Cennet Gerçekten Varmış

Geçen yıl Kurban Bayramı öncesinde “İki arada bir derede kaldım” desem yeridir. Bir yanda ailem ile bayramlaşma arzum, diğer yanda gezgin ruhumun dürtüklemesi, bir de gerdan tatlısı yapma sözüm son günlere kadar kararsız kalmama neden oldu. Ama sonunda formülü buldum. Tatili ikiye böldüm. Bayramın birinci günü ailem ile bayramlaştıktan sonra “Tatlıyı da bayram sonrasında yaparız” kararını alıp, ikinci gün kendimi gene yollarda buldum.

Sabahın erken saatlerinde başlayan yolculuğumuz Akhisar’da Köfteci Ramiz’de kahvaltı, Orhangazi’de Köfteci Yusuf’ta öğle yemeği molalarından sonra kısa duruşlarla da sürdüğü için gün batımını ancak Sapanca Gölü'nün kıyısında yakalayabiliyoruz. Hava biraz puslu olduğu için daha önce gidenlerin “Sapanca’da gün batımı muhteşemdir” sözlerini doğrulayamadım ama açık bir havada öyle olduğundan eminim. Yine de göl kıyısında birkaç fotoğraf çektikten sonra hava daha da kararmadan Haydarpaşa - Adapazarı treninin uğradığı tarihi tren istasyonunu görmeye gidiyoruz. Anadolu’nun pek çok kasabasında görmeye alışkın olduğumuz istasyonu ışıkları yanmış, bir sonraki seferin yolcularını karşılamaya hazır buluyoruz. Akşamın karanlığında gidene güle güle, gelene hoşgeldin demek için ışıklarını yakmış bekliyor. Tren istasyonları önemlidir insan yaşamında. Bazen ayırır, bazen kavuşturur, bazen ağlatır, bazen güldürür. Bazen de bizim gibi sadece bir sanat eserine bakar gibi bakar insanlar ona.

Geçmişte İzmit Körfezi’nin uzantısı iken, Samanlı Dağları’ndan inen derelerin taşıdığı alüvyonlarla körfezden ayrılıp, dağdan inen dereler ile beslenen, fazla sularını da Sakarya Nehri'ne akıtan gölün kenarından Kocaeli’deki otelimize giderken hava iyice kararıyor. Rehberimiz gölün efsanesini anlatırken benim de gözlerim yorgunluktan yavaş yavaş kapanıyor.

“Çok eski zamanlarda gölün bulunduğu yer bereketli topraklar üzerine kurulmuş bir kasabaymış. Halkı çok zengin ama aynı zamanda da çok kibirli ve bencilmiş. Bir gün kasabaya bir Derviş gelmiş. Selam vermiş, selamını almamışlar, evlerinde konuk etmedikleri gibi su bile vermemişler. Derviş’in kalbi kırılmış, akşama kadar bir lokma ekmek, bir yudum su için dolanmış durmuş. Umudunu yitirip kasabadan ayrılırken uzaklardaki küçük bir kulübeden sızan mum ışığına doğru yürümüş, son bir umutla kapısını çalmış. Kulübenin sahibi, kasaba halkına sapan yaparak geçimini sağlayan fakir bir kişiymiş. Kapıyı açan sapancı Derviş’i güler yüz ile karşılayıp “Hoşgeldin yolcu. Ben de ocaktan tencereyi şimdi indirdim. Yemeğimi paylaşabileceğim bir konuk göndermesi için Tanrı'ya dua ediyordum. Buyur birlikte yiyelim” demiş. Yemek yendikten sonra yatacak yer de vermiş. Derviş sabah tekrar yola koyulmuş. Sapancı da onu karşıdaki tepelere kadar uğurlamış. Dönüşünde bir de ne görsün. Kasabanın yerinde yeller esiyor. Onun yerine ise koca bir göl. Dervişin âhı tutmuş, kasaba yok olmuş. O günden sonra, bu göle Sapanca adını vermişler.” deyip, "Buranın Sapanca somunu denen ekmeği çok ünlü. Evliya Çelebi’nin Seyahatname'sinde, Kırk gün dursa, küflenip lezzetini kaybetmez. O kadar lezzetli olmasına suyundandır diyorlar. Suyu gayet saf ve berraktır. Hatta halkı suyunu içtiğinden yüzlerinin rengi kırmızıdır. Köylü kadınlar çamaşır yıkarken sabun dahi sürmezler. Somunu da bu suyla yoğurduklarından ekmeği pamuk gibi olur.” demiştir diye ekliyor. Sonunda otelimize varıyoruz.

