellikle şiddet karşıtlığını savunlar) ve Sihizm’in (Kuzey Hindistan’da yaşamış 10 gurunun öğretilerini temel alan bir inanç sistemi) doğum yeri olmuş. Hinduizm, İslam, Hristiyanlık, Jainizm, Sihizm dinlerinin geleneklere ev sahipliği yapan ülkenin nüfusunun büyük çoğunluğu Hindu

Hinduizm; kutsal kitabı olmayan Şiva, Vişnu, Rama, Krişna ve daha birçok Tanrı ve Tanrıçalara ve aynı zamanda ağaç ve hayvanlara da tapan, "Yüce Ruh", "Yıkılmaz Ruh" gibi birçok ruha inanan çok yönlü ve renkli bir din. 

Hindistan; tüm topluluklarca her yıl kutlanan, dünyaca ünlü, çeşitli olduğu kadar renkli müzik ve dans gösterileri barındıran festivalleri ile her yıl milyonlarca turist ağırlamakta. İşte tüm bu özelliklerinin yanı sıra sayısız tapınak, ibadet yerleri göreceğim için içim kıpır kıpır... 

Hindistan denince aklınıza neler geliyor? Benim aklıma ilginç kıyafetleri “sari” geliyor mesela. Ayrıca tüm kadınların üzerinde olan renk renk özel giysileri ve alınlarındaki “bindi”leri, hızmaları ve ilginç takıları... Ya ihtişamlı düğünleri?

Peki inekler? Sokakların ortasında, her yerdeler. Ama dokunulmaz ve yenmezler, zira bildiğiniz gibi kutsal hayvanlar. Trafik derseniz, feci... Arabalar, milyonlarca motor ve sürücülerin bir parmağı sürekli kornada, müthiş bir gürültü. Bir yanda zenginlik, lüks ve ihtişamlı bir yaşam, lüks evler, günlerce süren muazzam düğünler... Diğer tarafta ise sefalet, pislik, fakirlik, açlıktan kemikleri sayılanlar... Yoksulluk diz boyu. Kısaca bir çelişkiler ülkesi Hindistan.

Hint yemeklerinden bahsetmeden de olmaz. Baharat cenneti ülkenin elbette bol baharatlı ve özellikle de acılı olan dünyaca ünlü yemekleri ve değişik yiyecekleri mecvut.

Ama benim aklıma ilk gelen Mohandas Karamçand Gandi. “Yüce Ruh” anlamına gelen “Mahatma” ismini alan Gandi, modern Hindistan’ın kurucusu. Sömürgecilik ve ırkçılığa karşı savaşmış bir halk kahramanı. Mumbai’de (eski  adıyla Bombay'da) evini ziyarete gideceğiz elbette...

Yarımada, uzun tarihi boyunca kazandığı tarihi dokusu ile kuzeyi, güneyi, doğusu ve batısıyla -kısaca her bölgesiyle- görülmesi gereken kültürel zenginlikler ile dopdolu bir ülke. Ülke, Muson yağmurları mevsimi olan yaz ayları hariç; her mevsim doğası, tertemiz denizi, plajları ile milyonlarca turist ağırlamakta.  

Artık gezimize başlayabiliriz! THY akşam uçağı ile 6 saatlik bir uçuştan sonra sabah erken saatlerde başkent Mumbai’ye varıyoruz. Tahminimin çok üstünde... 30 yıl önce indiğim alanla hiç ilgisi olmayan müthiş bir havaalanına ve muazzam terminal binasına hayran kaldım. Pasaport kontrolünden hemen sonra döviz büroları bulunuyor. Bunların ilerisinde bulunan ‘’prepaid’’ (ön ödemeli) ya da Uber taksi servisleriyle çok uygun fiyatlarla şehre ulaşabilirsiniz. 

Trenimiz 16:30’da hareket edecek, ama biz de kalan yarım günümüzü boşa geçirmeyeceğiz elbette. Gece uçuşuna rağmen kısa bir şehir turu yapacağız. 

Salsette Adası üzerine kurulan Mumbai, 13 milyonluk nüfusu ile ülkenin başkenti ve en büyük kenti konumunda. Aynı zamanda dünyanın da dokuzuncu büyük kenti olarak geçiyor.

Büyükçe bir koy, oldukça yeşil ve uzun bir sahil bandı ve kumsalı var. Bir yandan sabahın erken saatlerinde spor yapan, yürüyüşe çıkan her yaştan insanlar ve gruplar, asırlık ağaçlarla çok sayıda yemyeşil parklar beni şaşırtırken; diğer yandan da hiçbir trafik kuralına uymayan, günde tahminen 35-40 bin taksi ve binlerce özel aracın yollarda olduğu şehrin kötü trafiği korkutuyor. 

Şehir turu yapacağımız aracın bizi alacağı 5 yıldızlı bir oteldeki keyifli bir kahvaltıdan sonra şehir gezimize başlamaya hazırız.

Mumbai

Yıllar önce geldiğimde adı Bombay olan, Maharashtra Eyaleti’nin başkenti, yeni ismi ile Mumbai’deyiz. 16:30’da hareket edecek olan trenimize binmeden önce şehir gezisi yapacağız.

İlk durağımız, kentin en kalabalık ve en çok turist çeken noktası olan Arap Denizi kenarındaki Apollo Bunder Meydanı. Meydanda gözünüze ilk çarpacak yapı, biraz da Paris’in Arc de Triomphe’unu andıran, Gateway of India(Hindistan’ın Giriş Kapısı). Bu yapı ülkenin en önemli yapılarından biri. 

1911 yılında İngiltere Kralı IV. George ve Kraliçe Mary’nin Mumbai’yi ziyareti anısına, 16. yüzyıl İslam sanatı ile Gotik tarzlarının karışımı, sarı, bazalt taşından İngilizler tarafından yapılmış bir anıt. 1948’de Hindistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, tüm İngiliz birlikleri yine bu kapıdan çıkıp gitmişler.

