Milletçe fiziksel birlik ve beraberliğe “en az” ihtiyaç duyduğumuz şu günleri sanatın yardımı olmadan atlatmamız gerçekten zor. Madem gerçek manada seyahat edemiyoruz, bedenimizi olmasa da ruhumuzu kanatlandırmamıza hiçbir virüs engel olamaz. O zaman koltuklarımıza gömülüp ruhumuzu özgür bırakalım ki yeni yerler keşfedebilsin, bir film karakteri olup şehrin sokaklarını adımlasın, muazzam manzaralarda kendinden geçsin, şehir merkezinde kalabalıklara karışsın… İyi seyirler.

To Rome With Love (Roma’ya Sevgilerle)
Roma’nın sokakları, havadaki romantizm, sıradan insanların sıradan hikâyeleri, Woody Allen’ın dehasıyla bir araya gelince ortaya inanılmaz güzellikte bir film çıkıyor. Filmi izlerken fark etmeden Roma’yı gezmiş oluyorsunuz. Bir şehri hikayeleriyle görmek, ruhunu daha iyi anlamak için en iyi yol filmlerdir herhalde. Woody Allen’ın da yaptığı tam olarak bu.
İyi bir mimar olan John, gençliğini geçirdiği Roma sokaklarında gezerken genç bir adamla karşılaşır ve onda kendi gençliğini görür.
Roma’ya Sevgilerle, adından da anlaşılacağı üzere tam bir Roma güzellemesi.Mekanlarıyla, önde yürüyen, sıradan ve bizden hikayeleriyle insanın içini ısıtacak türden bir Akdeniz havasına sahip film ayrıca geniş ve güçlü de bir oyuncu kadrosuna sahip; Alec Baldwin, Penelope Cruz, Ornella Muti, Roberto Benigni bu isimlerden sadece birkaçı.

In Bruges (Bruj'da)
İrlandalı oyun yazarı Martin McDonagh’ın yazıp yönettiği film, iki tetikçinin Belçika’nın Brugge kentinde patronlarından gelecek yeni işi beklemelerini konu alıyor. İkili haber gelene dek birer turistten farksızolarak hayatlarını sürdürür, yapmaları gereken tek şey ise kimliklerini açık etmemektir.
Avrupa’nın tarihi kentlerinden biri olan Brugge’ün dokusu, zaman zaman filmin ana konusunun önüne geçecek kadar çarpıcı ve bir o kadar da etkileyici bir biçimde görünür. Kamera açıları ve mekanlar bizi Bruge’de seyahat ettirmek için özenle seçilmiştir adeta. Filmin kasvetli havasına uygun bir Ortaçağ kentinde çekilmesi tesadüf değil. Sözün özü;etkileyici bir hikâye ve mekân, bu filmde bizlere hoş vakit geçirtmek için bir araya gelmiş. Bu filmi izleyip de yolu Belçika’ya düşen herkes mutlaka Brugge’ü görmek isteyecektir.

Barselona, Barselona
Yine bir Woody Allen ve yine bir şehir filmi. Woody Allen bu kez mekan olarak her köşesi sanat kokan Barcelona’yı seçmiş ve bunu da filmde bir yardımcı oyuncu gibi kullanmış.
Tatil için Barcelona’ya giden ve buradaki bir sergide Juan Antonio ile tanışan iki kadının hayatı, sergi sahibinin onları hafta sonu tatili için evine davet etmesiyle bütünüyle değişir. Artık ortada hayata geçmeyen planlar, aynı adama aşık üç kadın, kıskançlık, pişmanlık ve hayallerle örülü ilişkiler yumağı vardır. Tutku kavramının filmin tam ortasında durduğunu söylersek yalan söylemiş olmayız herhalde. İspanya deyince aklımıza ilk gelen oyunculardan Penelope Cruz ve Javier Bardem başrolleri paylaşıyor.

Kış Uykusu
Nuri Bilge Ceylan’ın başyapıtı. Anlatılan hikâyeler, insan ilişkilerinin sahiciliği, kameranın doğallığı ve oyunculukların ustalığını altın varaklı çerçeve gibi taşıyan mekânı konuşmazsak olmaz. Kapadokya o eşsiz güzelliğiyle filmin her yerinde duruyor vemekânın hikayeyle ilişkisini ustalıkla kuran yönetmen,bizi bize büyük bir resimle anlatıyor. 2014 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan Kış Uykusu, bu alanda Türkiye’nin otuz iki yıllık hasretine de bir son verdi.

180 South (180 Derece Güney)
Belgesel tarzı filmleri seviyorsanız, bu filmi izlerken bütün beklentilerinize karşılık bulacak ve Patagonya’nın doğasına âşık olacaksınız. Bir grup maceraperestin peşine takılıp dev dalgalarda sörf yapmak, dağlara tırmanmak ve vahşi doğayı tecrübe etmek bir yana, muazzam manzaralar karşısında insanın kendinden geçmemesi olanaksız.

Lost in Translation (Bir Konuşabilse)
Baba filminin ünlü yönetmeni Francis Ford Coppola’nın kızı Sofia Coppola’nın yönettiği film, Tokyo’ya reklam filmi çekimi için gelen Bob’un (Bill Murray) kaldığı otelde bir Amerikalı olan Charlotte (Scarlett Johansson) ile tanışmasıyla başlar. Hem özel hayatlarındaki yalnızlık hem de yabancı bir ülkede olmalarının getirdiği yabancılık hissi onları bir araya getirir. Onlar Tokyo’yu ve birbirlerini keşif arzusuyla yanıp tutuşurlarken, biz de film boyunca dünyanın en kalabalık şehirlerinden birisini yakından görme şansı buluyor, yüzlerce gökdelenin arasında kurulmuş ve bir şekilde devam eden hayatları kahramanlarımızla beraber izliyoruz.

Italian For Beginners (Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca)
Dogma 95’in önemli örneklerinden biri olan film Danimarka’da başlıyor. Danimarka’nın banliyölerinden birine genç bir rahip olarak gelen Andreas, akşamları verilen İtalyanca derslerini vermesi için ikna edilir. “Bütün güzel hikayeler iki şekilde başlar” demiş Tolstoy, “Ya şehre biri gelir ya da bir insan bir yolculuğa çıkar.” Andreas’ın bir yabancı olarak ortasına düştüğü insanlar ve onların hayatın ortasındaki halleriyle teması filmi izlenir kılıyor. Bu arada Kopenhag’ın bu kasvetli kasabasını ve daha sonra gittikleri İtalya’yı arka planda sürekli görmek mümkün. Bu filmi izlemeden önce Dogma 95 hareketiyle ilgili küçük bir araştırma yapmanızda fayda var.

Havana’da Yedi Gün
Yedi ayrı yönetmen, yedi ayrı gün. Yönetmenlerden ikisini sayarsak eğer bizi nasıl güzel bir filmin beklediğini anlatmış oluruz herhalde; Benicio del Toro ve Gaspar Noê. Del Toro’nun ilk yönetmenlik denemesi olan hikayede, Emir Kusturica da alışık olduğumuzun aksine bu kez oyuncu olarak çıkıyor karşımıza.
Birbirleriyle ilişkili yedi ayrı hikayenin anlatıldığı film, aynı zamanda bir Havana güzellemesi. Şehir merkezi, arka sokaklar, Havana ile ilgili ne ararsanız bulmanız ve Havana’yı bir ekran ardından neredeyse yaşamanız mümkün.