Ertesi gün programımız çok yoğun olduğundan yemeğimizi yiyip, erkenden yatıyor ve sabah güzel bir kahvaltının ardından yola çıkıyoruz.

Yöre halkı “Buraya gelen aşık olur” demiş, böylece ismi Maşukiye olmuş. Gerçekten de öyle… Aşık olunmayacak gibi değil. Sanki doğadaki bütün renkler sözleşip buluşmuşlar, cümbüş yapıyorlar. Sarıdan, kırmızı ve mora, kahverengiden yeşil ve maviye hepsi burada. Yeşil çalıyor, sarı oynuyor adeta. Otobüsten iner inmez oksijen fazlası başımızı döndürüyor. İçimize bol bol çekerek, ulu çınarların arasından, alabalık havuzlarının yanından geçerek, şelaleye ulaşıyoruz. Kuş cıvıltısı, yaprak hışırtısı ile ağaç çıtırtılarına bir de şelalenin şırıltısı eklenince senfoni tamamlanıyor. En güzel bestelerden bile güzel. İnsan burada yaşlanmaz diye düşünüyorum. Buraya ilk yerleşenler Kafkasya’dan gelmişler diyor birileri. “Zaten onların ömürleri uzundur. Burada daha da uzamıştır.” diye geçiriyorum içimden… Şelale restoranda içtiğimiz demli çayın ardından Sapanca gölünü seyrederek, aşağıya iniyoruz dolana dolana…

Bolu’nun eski bir Osmanlı yerleşim alanı olan, şirin mi şirin ilçesi Göynük, bir vadide kurulmuş. Eskiden yamaçta oturup, vadide tarım yaparlarmış ama daha sonra tarım arazilerinin yerine yaptıklari evlerde yaşamaya baslamişlar. Böylece tarım alanları yok olmuş. Kentin tam ortasından geçen deresi, Arnavut kaldırımlı dar sokakları, çınar ağaçları ve beyaz boyalı tipik ahşap evleriyle bir tiyatro sahnesini andırıyor. Birazdan oyun başlayacakmış duygusu veriyor. Fatih Sultan Mehmet hocası Akşemseddin’e burada bir türbe yaptırmış. Gazi Süleyman Paşa Hamamı ve Camisi ile Zafer Kulesi de ilçedeki diğer tarihi yapılar. Dere kenarındaki otantik kahvede fincan tabağında lokum olan kahvelerimizi yudumlarken “İşte mutluluk bu...” diye geçiriyorum içimden...

Yemyeşil çam ormanlarının arasından kıvrıla kıvrıla uzanan yolun sonunda, iki dağın eteklerinin arasına gizlenmiş gibi duran şipşirin bir vadi yerleşimi daha çıkıyor karşımıza. Anadolu'nun en eski yerleşim yerlerinden biri olan Mudurnu Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde doğuyu batıya bağlayan yollar üzerinde bir kavşak. İsminin Bursa Tekfuru’nun kızı Moderna'dan geldiği söyleniyor. Tefkur kasabanın ilk kuruluş yeri olan Hisar Tepesi’nde Moderna adına bir kale yaptırmış ve kasaba bu kalenin çevresinde genişlemiş. Ancak kaleyi şu an belirgin bir şekilde göremiyoruz. Vadi içinden bir de dere akıyor. Derenin suyu Sakarya’ya karışarak Karadeniz’e ulaşıyor. Her iki yanında ise çatıları kiremitli, balkonları oymalı, pencereleri örme perdeli, beyaz boyalı ahşap evler şehrimize hoşgeldiniz dercesine gülümsüyor. “Kimbilir kimler ne sevinçler, ne acılar yaşadı bu evlerde” diye düşünüyorum. Halkın başlıca geçim kaynağı olan tavukçuluğu simgeleyen bir heykel karşılıyor bizi. Karnımız çok acıktığı için gezme işini sonraya bırakıp, yöresel yemekler durağı olan Tarihi Meram Lokantası'na kendimizi zor atıyoruz. Tarhana çorbası, keşli (kurutulmuş yoğurt) cevizli kaşık sapı, iri kuru fasulye, salata ve saray helvasından oluşan yemeğimizi yedikten sonra Arnavut kaldırımlı sokaklarında gezmeye başlıyoruz. Burada da hava bol oksijenli ve her yer ışıl ışıl.