Adalara giden vapur iskelesi de burada olunca kentin en kalabalık ve en çok turist çeken popüler yeri olmuş. Anıtın hemen arkasında 1924 yılında inşa edilen müthiş bir mimari örneği, ünlü Taj Mahal Oteli İhtişamla yükseliyor. Bir zamanlar varlıklı misafirleri ve soylu İngilizleri konuk eden Taj Mahal, artık kentte çok sayıda lüks otel zincirleri bulunsa da, hala bölgenin en popüler ve en iyi oteli olarak biliniyor. 

2008 yılında yaşanan trajik olay ise hala akıllarda... Sözde dinci Müslüman militanlar tarafından 171 kişinin öldürüldüğü kanlı bir terör saldırısına sahne olmuştu burası. 

Bu güzel otelin içerisine de mutlaka girin, beğeneceksiniz... Meydanın biraz ötesindeki yemyeşil bahçe içindeki güzel yapı Hintli Yat Kulüp ve az ötesinde de sokakta yatan, yaşayan binlerce Hintli. Dedim ya, bir çelişkiler ülkesi...

Kentin en eski geleneklerinden birinin yaşatıldığı, “dünyanın en büyük açık hava çamaşır yıkama merkezi” ünvanına sahip ünlü Dobi Ghat, Hintlilerin gurur duydukları bir mirası. Kentin neredeyse tüm çamaşırlarının topluca yıkandığı çamaşırhane 30 senedir değişmemiş. Sıra sıra iplere asılmış, otel ve hastanelerin, zengin ve fakir herkesin tertemiz olmuş bembeyaz çamaşırları sizi şaşırtacak. İlginç ama eşyaların deterjan kullanılmadan, ıslatıp, dövülerek ve çitileyerek beton havuzlarda yıkanıp, iplere asılarak kurutulan ve elde kömürlü ütülerle ütülendiği gerçekten de çok ilginç bir yer. 

Mani Bhavan, Hindistan ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin siyasi ve ruhani lideri Mohandas Karamçand Gandi’nin 1917-1934 yılları arasında yaşadığı, basit, iki katlı ahşap panjurlu bir ev. Bu eve girer girmez bizi güler yüzü ile Gandi karşılıyor, gerçek gibi... Giriş katında müthiş bir kütüphane var, üst katlarda yine Gandi’ye ait eşyalar, mumyadan yapılmış, yaşadığı olayları anlatan canlandırmalar var. Ve halkına el salladığı ahşap balkon. 

Girişte bilgi broşürleri içinde Türkçe seçeneği olmadığı için İngilizcesini aldık. Çıkarken rehberimiz olan hanım ve oradaki yetkili bey, benden broşürü tercüme edip onlara iletebilir miyim diye bir ricada bulundular. Hatta altına da isminizi basarız dediler. Bir Gandi hayranı olarak söz verdim ve tercümeyi yaparak yolladım, Gandi Merkezi’nden gelen teşekkür mektubu emeklerime değdi... 

İzmir’imizin Kordon’unu andıran Mumbai Sahil Yolu’nda (Marine Drive) ilerlerken, sahil yolunun yürüyüş ve spor yapanlarla capcanlı olduğunu görüyorum. Oldukça geniş bir kum plajı olan Chowpatty Beach’teki müthiş kalabalık inanılmaz, ancak buradaki insanların denize girme alışkanlığı yokmuş. Özellikle gece ışıklar altındaki manzaranın muhteşem ve çok keyifli olduğunu söylüyor rehberimiz, bu nedenle de halk buraya “Kraliçenin Kolyesi” de diyormuş. 

Yolun diğer kenarında oldukça lüks evler göze çarpmakta. Malabar Tepeleri’nin üzerinde bulunan, asırlık ağaçları ve güzel çiçekleriyle bir botanik parkına doğru ilerliyoruz. 1881 yılında yapılmış olan Firuzşah Mehta Bahçeleri, “Asma ya da Asılı Bahçeler” olarak geçiyorlar. Buradan, az önce geçtiğimiz harika Körfezi kuş bakışı izleyebiliyoruz.

1888 yapımı Victoria Garı (Chattrapati Shivaji Terminus) ahşap oymacılığı, pirinç, bakır gibi malzemelerle bezenmiş süslemeleriyle günde iki milyondan fazla yolcu karşılıyor ya da uğurluyor. İngilizlerin Hindistan’a armağanı bu muhteşem yapı, Unesco Dünya Mirası Listesi’nde bulunuyor. Ayrıca, Gotik ve Art deco yapılarına sahip kent de Unesco Dünya Mirası Listesi’ne alınmış (2018). 

Mumbai sokaklarında sağlı sollu konumlanan, 19 ve 20. yüzyıllarda Viktorya döneminin Neo-gotik tarzı ve 20. yüzyılın başlarına imza atmış Art deco tarzı binaları görülmeye değer. Üniversite Binası 14 ve 15. yüzyıla tarihlenen, Gotik ve geleneksel Hint-Moğol mimari karışımı sergiliyor. Kütüphane binası üzerinde bulunan 80 metre yüksekliğindeki Rajabai Kulesi de muazzam bir görüntüye sahip.

Üniversitenin hemen arkasında, 1878 yapımı Yüksek Mahkeme Binası ve üzerindeki “adalet” ve “af” heykelleri İngiliz mimarisini yansıtmakta. Viktorya dönemi mimarisi tarzında yapılan, bir Hindu tapınağı olan Jain Temple, 1843’deki Afgan Savaşı’nda ölen askerlerin anısına inşa edilmiş. Wellington Meydanı’ndaki Hint-Gotik mimari tarzının bir örneği de Prince of Wales Müzesi.

Bu müze de İngiliz Kralı V. George’un Hindistan’ı ziyareti anısına yapılmış. Elephanta Mağaraları’ndan alınmış rölyef, minyatür ve Buda heykelleri bulunmakta. (Elephant-Fil Adası'na dönüşte gideceğiz.)

