İstanbul Şehrazat'Inız Olsun!

Kış çoktan geldi ama ben, uzun bir uykudan uyanmış gibiyim, içim içim kıpır kıpır, yerimde duramıyorum. Can sıkacak şeylerin etkisi uzun sürmüyor. Kimseye fazla kızamıyor, tadını çıkara çıkara küsemiyorum. Hafifledim. Çoktan yitirdiğimi sandığım bir duyguyla, fazla debelenmeden akışa bırakıyorum kendimi.

Bir de her fırsatta dışarı çıkıyorum. Güneşle yıkanayım, saçlarım uçuşsun, gözüme kar veya toz kaçsın, sürekli şekil değiştiren bulutları takip edeyim ve içimde birikmiş depresif tortulardan kurtulayım istiyorum. Ve bu hevesle geciktiğim bir şeyi yapıyor, kışkırtıcı güzellikte bir şehir olan İstanbul’u yeniden keşfediyorum.

Yalnız değilim. Enerjisiyle benden geri kalmayan, İstanbul’un tarih, arkeoloji, kültür, sanat, ama en çok da “sokak” demek olduğunu bilen arkadaşlarım var. Hafta sonları çıktığımız şehir turlarında hep başka başka rotalar belirliyoruz. Buluşma yerimiz değişiyor; bazen Taksim Meydanı’nı, bazen Beşiktaş’taki iskeleyi, bazen Kuzguncuk’ta çınar ağacını seçiyoruz. Önümüze çıkan her dar yola, iki bina arasında gizlenmiş her vaatkâr aralığa dalarak, eski eserlerin bahçelerine girip çıkarak, bazı şeyleri oradan daha önce defalarca geçtiğimiz halde neden görmediğimizi merak ederek, küçük salaş kahvelerde çay molaları vererek, fotoğraf çekerek ve kendimizi sürprizlere açarak yürüyüp duruyoruz.

Bir gün Rumelihisarı civarındaki sokakları, evleri gezdik, başka bir gün Eminönü, Çemberlitaş, Beyazıt, Cankurtaran turuna çıktık. İki hafta önce de Karaköy, Unkapanı, Çarşamba, Kadırga, Fener ve Balat’taydık.

Bazı yerlere ise hep gidiyoruz; bıkmadan, vazgeçmeden. Topkapı Sarayı’na, Ayasofya’ya, Süleymaniye Camii’ne, St. Antuan Kilisesi’ne, Galata Kulesi’ne, Doğan Apartmanı’na, Kapalıçarşı’ya ve civarındaki irili ufaklı hanlara kaç kez gidip kaç kez âşık olduğumu ben bile hatırlamıyorum.

Bu saydığım yerler özeldir, sihirli kapılar açar... Tarihler birbirine karışır, bir sis bulutundan geçerek tatlı bir zaman tünelinde bulursunuz kendinizi. Hele binlerce yıldır nice badireler atlattıktan sonra yüzyıllarca susup beklemiş, zamanın yıkıcılığına direnerek ayakta kalmış bu binalara taş ve demir gözüyle bakmaktan vazgeçerseniz, İstanbul Şehrazat’ınız olur. Şehir size masallar, hikâyeler anlatırken, siz sonsuz bir teslimiyetle onu dinlemeye gönüllü olursunuz.

Bir maceramı anlatayım isterseniz, zaten daha çok yeni. İki hafta önce bir haber için özel izin alarak Yerebatan Sarnıcı’nda bir gece geçirdik. Ayasofya’nın hemen yakınlarındaki bu sarnıç, içeriye gölgeli bir atmosfer kazandıran loş koridorları, melankolik bir tevekkülle tepe taklak duran yapayalnız dev Medusa heykelleri ve iri sazan balıklarının yüzdüğü karanlık suların içinden yükselen uzun mermer sütunlarıyla görkemli ama ürkütücü bir mekân... Hikâyesi sahiden acayip. Bizans İmparatoru Justinyanus tarafından 532’de Bizans Sarayı’nın su ihtiyacını karşılamak için yaptırılmış ve yeniyken bile bir çeşit hayalet binaymış, çünkü inşasında kullanılan 336 sütun buraya yıkılmış, yakılmış, terk edilmiş tapınaklardan teker teker toplanarak getirtilmiş. Bir tanesinin üzerinde eski Mısır stili gözler var. Yerebatan Sarnıcı’nı tedirgin edici ve muhteşem kılan şeylerin başında eklektik mimarisi geliyor. Ara sıra sudan başlarını çıkarıp insan sesine benzer tiz çığlıklar atan sazan balıklarını da unutmamalıyım şüphesiz.

