Bodrum, benim için hiçbir zaman tatil seçenekleri arasında üst sıralarda değildi. Marmaris’te büyümüş ve Datça’da yaşamış biri olarak, magazin programlarının etkisinden midir bilmem, Bodrum’a hep mesafeli durmayı tercih ettim. Ama cumartesi akşamı için katılmayı çok istediğim bir davet söz konusu olunca, uzun zamandır yapmayı istediğimiz ama türlü sebeplerden ertelediğimiz o tatili gerçekleştirmek için de bir fırsat yakaladığımızı düşündük ve kendimizi bir anda Bodrum yollarında bulduk.
Üç günlük kısacık bir tatil olacaktı bu ama yine de Bodrum merkezde olmak hiç cazip gelmedi, bu yüzden civardaki kamp alanlarını tarayıp bir tanesinde karar kıldık. İzmir’den sabah çok erken yola çıkmış olmamıza rağmen, Gümüşlük’teki kampımıza vardığımızda neredeyse akşam olmak üzereydi. Tatile gitmek için ülkenin en popüler beldelerinden birini ve onun da en yoğun sezonunu seçersen olacağı buydu tabi. Bodrum’a yaklaştığımızda trafik o kadar yoğunlaştı ki neredeyse adım adım ilerleyebildik desem yeridir.
Gümüşlük’ten ve Dibeklihan’daki o unutulmaz davetten bahsetmeden önce biraz kamp alanımızı anlatmak istiyorum zira tatilimizin en keyifli detaylarından biri oldu. Çok sayıda alternatifin içerisinden, biraz da Google yorumlarının katkısıyla iletişime geçtiğimiz Bodrum Masalı Camping, daha adımımızı atar atmaz doğru karar verdiğimizi hissettiren, çok güzel bir kamp alanı. İşletmecisi Ayhan Bey ile öncesinde uzun uzun telefonda konuşmuştuk, gittiğimizde de aynı sıcaklıkla karşılandık. Bu kez çadırsız gittiğimiz ve yanımızda da epey eşyamız olduğu için apartı tercih ettik ama benim kalbim o “kuşgözü” ağaç evde kalmadı desem yalan olur. O da bir daha gitmek için bahanemiz olsun.
Alan tertemiz, odaların içi de tıpkı alanın kendisi kadar özenli. Alanın güvenlik sorumlusu Baron, etrafta koşuşturup duran kediler, çenesi düşük horoz, ördekler, yan araziden bakışıp durduğumuz inekler kampın en sevdiğimiz sakinlerinden oldu. Denize biraz uzak bir konumda ama bu bizce her anlamda bir avantaj, akşam olduğunda Bodrum’un bütün o tantanasından uzakta, doğayla baş başa kalmanın tadını çıkarabiliyorsunuz. Ki bizim de ihtiyacımız olan tam olarak buydu; başka bir Bodrum mümkünmüş dedik.
Batık Kentin Kalıntıları: Myndos
Gelelim Gümüşlük’e… Kökleri tarih öncesi çağlara dek uzanan Gümüşlük, antik ismiyle Myndos, önemli filozofların da doğum yeri olan bir deniz kenti. Hala arkeolojik bir sit alanı olduğu için doğallığını bir ölçüde korumayı başarmış. Halikarnas Kralı Mausolos tarafından kurulan kent, geçirdiği büyük depremlerin ardından “Batık Şehir” olarak da anılmaya başlanmış. Bugün Tavşan Adası olarak geçen adaya da bu batık taşların (Kral Yolu) üzerinden yürüyerek gidebiliyorsunuz. Gerçi giriş yasak, biz de hiç yeltenmedik, bu yüzden artık sayısı iki elin parmaklarını geçmediği söylenen tavşanların varlığından da bihaberiz.