Kentin her caddesinde, her köşesinde bir başka muhteşem yapı görüyoruz, ancak trenimiz Deccan Odyssey’in hareket saati yaklaştığı için birçok binayı dışarıdan görmekle yetiniyoruz.

Artık Chhatrapati Shivaji Terminali’ne doğru yola çıkma zamanı... Terminale doğru yaklaşırken bizi Hintlilerin geleneksel ‘’Hoş Geldin Töreni’’ için karşılayan bando, yöresel şarkılar çalmaya başlıyor. Rengarenk yöresel kıyafetler giymiş kızlı erkekli bir grup dans ederken, bir bayan boynumuza çiçeklerden bir kolye takıyor; bir diğer bayan da kaşlarımızın arasına “bindi” konduruyor. Çeşitli müzikler eşliğinde oynanan ve bizlerin de katıldığı danslardan sonra trenimize biniyoruz. 

Biz kompartımanlara yerleşirken, trenimiz ilk durağımız Nashik’e doğru hareket etmek üzere Mumbai’den kalkıyor. Ve böylece “Maharashtra Splendor” (İhtişamlı Maharaştra) gezimiz başlıyor... 

Kutsal ve Mitolojik Şehir Nashik

Trendeki ilk akşamımızda, lüks trenimizin şık restoranında Hint şarapları eşliğinde özel Hint yemekleri ve batılı yemek seçenekleri sunuluyor ve tahminimin ötesinde lezzetli yemeğimiz harika bir tatlıyla sonlanıyor.

Dün sabah gece uçuşundan hemen sonra aldığımız şehir turu bizi oldukça yormuş olmalı ki trende olduğumuzu hissetmeden deliksiz uyumuşuz.

Gezimizin ikinci gününde sabah trenimiz bizi kutsal şehir, “şarap şehri” olarak ünlenmiş Nashik’e getiriyor. Sabah süper bir kahvaltıdan sonra gezimizin ilk durağında ilk güne sürprizlerle başlıyoruz. İstasyonda yine müzik ve dansla karşılanıyoruz. Alnımıza yine “sindi” konduruluyor, boynumuza “rudraksh” tohumlarından hazırlanmış hoş bir kolye takılırken başımızdan çiçekler dökülüyor ve trenimizin amblemi işlenmiş özel ve güzel bir kep hediye ediliyor.

Kış mevsimini yaşayan ülkede hava 30 derece, ancak deniz seviyesinden 600 metre yüksekteyiz ve bunaltmayan bir hava var. Bugün programımız yoğun. İlk olarak Hindistan’ın kuzey batısındaki Maharaştra bölgesinde antik ve kutsal bir şehre gidiyoruz: Nashik. Toprak siyah renkte ama çok bereketliymiş. Papaya ve üzüm gibi birçok meyve yetişiyor, ayrıca bol soğan var hatta dünyanın en büyük soğan ihracatı bu bölgede yapılıyor.

Gezimize önce Şiva sonra da Rama’ya tapan Rama Tapınakları'nı (Rama Black Stone Temple) ziyaret ederek başlıyoruz. Sağda solda benzeri ufak tapınaklar da var ancak bu ikisi en büyük ve çoğunluğun ibadet için gittiği tapınaklar. Tüm tapınaklar gibi bu iki tapınak da siyah taşla yapılmış.

Siyah olması Kamboçya’daki muhteşem Angor Wat Tapınağı'nı anımsatıyor, ancak benzerlikler olsa da bu tapınak Angot Wat’ın çok çok basiti ve çok küçüğü elbette. Çok fazla etkilendiğimi söyleyemesem de süslemeler oldukça güzeldi.

Daha sonra kentin Godavari Ghats dedikleri tıpkı bizim semtlerimizde kurulan köy pazarı benzeri, canlı marketin içinden yürümeye başlıyoruz. Her türlü sebze, meyve, bakliyatlar, renk renk taze baharatlar ve renk renk şekerlemelerle pazar çok canlı, çok keyifli. Narların rengi sanki daha koyu bir bordo, içindeki beyaz çekirdek kısmı yok, bilmediğim değişik meyvelerde gözüm. Sonunda dayanamıyor gözüme kestirdiğim birini alıyorum. Doğru seçim, çok değişik ve çok güzel bir lezzet… Meyveyi akşam trende güzelce yıkadıktan sonra yemek üzere sırt çantama atıyorum.

Şehir küçük ama burada da trafik yoğun ve çok kötü, korna sesleri de Mumbai’yi aratmıyor. Neyse ki ara sokaklara giriyoruz, ama burada da bol motosikletli var. Yerler oldukça pis ve halk gözle görülecek kadar fakir. Kentteki belli ki bir zamanların muazzam yapıları, şimdilerde yıkık dökük, harap olmuş.

Günlerden pazar, tatil günü olduğu için müthiş bir kalabalık var, etraf dilenciden geçilmiyor, kimi çocuk yaşta, kimi yaşlı, kadın-erkek, fakirlik üstlerinden akıyor.. Ancak sizi hiç rahatsız etmiyorlar. Bu kalabalığın asıl nedeni ise önemli Hindu törenleri. Kimisi günahlarından arınmak için nehre giriyor, kimisi de atalarının küllerini kemiklerini kentin ortasından akan kutsal suya atmak için gelmiş.

Suyun rengi bildiğiniz kahverengi, bulanık ama kutsal tabii, elbiseleri ile giriyor kafaları yüzleri dahil suya sokuyorlar. Bazı törenler çok çok ilginçti, tüylerim ürperdi ama insanların inançlarına da saygı duymak gerek elbette.

Bugün öğlen yemeği için ilginç bir yere, en kaliteli Hint şarap üretim tesislerinden birine, bir şarap bağına gidiyoruz. Grover Zampa üzüm bağlarında Chenin, Chardonnay ve Shiraz üzümleri ile kaplı sarmaşıklar arasında yürüyecek ve 1.800 hektarlık bir alanda üretim yapan bağda önce şarap tadımı yapacağız.