Her neyse o gece, benim gibi arkeolojiye, tarihe, metruk binalara ve tekinsiz konulara meraklı biri için büyüleyici bir deneyimdi. Koridorlarda yankılanan fısıltıları dinlerken zihnimin bir yerinde hep bir kitapta okuduğum şu hikâye vardı: Osmanlıların İstanbul’u fethinden sonra sarnıç epey bir süre unutulmuş. Ta ki 16. yüzyılda, Hollandalı seyyah P. Gyllius buraya gelene kadar. Ayasofya civarındaki evlerin içinde kuyuya benzer iri, yuvarlak delikler gören Gyllius sormuş, soruşturmuş. Meğer insanlar evlerin içindeki bu deliklerden kovayla su çekiyormuş; balık tutanlar bile varmış. Derken büyük bir evin avlusundan aşağıya inen taş merdivenleri fark etmiş ve elinde meşaleyle yola çıkmış. Yerebatan Sarnıcı’nın yeniden keşfini işte bir delikten ufacık bir sandalla girip karanlıkta tek tek sütunları belirleyip köşe bucağın ölçüsünü alan bu adama borçluyuz.

İstanbul’da güzel hikâyeler çok elbette ama evlerindeki delikten olta sarkıtarak balık tutan insanlar görüntüsü bana harikulâde geldi. Kendimi sürreal bir filmin tam ortasında hissettim. Başımı kaldırsam tavanda bir delik ve oradan sarkan olta ipini görecektim sanki ve seslenecektim: “Ben buradayım, heyyy! Her şey yolunda mı, beni duyuyor musunuz?”

O geceyi biraz gördüklerimize hayran olarak, biraz da hem soğuğun hem karanlığın etkisiyle ürpererek tamamladık ve sabah olunca kendimizi dışarı attık. Dört bir yandan gelen ezan sesine vapur düdükleri, kavgacı kedilerin sesleri ve kuş cıvıltıları eşlik ediyordu. Yeni bir gün başlamıştı ama İstanbul hiç uyumamıştı.

Yeri gelmişken, size bir sır vereyim: Doğuyla Batının imkânsız sanılan evliliğinden doğmuş bir şehir olan İstanbul, dünyanın en şahane uykusuzudur aynı zamanda. Hep ayakta, hep hareket halindedir ve inanılmaz bir süreklilikle değişir, dönüşür. Bazı şeylerin asırlardır hayranlık uyandıran bir sükûnetle aynı kaldığı, bazı şeylerinse yetişilmesi mümkün olmayan bir hızla yenilendiği bu şehirde insan daha önce yüzlerce kez geçtiği bir yerde bile farklı şeyler keşfedebilir. Her gün yeni maceralar yaşar, yeni bir rüyaya dalarsınız.

Ben arkadaşlarımla daha epey bir süre, değişik rotalar deneyerek “İstanbul’u yürümeyi” sürdüreceğim. Çünkü çok seviyorum. Dünyanın en güzel yerlerindeyken bile kalbimin bir parçası burayı özlüyor; fazla oyalanmadan geri dönmek, İstanbul’un güzel sokaklarında kaybolmak istiyorum. Biliyorum, iyice kaybolduğumda kendimi bulacağım. Size de tavsiye ederim; İstanbul Şehrazat’ınız olsun. Hem kim bilir, belki zaman tünelinin bir köşesinde karşılaşırız bile.