Gümüşlük’ün sahili birçok restoran ve kafeteryalarla dolu. Denize karşı masalarda bir şeyler atıştırmak isteyenlerin çokça rağbet ettiği bu mekanların arasında bir kır kahvesi bulup oturduk. Fiyatlar elbette tahmin edebileceğiniz gibi yüksek. Biz birer çay içip kalktık. Güneş batmak üzere olmasına karşın halk plajı hala tıklım tıklım doluydu. Denizi konusunda fikrim yok ama şurada denize gireyim, sonra şuradaki kafeye oturup bir akşamüstü birası içeyim derseniz keyifli olabilir.
Eğer aracınız varsa, denize girmek için merkezden biraz uzaklaşmanızı öneririm. Gümüşlük Halk Plajı dediğim gibi güzel ama hayli kalabalık. Sessiz sakin olsun derseniz yarımadanın en batısındaki Peksimet, suyu biraz soğuk olsa da Karaincir, köpük köpük suları nedeniyle bu ismi almış olan Şampanya ve türkülerden kendisine aşina olduğumuz Aspat’ı önerebilirim.
Hemen her yerde karşımıza çıkan el sanatları çarşısı burada da var. Oldukça küçük bir çarşı ama o kadar renkli ki kendinizi kaybetmeniz an meselesi. Biz özellikle Bodrum sandaletleri yapan küçük dükkanda epeyce takıldık, çoğunda da aklımız kaldı. Su kabağı objeler, karpuz çekirdeğinden yapılmış aynalar, cam takılar, seramikler, deri çantalar, tığ işi ceketler, el yapımı cüzdanlar bu küçük stantlarda sergilenen hediyeliklerden bazıları.
Pek alışverişle işimiz olmadığı için sadece gezmekle yetindik ama gerçekten bu bile yeterince keyifliydi. Kalabalıklar içerisinden bir an önce uzaklaşmak için yol üstündeki bir markete girip yiyecek bir şeyler aldık ve doğruca kampın yolunu tuttuk.
Gümüşlük Kahvaltıcıları
Baştan söyleyeyim, biz kahvaltı için kampın mutfağından yararlandık çünkü servis öğlene kadar devam ediyordu. Ama Gümüşlük’te kahvaltı yapmak için başka beldelerden kalkıp gelenlerin olduğunu duyduk. Bu konuda ünlü birkaç mekan varmış, sadece isimlerini ve ünlerini duyduk, deneme fırsatımız olmadı. Biraz tembellikten, biraz da aslında zamansızlıktan. Neyse, ben yine de gördüklerimi değil duyduklarımı da paylaşayım, belki siz bizim yerimize de dener, neler kaçırdığımızı anlatırdınız.
Gümüşlük’teki Limon Restoran, adını en çok duyduğumuz mekanların başında geliyor. Yerel ürünlerden oluşan mükellef bir kahvaltısı varmış ancak özellikle yüksek sezonda yer bulmak pek de mümkün olmayabiliyormuş. Bu yüzden eğer öyle bir niyetiniz varsa önceden rezervasyon yaptırmayı deneyin.
İsmini çokça duyduğumuz bir diğer mekan da Tel Dolap. Gümüşlük’ü biraz tepeden gören bir konumda, ev yapımı ürünlerle donatılmış bir kahvaltı masasına oturmak iştahınızı kabartıyorsa burayı da listeye ekleyebilirsiniz.
Biz bütün İzmirliliğimizle “gevrek” ve çayı tercih ettik ama bir sonraki ziyaretimizde en azından bir sabahımızı böyle bir kahvaltıya ayırma konusunda kararlıyız.
Gümüşlük’te Yeme-İçme-Eğlenme İşleri
Bir deniz kentinden beklentiniz elbette deniz ürünleri olur, Gümüşlük de bunu fazlasıyla veriyor. Sahil boyunca sıralanmış restoranlarda ahtapot, kalamar ve günlük balıklarla kendinize bir ziyafet çekebiliyorsunuz. Yok ben deniz ürünü almayayım diyenlere de seçenek çok gördüğüm kadarıyla. Ev yemekleri yapan lokantalar, gözlemeciler, mantıcılar ve pideciler de alternatif arayanlarla dolup taşıyor. Zaten boş mekan görmedik gibi bir şey. Ama sahildeki restoranlarda rakı-balık yapmak bir hayli maliyetli olabilir, özellikle mekanın dekorasyonunda kullanılan su kabağı sayısıyla gelecek olan hesap arasında enteresan bir bağlantı var; su kabağı ne kadar fazlaysa hesap da bir o kadar kabarık oluyor, aklınızda bulunsun.