Chenin Blanc, Sauvignon Blanc, Riesling and Zinfandel şarapları, Sommelier'ın beyaz, kırmızı, gül ve köpüklü şarapları ve Hindistan'da en çok bilinen köpüklü şarap markalarından. Tahminimden fazla şarap çeşidi olması beni şaşırttı. Bunlardan bazılarının üzüm bağlarında yemekle eşleşmesini deniyoruz.

Açık büfe yerel yemeklerimiz brüt tadımı ile başlıyor, sonra iki çeşit kırmızı ve 2 çeşit beyaz şarap deniyoruz. Beni şaşırtacak kadar beğendim, bazılarının içimini damak tadıma uygun buldum. Fiyatları da oldukça uygun, hepimiz ikişer üçer alıyoruz. Yemek sonrası ise bağları ve üretim tesislerini geziyor, üzümler, şarap yapımı hakkında bilgiler alıyor ve şarapların hikayelerini dinliyoruz. Çiftlik tüm sene yerli yabancı turistlere hizmet veriyor, bir de her yıl yapılan festivalde de misafirlerine gurme yemek, şarap ve müzik sunuyor.

Yoğun bir günün ardından trenimize geldiğimizde kapıda soğuk havlu ile karşılanıyor ve serinliyoruz. Biraz dinlendikten sonra restoranımızda güzel bir akşam yemeği bizi bekliyor. Yarın rotamızda müthiş bir yer var.. Aurangabad kenti yakınlarında, Unesco Dünya Mirası Listesi'nde bulunan muhteşem Ellora Mağaraları'nı gezeceğiz.

“Kapılar Şehri’’ Aurangabad’ın Mağaraları - Ellora Mağaraları

Trenimizde bize sunulan tropik meyvelerin de dahil olduğu nefis bir kahvaltının tadını çıkarırken trenimiz Maharashtra eyaletinin kuzeyinde bir sanayi kenti olan Aurangabad'a ulaşıyor. Mumbai, Pune, Nagpur ve Nashik’in ardından eyaletin 5. büyük kenti ve turistik alanlarının ve üniversitelerin yanı sıra önemli bir ipek ve tekstil üretim merkezi.

Hem şehrin hem bölgenin adı “Aurang”, bu adı Moğol imparatoru son Büyük Babür Aurangzeb'den almış, şehrin kendisi de Babür'ün etkilerine sahip birkaç anıt eser barındırmakta. (Aurangabad’da görebileceğiniz eserler, Sufi derviş ve ermişlerinden Syed Shirazi Türbe ve Camii, Daulatabad Kalesi ve içinde yer alan, 1445 yılında kaleyi fethetmesi anısına yapılan 73 metrelik Kutup Minar’dan sonra Hindistan’ın en uzun ikinci minaresi 64 metrelik Chand Minar, Bibi-ka Makbara Bharatmata (Mother India)Tapınağı ve şehrin her biri kendi tarihine sahip olan 52 kapısı.)

Biz ise, kenti dünyaca ünlü yapan Unesco Dünya Mirası Listesi’nde bulunan Ellora Mağaraları’nı görmek için Aurangabad’dayız. İstasyonda yine bando, dans gösterileri ile karşılanıyor, boynumuza asılan çiçek kolyenin mis kokuları ile bizi bekleyen otobüse biniyor ve yola koyuluyoruz. Çok güzel manzaralar eşliğinde, bazal bir tepenin kenarına oyulmuş dünya mirası olan mağaralara doğru ilerliyoruz.

Aurangabad kentinin 30-40 km uzağında, Hindistan'daki mağara-tapınak mimarisinin en güzel örneklerini sergileyen mağaralar dünyanın en büyük kaya-oyma-manastır ve tapınak içeren mağaralar topluluklarından biri. İnşası yaklaşık 150 yıl süren mağara tapınaklar, dikey bazalt tepelerden 200.000 ton taş, 400.000 ton kaya çıkarılarak, en önemlisi de sadece keski ve çekiç kullanılarak yontularak, oyularak oluşturulmuş. Dev bir dağın içinde devasa boyutlardaki gerçek birer şaheser heykellerin bulunduğu çok sayıdaki mağara-tapınaklar inanılmaz, kesinlikle görülmeye değer.

Birden fazla dine hizmet eden bu mağaraların içindeki tapınakların ilki Budistler adına inşa edilmiş, daha sonra Hindu, sonra olarak da Jain adına inşa edilen toplam 34 mağara bulunuyor. İlk 12 mağara Budist mağaraları, 17'si Hindu, son 5'i de Jain tapınakları. Bu arada çok sayıda maymun da size eşlik edecek. :)

Budist Mağaraları

M.S. 5 ila 7. yüzyıllar arasında inşa edilmiş, geniş ve çok katlı manastırlardan oluşan ve içinde yaşama, uyuma alanları, mutfaklar gibi bölümler bulunan 12 mağara.

Budizm inancının aydın kişileri ile azizlerinin oymaları ve ahşap görünümlü heykelleri gerçekten görmeye değer.

12 Budist mağaradan sadece 10 numaralı mağara bir tapınak, üst kattaki “müzik gelerisi” ve oyma cephesi olağanüstü özelliklere sahip. 11 numaralı mağara ise üç katlı büyük bir manastır. 

Hindu Mağaraları

İçerisinde 6 ila 8. yüzyıllarda inşa edilen ve Ellora’daki en görkemli, dünyadaki en büyük ve tek parça kaya oyma yapısı Kailasa Tapınağı’nın inşası yaklaşık otuz yıl sürmüş. Hint kaya oyma sanatının bu görkemli örneği olan eser Hint Tanrısı Shiva’nın yaşadığı ve evi olarak bilinen Kailasa Dağı’nı hatırlatmak amacıyla tasarlanmış, adını da buradan almış. 