Mudurnu’da demircilik ve iğnecilik meslekleri öne çıkmış. Demircilik hala devam etse de iğnecilik mesleği yok olmuş. Tarihi demirciler çarşısı hala yaşıyor. Saç soba, bakır ibrik, mangal, sini, zincir, cezve, sahan gibi pek çok ürün var burada.

Otel olarak kullanılan üç katlı Hacı Abdullahlar Konağı’nı geziyoruz. Pencere, kapı, tavan ve dolaplar ahşap ve dantel gibi oyulmuş. Kapı tokmakları porselen. Salondaki sedirlerin üstüne, kenarlarına rengarenk kanaviçe işlenmiş beyaz örtüler örtülmüş. Dokuma kumaştan yapılmış perdelerin uçlarında danteller, yerlerde antika halılar, kilimler, sırma işli yatak örtüleri, ibrikler, gaz lambaları, bizi bambaşka dünyalara götürüyor.

Yıldırım Beyazıt Camii ve Hamamı, Saat Kulesi, Pertev Naili Boratav Kültür Evi buranın diğer zenginliklerinden. Kültür evinin ismi şaşırtıyor ama sokaktan geçen bir öğrenciden Boratav’ın babasının burada kaymakamlık yapmış olduğunu ve on altı yıl burada yaşadıklarını öğreniyoruz. Hatta Pertev Naili Bey ilk “Halk Bilimi” çalışmasına da Mudurnu türkülerini derleyerek başlamış.

Yine hem dar hem virajlı ama bir o kadar da ağaçlı yoldan Abant’a ulaştığımızda artık güneş batmak üzere. Otobüsten iner inmez gölün çevresini gezdiren fayton ve atları görüyoruz. Binsek mi diye düşünsek te yürümeyi tercih ediyoruz. Göl eşsiz manzarası ile kafa dinlemek, yürüyüş yapmak ve temiz hava almak için ideal bir yer. Adeta bir sığınak... İki büyük otelden birinin terasında içimizde hafif bir ürperti ile karşı kıyıyı seyrederek, kahvelerimizi yudumlarken “Cennet gerçekten varmış” diye düşünüyorum... O akşam Düzce Pak Otel’de kalıyoruz. Üç yıldızlı bir otel olmasına karşın beş yıldızlı bir otel konforunda. Sahipleri şehrin başlıca geçim kaynağı olan kereste ve ahşap işi ile uğraşıyorlarmış ancak şehre özellikle iş için gelenlerin kalabilmesi için bu oteli yapmışlar.