İsmini daha önce çok duyduğumuz mekanlardan biri de yine Gümüşlük sahilindeki Club Gümüşlük. Aynı zamanda restoran olarak da hizmet veren bu mekanda birçok ünlü ismin canlı sahne performansını izleyebiliyorsunuz. Gündüzleri, mekanın hemen önündeki şezlonglar da aynı zamanda denize girmek isteyen misafirler için ayrılmış. İlginizi çekiyorsa buraya ve biraz ilerisindeki Jazz Cafe’ye de bir göz atın derim.
Gümüşlük’e Ulaşım
Bodrum merkezden araçla 20 dakika uzaklıkta. Ortakent, Yalıkavak ve Turgutreis’in komşusu. Eğer aracınız yoksa Bodrum merkezden buraya minibüsler kalkıyor. Aynı şekilde Turgutreis’ten de Kadıkalesi ve Gümüşlük’e sık sık minibüs seferleri düzenleniyor. Köy içinde birçok yere yürüyerek gidebiliyorsunuz, biz kamp ve sahil arasında hiç araç kullanmadık çünkü hem yürümeyi seviyoruz hem de yol çok keyifli. Arazilerin içinden geçip her gördüğümüz inekle selamlaşa selamlaşa yürüdük, biraz uzun sürdü ama kesinlikle değdi.
Bir Kültür ve Sanat Köyü: Dibeklihan
Gelelim Bodrum’u asıl ziyaret etme sebebimize. Yakaköy'deki Dibeklihan Kültür ve Sanat Köyü'nün ismini daha önce duymuştum ama Bodrum’la pek içli dışlı olmadığımızdan, hakkında pek az şey biliyordum. 20 Ağustos akşamı, “Malta Tarihinden Bir Anadolu Lezzeti” etkinliği için Dibeklihan’dan içeri adımımı attığımda, beni ilk çarpan şey mimarisi oldu. Taş sokakları, geniş avlusu ve özenli detayları ile insana kendisini gerçekten çok iyi hissettiren bir yer Dibeklihan. İsmini, otopark girişindeki taş babaların üzerinde yer alan iki büyük yoğurt dibeğinden alıyor. İçindeki sanat atölyelerini, sergileri ve dükkanları gezmek çok keyifli. Zaman zaman film gösterimleri, dinletiler, sergiler ve konserler de düzenleniyor. Bizim orada olma sebebimiz ise Malta Turizm Otoritesi ve Heritage Malta ekibinin düzenlediği “Malta Tarihinden Bir Anadolu Lezzeti” etkinliği idi.
Geceye katılan kitle oldukça hoştu ve epey de kalabalıktık. Leziz kanepeler ve buruk kırmızı şarap (en sevdiğim) eşliğinde bol bol sohbet etme imkanı bulduk. Malta Ankara Büyükelçisi H.E. Dr. Theresa Cutajar ve Türkiye UNESCO Dünya Mirası Gezginleri Derneği Başkanı Nevin Salman da katılanlar arasındaydı. Daha sonra sunumlara geçildi. Arthur Grima ve Liam Gauci’den, az sonra tadına bakacağımız enfes kokteyllerin hikayelerini dinledik, güldük, Malta’yı biraz daha yakından tanıdık.
Geceyi noktalarken eminim ki herkesin aklından “Malta’yı ziyaret etmenin bir fırsatını yaratmalı” diye geçiyordu. En azından ben gördüklerimden ve tattıklarımdan çok etkilendim, bu Akdeniz ülkesini daha yakından tanımanın fırsatını kolluyorum. Belki bir gün bir Malta yazısında da buluşuruz, belli mi olur?
Sevgiyle kalın.