Tarihçiler, bu görkemli tapınağın yapımının 150 yıl sürdüğünü ve yaklaşık 7.000 ila 10.000 işçi bu tapınakların yapımında görev aldığını düşünüyorlar. Kaisala’nın bir önemi de 200.000 ton kayaların etrafında oyularak oluşturulan bir avluya sahip olması. Mağaralarda bulunan, ibadetleri ve törenlerini anlatan resimler ve odalarda bulunan kayadan oyma şaheser heykeller birer işçilik harikası. 

15 numaralı mağara-tapınakta bulunan ve fetihlerinin anlatıldığı Rashtrakuta Dantidurga Yazıtı da muhteşem işçilikler sergileyen gerçekten bir sanat eseri. 

Jain Mağaraları

Ellora’daki beş Jain mağara 9. ve 10. yüzyıllara ait. Budist ve Hint mağaralarındaki tapınaklar kadar büyük olmasalar da eserler ince ve güzel işçilikler sergilemekte.

İlginç olduğu kadar müthiş güzelliklerle dolu, hoş bir günün sonuna geldik. Bana göre harika güzellikteki ve beni çok etkileyen Angkor Wat ve Borobudur kadar muhteşem, mutlaka görülmesi gereken ve kesinlikle görülmeye değer olağanüstü eserler.

Güzel bir günün ardından trenimize dönüyor ve kısa bir dinlenme ve akşam trenimizdeki bar vagonunda, Maharashtra'nın hinterlandını izlerken barmenlerimiz tarafından düzenlenen kokteyllerin tadını çıkarıyoruz. Ardından muhteşem bir akşam yemeği ve trenimiz Jalgaon'a doğru ilerlerken biz de rahat odalarımızda dinlenmeye çekiliyoruz. Mağaralara oyulmuş muhteşem tapınaklardaki müthiş heykel fotoğraflarına bakarken bir kez daha buralara geldiğim için çok mutlu oluyorum. 

Yarın dünyaca ünlü ve yine kayaya oyulmuş muhteşem bir mağara daha göreceğiz, Acanta Mağara - Tapınaklar. Birbirine çok yakın olan bu iki mağara arasındaki farkları görmek için sabırsızlanıyorum...

Kolhapur

Maharashtra'nın hinterlandlarını izlerken, trenimiz Deccan Odyssey'de sunulan yerel ya da enternasyonal kahvaltının keyfini çıkarıyoruz. Kısa bir süre sonra, keşfedilmeyi bekleyen pek çok gizli hazinenin bizleri beklediği ve Batı Hindistan’ın en eski dini ve ticari merkezlerinden olan Maharastra’nın tarihi şehri Kolhapur'a varıyoruz.

Mitolojiye göre kent adını, ölümünden sonra şehre adının verilmesini isteyen, Tanrıça tarafından öldürülen Kolhasur’dan almış. “Pur” şehir demek. 

Panchganga Nehri kıyısında yer alan şehir, antik gelenek ve modern etkilerin bir karışımı. Kentte Roma dönemine tarihlenen antik bir kent, 1945 yılındaki kazılarla ortaya çıkmış. Şimdilerde hızla büyüyen bir sanayi şehrinde tiyatro, film endüstrisi, resim, heykel, müzik gibi güzel sanatlar; çeşitli spor aktiviteleri ve mücevher yapımı gibi el sanatları kenti ileriye taşıyarak önemli bir bölgeye dönüştürmüş. Şehrin içinde ve çevresinde bulunan çeşitli tapınaklar, sayısız göller (Rankala Gölü gibi) ve nehirler kenti güzelleştirmiş.

Trenden inişimizde, misafirperver "Kolhapuri"ler ya da “Kolhapurkar”lar tarafındanyine bandolu, müzikli ve çiçeklerle karşılanıyoruz. Alnımıza sürülen “bindi”lere de alıştık artık... Derken istasyon çıkışında bizi yönlendirdikleri odada hoş bir sürprizle karşılaşıyoruz. İlginç bir grafon kağıdına benzer uzun ilginç bir kumaş, tecrübeli gençlerin maharetli ve süratli elleriyle başımıza bir Hint başlığı “pagdi” olarak sarılıyor. Sonrasında şehir gezimiz için araçlarımıza biniyoruz, bizi uzun bir gün bekliyor...

Ben pagdimi uzun süre çıkarmadım, ancak sıcaktan bunalmaya başlayınca çıkarmak zorunda kaldım. Bu pagdiyi ve çok şeker bayan rehberimizi çok sevdim. Hintlilerin genelinin aksine; anlaşılabilir, harika bir aksanla İngilizce konuşuyordu. Kentin yaşayanları Hindi, Urdu, Gujarati, Kananda dillerinin dışında Marathi dilini de kullanıyor. 

İlk durağımız New Palace Museum, 19. yüzyıldan kalma güzel bir bazalt ve kumtaşı karışımından yapılmış sekizgen neo-gotik bir bina. Metal çatılı kulelerle çevrili, çok güzel bir mimari ile etkileyici... İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğu için buraya içeriden çekilmiş bir fotoğraf ekleyemiyorum.

Sonraki durağımızda güzel bir mimarisi olan ve önünde nilüfer çiçekleriyle süslenmiş güzel bir havuzu bulunan, 18. yüzyılda yaptırılmış görkemli bir neo-gotik yapı olarak inşa edilen Town Hall Müzesi'ni geziyoruz. Burası 7-8 dönüm yemyeşil bahçelerle çevrili, içinde mahkemeler, ofisler, çeşitli evler ve hükümet binaları içeren bir yapılar topluluğu. Müzede çeşitli arkeolojik eserler, metalik eserler, heykel, fildişi telkari ve sandal ağacı eserleri, silahlar, resimler ve eski paralar sergilenmekte.

Sıra sıra dükkanların bulunduğu yerel pazarları keşfetmek üzere (Mahadwar Caddesi) aracımızdan iniyoruz. Hakiki buffalo derisinden yapılan, doğal sebze suları ile renklendirilen, ünlü Hint sandaletleri Kolhapuri chappalsi görecek, maharetli ellerden yapımını izleyeceğiz. Hatıra olarak da götürebileceğiniz bu harika el işi ürünler oldukça rahat ve birer emek, alın teri ve sanat eseri. 20 bin işçi bu sektörden çıkarıyormuş ekmek parasını.