Yörük Köyü, UNESCO tarafından koruma altına alınan, Anadolu’daki iki köyden birisi. Safranbolu’ya çok yakın olan köy Orta Asya'dan gelen Oğuzların bir aşireti tarafından kurulmuş. Uzun yıllar çadırlarda yaşamışlar. Daha sonra, Osmanlı Devleti’nin baskısı sonucunda yerleşik düzene geçmişler. 750 yıllık geçmişi olan köyde en eski ev 450, en yenisi ise 90 yıllık. Büyük çoğunluğu ise onarım görmüş. Daracık sokakların iki yanındaki eliböğründeli evler o kadar güzel ki… Ahşap doğramaları, aşı boyası, parmaklıkları ve kafesleri evlerin en dikkat çeken özelliği. Pek çoğunun saçaklarında asılı geyik boynuzlarının ise uğur getirdiğine inanıyorlar. Giriş kapılarına asılmış parlak sedef çiçeği de sanki yapma gibi. Tokmaklara bağlanan ip veya bezlerin bağlanış şekline göre anlamları değişik. İp iki tokmağı birbirine bağlıyorsa evde kimse olmadığını, aşağı sarkıyorsa evde birilerinin olduğunu gösteriyor. Yürüye yürüye yaşayan bir müze olan Sucu Hafız’ın Evi'ne gidiyoruz. Bizi dördüncü kuşaktan torunu gezdiriyor. Evdeki tüm doğramalar, kapı ve pencereler, seramik kapı ve dolap kolları, perdelikler orjinal. Sucu Hafız, Osmanlı saraylarında çalışırken, gördüklerini kendi evinde uygulamış. Köyün sanat galerisi olarak kullanılan ortak çamaşırhanesine gidiyoruz. Çamaşırhanede o yıllarda sıcak - soğuk su sistemi kurulmuş. Çamaşır yıkanan yerin on iki köşeli olması da bir tesadüf değil. Bektaşiliğin unsurlarından on iki imamı simgeliyor.

Sokaklarında yaşlı teyzeler reçel, tarhana, erişte, pekmez, turşu, kekik, ıhlamur satıyor. İki sokağa Leyla Gencer ve Cemil İpekçi’nin isimleri verilmiş. Gencer’in babası, İpekçi’nin de anneannesi buralıymış.

Safranbolu’ya Hıdırlık Tepesi'nden bakarken Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerini görüyoruz. Bu özelliği ile Unesco’nun Dünya Miraslar Listesi'nde yer alan şehir, adını bölgede yetişen safrandan alıyor. Safran bitkisi boya, gıda, ilaç ve kozmetik sanayiinde kullanıldığı için önemli bir hammadde. Burası da bir vadi yerleşimi. Konumu itibariyle tarih boyunca ticari bir merkez olan şehir birçok medeniyete de ev sahipliği yapmış. Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise tarihteki en önemli dönemini yaşamış. Şehrin Homeros'un İlyada destanında geçen Paflagonya Bölgesi'nde olmasından da buradaki yerleşimin çok eski zamanlara dayandığı düşünülüyor.

Türkiye’deki korunması gereken kültür ve tabiat varlıklarının çok büyük bir bölümü burada. Bu özelliği ile şehir bir “Müze Kent” olmuş. Korumacılıktaki başarısı ile de “Korumanın Başkenti” ünvanını kazanmış. Osmanlı dönemindeki ev yaşantısının sergilendiği Kaymakamlar Evi'ni gezdikten sonra Cinci Hoca Hamamı yanındaki geleneksel yemekler yapan lokantada buluyoruz kendimizi. Safranbolu bükmesi ve şehzade pilavından önce yayla çorbası içiyor, üstüne de garsonun “pek sevmeyebilirsiniz” demesine karşın safranlı zerde sipariş ediyoruz. Birer kaşık alıp tadına bakıyoruz ama alışık olmadığımız bir tadı olduğu için her yiyenin yüzü biraz buruşuyor. Yemek sonrası da tekrar yola koyuluyoruz.