Benim ilgimi sandaletlerden çok, sokakta satılan renk renk meyveler çekti. Bildiğimiz meyvelerin dışında değişik meyveleri tatmak için bir torba meyve alıyorum yine. 

Daha sonra çay içmek için bir mola veriyoruz. Ancak meşhur Drjeling çayının kendi ülkesinde böylesine kötü yapılması beni şaşırttı. Arkasından da, canlı izlediğimiz bir folk performansı olan Lavanya Sandhya'yı izliyoruz. Bizim halk danslarımız yanında sönük kalıyor doğrusu... 

Şehir meydanında yer alan, 1300 yıllık muhteşem bir mimariye sahip ünlü Mahalakshmi Tapınağı (Shakti Pethas Temple), kenti koruduğu gibi şeytanı da kentten uzak tutuyormuş. Tanrıça Shakti’nin (Satisinin) vücuduyla ilişkili tapınaklardan biri. İçeride fotoğraf çekmek yasak ve tapınaklarda ayakkabı giyilmiyor (1 kutu galoş götürmenizi tavsiye ederim). Her ne kadar ayakkabı ile girilmiyorsa da, yine de pis yerlere yatarak tapınmalarına karşılık, görevlilerin sadece para toplamak için orada olduklarını hissettim... Çok kalabalık, itiş kakış, fotoğraf da çekilmiyor, sadece dış cepheyi çekmenize izin var.

Tapınak ziyaretinden sonra meydanda bizim için özel hazırlanmış Mardani Khel adlı geleneksel, erkeksi dövüş sanatları performansı izledik. Kelimenin tam anlamıyla erkeksi oyunlardı. Bana göre biraz tehlikeli olan oyunlara yaşları oldukça küçük çocukların da dahil edilmesi pek hoşuma gitmese de oyun zaman zaman ilginç ve heyecanlıydı. Oyuncuların tamamı çıplak ayaklı ve zannedersiniz ki ayaklarının altında siyah bir meşin kaplı. (Hindistan’da terlik, sandalet giymenizi tavsiye etmiyorum; yerler son derece pis ve haşerat da bol, ancak giyen arkadaşlar da yok değildi.)

Sağ salim trenimize dönüyor ve kapıda steril mendillerle karşılanıyoruz. Şık kompartmanımızda güzel bir duştan sonra, Hindistan'ın en çok yaşayan kenti Goa’ya doğru yola çıkan trenimizde akşam yemeği zamanı...

Goa

Hindistan’ın Güneybatı kıyısının en küçük eyaleti Goa; Hindular, Budistler, Müslümanlar ve Portekizliler gibi birçok farklı medeniyete ev sahipliği yapmış bir yer. Hindistan’ın 1961 yılına kadar, toplamda 450 yıl Portekiz sömürgesi olması nedeniyle Portekiz İmparatorluğu’nun doğudaki başkenti olmuş. Dolayısıyla da Portekiz etkileri ve Portekiz mimari etkisinin çok net görüldüğü bir eyalet olan Goa, bağımsızlığını 1961 yılında kazanmış.

Goa, tarihi olmasının yanı sıra nefis plajları, 5 yıldızlı otelleri ve sakinliği ile ülkenin deniz tatili yöresi. Miramar Sahili ve Dona Paula uzun kumsalları ve kaliteli plajları ile ünlü. Gece eğlenceleri, Hint yemeklerinin yanı sıra ünlü Arap Denizi mahsulleri, çarşı pazarları ile de çok sayıda turist ağırlamakta. Biz, birkaç öğlen yemeği haricinde tren dışında yemek yemedik. Ancak trenimiz restoranının süper şefinin elinden bol bol, müthiş lezzetli karides ve ıstakoz yedik.  

Biz deniz turizmi yerine kentin kültürel bölgesi Old Goa’ya, Fontainhas’a, Bijapur Krallığı’nın ikinci merkezi olarak kurulmuş eski yerleşim bölgesi Latin Quarters'e gidiyoruz. Portekiz tarzı mimari ile inşa edilmiş ve oldukça iyi korunmuş, çoğu restore edilmiş birçok evin bulunduğu bölge (2-3) UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almakta. 

Daracık sokaklarında sağlı sollu sıralanmış evler çok nostaljik. Mavi, yeşil, sarı, mor ve kırmızının muhteşem tonlarında badanalı, çatıları kiremitli evler ve çiçekler içindeki bahçe ve duvarları ile çok derin bir tarihe sahip. Kent bize Hindistan’ın en eski hayatından izler sunarken çok hoş zamanlar de yaşatıyor.

Goa’nun eski başkenti Ribandar’a devam ediyoruz. Antik kiliseler ve doğanın arayışlarına cesurca dayanmaya devam eden, bir zamanlar yüce St. Augustine Kulesi olan kalıntılar arasında yürüyüş yapıyoruz. Bom Jesus Bazilikası, Goa UNESCO Dünya Mirası Bölgesi'ndeki kiliselerin bir parçası. Kilisedeki değerli taşlarla döşenmiş mermer zemin ve duvarları süsleyen zarif resimleri hayranlık uyandırıyor...

Goa Kiliseleri ve Kıyafetleri olarak UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde içinde yer alan Se Katedrali, Old Goa’daki en büyük katedral. 17. yüzyıl eseri. Portekiz-Gotik mimari sanatının bir örneği ve dış yapısı Tuscan, iç yapısı ise Korint ekolüne ait. Orijinal yapıdaki iki kuleden biri çökmüş, ikinci kuledeki çan ise Goa’daki en büyük çan. Bu çan canlı sesi nedeniyle “Altın Çan” olarak bilinmekte.

Bugünkü öğle yemeğimiz geleneksel bir Goan ziyafeti. Goa’nın köklü ailelerinden Sahakari ailesine ait oldukça büyük bir çiftlikteyiz: Sahakari Baharat Çiftliği. Arazilerinin bir bölümünü turizme açarak biz turistlere doğal bir ortamda Hint yemekleri sunuyorlar. Çatıya hevenkle astıkları minicik muzların tadı hala damağımda...

Yemekten sonra görevli bir bayan bizi çiftlikte gezdirerek baharatların yetiştirilmesinden, toplanıp işlenmesine kadar detaylı bilgiler veriyor. Ağaçlara bir maymun çevikliğinde tırmanan genç ise hepimizin sempatisini kazanıyor. Çiftlikten ayrılmadan burada yetiştirdikleri vanilya, zencefil, zerdeçal, tarçın, sumak, karabiber, kimyon gibi doğal ve elbette köri, garam masala gibi Hint baharatlardan alıyoruz, hem kendimize hem sevdiklerimize.

Çiftliğin içinden geçen nehirdeki file binerek dolaşmak isterseniz ıslanmayı da göze alın, zira fil bakıcısının bir ıslığı ile hortumuyla nehirden aldığı suyu başınızda aşağı boşaltacaktır…

Son olarak; ilginç ve çok güzel, içi adeta bir müze olan bir Rahip Evi’ne gidiyoruz. Tarihi bir ev, tarihi ve antika eşyalar, halılar, avizeler ve yüzlerce kitap içeren kütüphane, şimdilerde hemen karşısındaki kiliseye gelir sağlamak amacıyla turistlere açılmış. Yemyeşil, çiçekler içinde muazzam bahçeye bakan bir terasta 5 çayımızın yanında harika kekler, nefis börekler ikram ediliyor.

Eski Goa yaşamına tanıklık ettik, sağlıklı ve nefis bir yemek yedik. Tarihi yerleri gezip bugünümüzü de keyifle tamamladık. Yine keyifli, dolu dolu bir günün ardından trenimize dönüyoruz. Bir sonraki rotamız, ülkenin en güzel manzaralarına sahip “Konkan” arasından ulaşacağımız Sindhudurg.

Sindhudurg

Muhteşem Maharaştra gezimizin trenli bölümünde son durağımız olan Sindhudurg’a hareket ediyoruz. Ülkenin belki de en güzel manzaraları arasından geçerek ulaşıyoruz kente. Konkan Demiryolu muhteşem manzaralarıyla ünlü olduğundan, kara ya da hava yolu yerine bu demir yolu tercih edilmeli. Konkan aynı zamanda uzun sahil şeridi ve güvenli limanları ve sualtı güzellikleriyle de ünlü.

Hindistan'ın batısında bulunan Maharashtra Eyaleti sahilinin hemen dışında, Arap Denizi kıyısında bir bölge. İlçe adını, Sindhudurg'da bir adacık üzerinde yer alan tarihi ve ünlü kaleden almış. Kale, Shivaji Maharaj tarafından yapılmış ve kelimenin tam ifadesiyle Deniz Kalesi anlamına geliyor.

İstasyonda bu kez yerel kıyafetleriyle bayanlar bandosu karşılıyor bizi ve otobüsümüze kadar eşlik ediyorlar. Gittiğimiz her istasyonda müzikle, dansla, değişik ve çok hoş sürprizlerle karşılanmaya alıştık artık. Son durağımızda daha da ilgiyle karşılanıyoruz. Alnımıza sindi, bileğimize çiçeklerden bilezik ve başımızdan aşağı da çiçekler serpiliyor.

Bölgede görülecek çok yer ve yapacak çok fazla etkinlik var ancak biz trenle seyahat ettiğimiz için vaktimiz kısıtlı. Kayalık bir adada, Malvan Sahili’nin hemen yanında yer alan Sindhudurg’un Pinguli kasabası ilk durağımız. Kala Aangan Müzesi ve Sanat Galerisi'nde ilginç, mini bir müze geziyoruz. Burası bir kukla müzesi... Kukla ve ahşap oyuncaklar Sawatwadi'deki geleneksel sanatlardan biri. Daha sonra bizim için bir kukla oyun, saray yaşamından bir kesit sergiliyorlar.

Sawantwadi, kentin ortasındaki gölün etrafında yemyeşil bir kent. Şehirde el işleri ve hediyelik eşyalar satan yerel bir pazara uğrayarak biraz alışverişten sonra öğlen yemeğimiz için bir saraya gideceğiz.

Biz her gün kendimizi kral, kraliçe gibi hissediyoruz ama bugün gerçek bir saraya giderek gerçek bir kraliçe ve kral ile tanışacak ve Palas’ta birlikte yemek yiyeceğiz. 18. yüzyılda, Narendra Tepelerinde inşa edilmiş Sawantwadi Palace bugünkü rotamız. Heybetli giriş kapısında hediyelerle ve çok özel karşılanıyoruz. Burası eski bir hanedana mensup, eski kraliyet ailesinden bir aileye ait.

Onlar da yine gelir sağlamak amacıyla saraylarını turizme açmışlar. Sarayın içi antika eşyalarla, halen korunmuş orijinal dekoru ve süslemeleriyle adeta bir müze. 

Duvarlardaki resimler, fotoğraflar bizi tarih içinde bir yolculuğa çıkarıyor. Ana Saray binasının yan binaları ise şimdilerde gerçek bir müze. Burada geleneksel “Thakar” halk sanatları, tamamen el işi lake, kil işleme ürünler, mücevherlere göz atıyoruz.

Sanatçıların çalışmalarını da izledik ve el emeği göz nuru ürünlerinden satın aldık. Mürekkeple yaptıkları göz nuru işlemeleri isterseniz elinize, kolunuza da yaptırabilirsiniz. Ben elimin üzerine burcum olan minik bir yengeç yaptırdım. 

Ardından lezzetli bir öğle yemeği için Sawantwadi Sarayı'na gidiyoruz. Yerel ürünlerden yapılmış değişik yöresel yemekten sonra hanımlardan oluşan bir grubun halk dansları gösterisini izliyoruz.