Dimdik yamaçlardan kıvrıla kıvrıla aşağıya doğru inerken iki küçük koy arasından denize uzanmış bir kara parçası görüyoruz. Ona bağlı küçük bir ada ve karşısında da bir adacık var. Bu üçlünün, günün geceye kavuşmasına saniyeler kala lacivert renkli denize sereserpe uzanmış görüntülerine, bir de güneşin kızılllığı eklenince mühtiş bir manzaranın ortasında buluyoruz kendimizi. Bu haliyle "Uyuyan Prenses"e benzetiliyor. Adını Makedonya Kralı İskender’in baldızı Kraliçe Amastris’ten alan Amasra tarih boyunca pek çok medeniyete de sahipliği yapmış. Bir dönem Pontus Krallığı'nın, bir dönem Bizans, bir dönem de Selçuklu İmparatorluğu'nun egemenliğine girmiş. Amastris, oğulları tarafından bindiği gemi batırılana kadar burada yaşamış. Adına paralar bastırmış, şehre sanatsal yapılar yaptırmış. Amasra, Cenevizliler zamanında yapılmış şipşirin kalesi, deniz kenarındaki küçüklü büyüklü balık lokantaları, otelleri ve ev pansiyonlarıyla turizme önemli ölçüde katkıda bulunan bir şehir. Ev pansiyonculuğu ve çadır kampçılığına öncülük eden Amasra "Ülkemizde turizmin başladığı yer" olarak biliniyor.

Kara elmasın diyarı Zonguldak’a ulaştığımızda hava tamamen kararıyor. Issız ve dar sokaklardan Emirgan Oteli'ne ulaşmaya çalışırken kendimi “Zonguldak’a tayin olmuş genç bir öğretmen” olarak hayal ediyorum. Biraz içim burkuluyor. Tam bir öykü kurgulamak üzere iken denize sıfır konumdaki otelimize varıyoruz. Artık tam anlamıyla Karadeniz’in kıyısındayız. Onun için “Hırçındır” diyenleri yalancı çıkartırcasına öyle sakin ve dingin ki, sanki bize o halini gösterirse bir daha gelmeyiz diye kendini sevdirmeye çalışıyor gibi. Başarılı da oluyor. Havasını soludukça ruhumuz dinleniyor, gönlümüz şenleniyor. Akşam yemeği sonrası geç saatlere kadar terasta oturuyoruz. Ertesi sabah ise kahvaltı sonrası dönüş yoluna çıkıyoruz. Otel ve çevresini gün ışığında gördüğümüzde yeşil ve mavinin birbirine ne kadar yakıştığına bir kez daha şahit oluyoruz. Yolumuzun üstündeki bastonlar diyarı Devrek de pek çok kavime kucağını açmış. Eski adı Hamidiye imiş ve buraya ilk Hititler yerleşmiş. En sonunda da Osmanlı topraklarına katılmış. Kimilerine göre koyun şeklini andırdığı için “Ağzı yayık koyun” anlamına gelen Devrek, kimilerine göre de “Develerin yüklerini boşalttıkları yer” anlamına gelen "Deverek” denmiş. Devrek’te bastonculuk, yün ve pamuk eğirme aleti olan çıkrıkla başlamış. Ondan sonra gelişmiş. Sevgi, duyarlık ve aşk mahsulü olan sanat eseri niteliğindeki şık bastonların dünyada eşi benzeri olmadığı söyleniyor. Ayrıca çok sağlam ve dayanıklı olduklarından ustasından çok yaşarlarmış. Bu nedenle her baston yıllar sonra antika özelliği taşırmış.

Kentin merkezindeki dev baston heykeli yanında fotoğraflarımızı çektirdikten sonra "Bekmezli hakiki meşhur Devrek Simiti"ni 1912’de kurulmuş tarihi fırından alıp, ara sokaktaki bir kahve ocağının önündeki küçücük taburelere oturup, eski kaşar ve çay eşliğinde yerken keyfimize diyecek yoktu doğrusu…

Son durağımızdan da ayrıldığımızda, üzerimizde günlerin yorgunluğu olmasına karşın ruhumuzdaki dinlenmişlik, belleğimizdeki yeni anılar, makinelerimizdeki yeni fotoğraflar, damağımızdaki yeni tatlar sayesinde tekrar nefes almaya başlamış, adeta yenilenmiş bir şekilde evimize dönüyorduk…

SEMRA YEŞİL

Yazar Hakkında

SEMRA YEŞİL

YOLCULUK HİKAYELERİM...Çocukluğumdan bu yana yaşadığım yerden farklı coğrafyalardaki yaşam biçimlerine ve kültürlerine ilgi duymuşumdur…İnsanın gelişiminin ve düşünce şeklinin bu sayede zenginleşec