Akşam trendeki kompartımanımızda yataklarımızın üzerindeki hediye paketlerini açtığımızda bulduğumuz “sari”lere çok seviniyoruz. Yanında bıraktıkları yazıda bayan elemanların gelip giyinmemize yardımcı olacakları, bu gece yemek kompartımanında bir veda partisi olduğu ve hepimizden yerel kıyafetleri giymemizi rica ediyorlar. Ne hoş bir sürpriz... Sariler çok güzel bir anı olacak.

Görevli bayanlar kompartımanları dolaşarak giyinmemize yardımcı olurken bizler de sari nasıl giyilir öğreniyoruz. Yemek kompartımanı renk renk sariler içindeki bayanlar ve geleneksel kıyafetler giymiş beylerle rengarenk ve cıvıl cıvıl. Yemeklerimiz özel, şaraplar şampanyalarla bu muhteşem gezimizin son akşamında Güney Hindistan ve Maharastra ile vedalaşıyoruz. 

Yarın sabah Mumbai’de trenimizden inecek ve burada bir gece kaldıktan sonra ertesi sabah Kuzey Hindistan bölgesine, altın üçgen dedikleri bölgeye gideceğiz.

Kuzeyin gizemi ve kutsal şehirlerinde buluşmak üzere…

Elephanta Island – Mumbai, Fil Adası – (Gharapuri)

Sabah erken saatlerde trenimiz Deccan-Odyssey, Mumbai şehrindeki Chhatrapati Shivaji Terminaline giriyor. Müthiş yerler gördük, gezdik, trenimizde harika zamanlar geçirdik ve muhteşem bir gezinin sonuna geldik. Trende tanıdığımız, çok memnun kaldığımız personelle vedalaşıyor ve terminalde bu kez veda töreni ile uğurlanıyoruz. Müthiş bir gezinin daha sonuna geldik. 

Uçağımız yarın sabah, elbette bu günümüzü boş geçirmeyeceğiz ve Mumbai yakınında yine muazzam bir yere gideceğiz. Trende bizlere her konuda yardımcı olan tren müdürü aracılı ile kiraladığımız araç ve rehberimizle birlikte Hindistan’ın Giriş Kapısı’ndan, Gate of India'nın bulunduğu Apollo Bunder Meydanı’na geliyoruz. Buradaki limandan tekne ile sadece 1 saat kadar uzaklıkta, Aurangabad kenti yakınlarında gezdiğimiz Ellora ve Ajanta Mağara-Tapınakların benzeri eserlerin bulunduğu ünlü Fil Adaya gidiyoruz.  Adada bulunan nefes kesen devasa taş oyması heykeller Unesco Dünya Mirası listesinde. Fil Adasının ismini aldığı sahildeki dev fil heykeli artık Mumbai’deki “Veermata Jijabai Bhosale Garden” Müzesi’nde. 

Adaya vardığımızda teknelerin yanaştığı yerden tahminen 500 metrelik yolda bir mini tren var ama o kadar yoğun izdiham var ki yürüyerek gitmenizi tavsiye ederim. Fil Mağaralarının olduğu tepeye 200 kadar basamağı tırmanarak ulaşıyorsunuz, ancak bu merdivenler gözünüzü korkutmasın, hem genişlik hem basamak araları oldukça geniş ve sağlı sollu hediyelik satan tezgahlara bakarak çıkarsanız nasıl çıktığınızı anlamayacaksınız.  

Toplam 7 mağaradaki heykellerin bir ada üzerinde ve tahminen MS 450 ile 750 yılları arasında yapılmış olmaları mağarayı çok özel kılıyor. Shiva’ya adanmış heykeller dev boyutlarına karşın çok ince taş işçiliğine sahip. Portekizliler bu adayı işgal ettiklerinde adadaki birçok heykeli parçalamaya çalışmış ancak ahşap bir bölmeyle ayrılmış olan Shiva heykelini fark edememişler. Yerel halk Tanrı Shiva’nın kendisini parçalanmaktan koruduğuna inanmakta. Shiva heykelinde, Shiva’nın üç yöne bakan üç kafasının yaratıcı, yaşatıcı ve yok edici özelliklerini yansıttığına inanılmakta. Ardhanari şeklinde gösterilmiş diğer bir heykel, aynı bedende iki cinsiyetin bulunması anlamına geliyormuş. Heykelin bir yanından bakıldığında erkek, öbür yanından bakıldığında ise dişi özelliği görülüyor. Başka bir heykelde ise Shiva’nın Parvati ile evlenme töreni ve geleneksel dans pozisyonu olan Tandava dansını yapışı resmedilmiş. Ramayana destanında adı geçen kral Ravana’nın Kailasa’ya sürgün edilmesi anlatıldığı dev bir panel ve benzeri muazzam eserleriyle Ada mağara tapınakları görülmeye değer.

Ada gezimizden sonra Mumbai’deki son saatlerimizde biraz kenti geziyoruz ama illaki biraz alış-veriş yapmadan dönmeyeceğiz. Neyse ki rehberimiz bayan bizi anlıyor ve bizi hiç turistik olmayan tanıdığı bir toptancıya götürüyor da çok şık ünlü Hint kumaşından giysileri çok uygun fiyata alıyoruz. Otelimiz havaalanı yakınında, bu gece sanırım trenin sarsıntısı olmadan biraz daha keyifli uyuyacağız…

Hindistan gezimiz Kuzey Hindistan ile devam edecek… Kuzeyin gizemi ve kutsal şehirlerinde buluşmak üzere…

Gezimiz, Hindistan’dan sonra yine yıllardır gitmek istediğim, 3 günlük otantik ve gizemli Katmandu gezimizle son bulacak.

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı
nevinsalman

Yazar Hakkında

nevinsalman

Ankara da doğdum, TED Ankara Koleji ve Gazi Üniversitesi Mimarlık fakültesi mezunuyum. 6 sene Londra'da yaşadım, sonraki yıllarda İstanbul'a yerleştim ve serbest çalıştım.