Merhaba, henüz kendi blogumda bile anlatmadığım Nikaragua'dan bahsedeceğim. “Sen de kimsin?” diyenler için kısaca bisikletle Orta Amerika’yı tek başına gezen ve Güney Amerika’ya doğru devam etmeyi hayal eden biriyim.
Nikaragua karışık yakın geçmişine rağmen sınır komşusu Honduras'tan nispeten daha güvenli bir ülke. Coğrafi olarak Amerika kıtasında en genç alan olduğundan deprem fırtınasında ve bir sürü aktif volkan bulunmakta.
Guatemala'dan beri yaklaşık 2 haftadır Mike ile birlikte pedallıyorduk. Sınır geçişimiz para çekmek için geri dönmemizi saymazsak sorunsuz oldu. Nikaragua sınırları farklı olsa da vize birliğine sahip dört Orta Amerika ülkesinin sonuncusu. Guatemala, El Salvador, Honduras ve Nikaragua'da toplam 90 gün kalabiliyorsunuz. Nikaragua'ya girişte doğal kaynakların kullanımı ve bir takım vergiler adı altında 12 dolar ödemeniz gerekiyor.
İlk büyük şehrimiz Esteli, ürettiği tütün ve purolarıyla dünya çapında nam salmış bir yer.
Esteli'de konuk olduğumuz gönüllü itfaiye birimi oldukça misafirperverdi. “Hafta sonu Nikaragua'nın bağımsızlığını kutlayacağız panayır var kaçırmayın, kalın” dedikleri için planladığımızdan daha uzun kaldık Esteli'de.
İsmi “gallo pinto” olarak değişmiş olsa da Nikaragua'da da tipik ana yemek sabah kahvaltısında bile siyah kuru fasulye ve pilav. Bisikletle uzun mesafeler kat ettiğimizden, vücudumuzun ihtiyacı olan her şeyi karşılayan bu leziz yemeğe ulaşmak bazen çok zor olabiliyor. Özellikle akşam yemeğinde ille yanında etle servis etmekte ısrar ediyorlar.
İkinci durağımız; Jinotega. Aslında yolumuzun üzeri değil, yaklaşık 30 km rota dışına çıktık. Ancak La Biosfera özellikle gönüllü olarak çalışıp seyahat edenler için tavsiye edeceğim bir mekân. Son 25 kilometresi sakat kolumu inanılmaz zorlayan açılarda rampa olmasına rağmen şansımızı sonuna kadar zorlayıp günün son ışıkları da kaybolduğunda sisin içinde La Biosfera'ya vardık. Buranın sahibi Suzanne ve diğer gönüllüler sayesinde bisikletlerimizi itip yeni evimize vardık. İnanılmaz keyifli 10 gün boyunca hali hazırdaki minik sebze bahçelerinden ayrık otları temizledim. Minik semizotlarını keşfedip, koparılmasın diye etrafını taşlarla çevirdim. Bol bol gülüp, eğlenip, çalıştık ve bir o kadar da pişirip yedik. Denizden 1200 metre yüksekte olduğumuzdan hava genelde serindi, ilk iş çantamın dibinden yün beremi çıkarmak oldu.
10 günün sonunda tekrar yola çıkmaya hazırdım. Suzanne ile zor vedalaştım kim bilir belki hemcinsim olduğundan, belki en az benim kadar kaçık olduğundan evinde kendi evimdeymişim gibi hissettim ayrılmak zor geldi.
Rampaları nasıl çıkıp nasıl indim hiç bilemiyorum ama Sebaco'ya vardığımda ilk iş benzinciye girip lastiklere hava basmak oldu. Bisikletim lastikteki hava 40 bara kadar indiğinden inanılmaz dengesizdi. Arka tekerin havası daha da azdı patlak galiba diye şüphelensem de hava basıp yola devam ettim ve 5 km sonra tarlanın kenarında oturup lastik değiştirmek zorunda kaldım. Sebaco'ya geri dönmek ve kalacak yer aramak en mantıklısıydı. Sebaco'da derme çatma itfaiyenin yerinde geceyi geçirip başkent Managua'ya devam ettim.
Managua, nüfusun % 20'sinin yaşadığı kocaman bir şehir. Herkesin bir fikri var “aman trafik şöyle, aman hırsızlık böyle” diye. Genel olarak turistik bölgede konaklarsanız çok sorun yaşayacağınızı zannetmiyorum. Bisikletle 1-2 yere gittiğim için trafik yok denebilir ama şoförler bisiklete saygısız, dolayısıyla dikkatli ve hızlı olmak gerek.
1972'de yaşanan son büyük depremle şehir merkezinde yüksek herhangi bir yapılaşmaya izin yok. Eski katedral depremin izlerini halen taşımakta, içine giriş yasak. Merkezde belli başlı park ve yapıların bulunduğu alan, Plaza de Revolucion (Devrim Meydanı).
Managua'dan sonra güneye Masaya'ya devam ettim. Sabah deli yağan yağmurun hafiflemesiyle yola çıktım ama şehrin 10 km güneyinde Masaya karayoluna bağlandığımda sırılsıklam olmuştum ve yağmur azalmak yerine şiddetini artırdığından bir benzin istasyonuna varıp üzerimi değiştirip en azından yağmurun dinmesini kahve içerek bekledim. Bisiklet ile seyahat edince böyle olaylara alışıyorsunuz.
Masaya çok da uzak olmadığından beklediğim saatler bana pek sıkıntı yaratmadı. Gün batmadan Masaya Volkanı Ulusal Parkı’na vardım. Geceyi burada kamp yaparak geçirdim. Kamp yerim otopark olduğundan yağmur şiddetlenince çadırım epey çamur oldu ve yine su aldı. Sanırım artık kendime yeni çadır bulmam gerek.
Ertesi gün tüm eşyalarımı toplayıp müze binasında bıraktım ve Masaya Volkanı’na çıktım. İnsanı yormayan 2 km’lik bir yürüyüşten sonra kraterlerin bulunduğu alana varılıyor. Buraya araçla çıkmak da mümkün sanırım yol volkanik bir malzemeyle döşenmiş. Halen aktif olan kraterin etrafında dolaşıp fotoğraf çektikten sonra aşağı inerken otostopla bir kamyonetin arkasına atladım. İyi ki de atlamışım müzeye vardığımızda yine şiddetli bir yağmur bastırdı. Akşama kadar yağdığından yine burada kalmaya karar verdim ama bu sefer müzenin terasına kurdum çadırımı ikinci bir yağmur, çamur sıkıntısı yaşamak istemedim. Akşam Alaska'dan Arjantin'e özel 4x4 araçlarıyla giden Avustralyalı bir çiftle yol hikâyelerimizi paylaştık.
Sabah erkenden Granada'ya devam ettim. Burası kolonyal yapılarıyla tam bir antik kent. Kalmak için bir sürü hostel seçeneği mevcut.
Daha sonra yine güneye pedallayıp Rivas'tan küçük bir tekneyle Ometepe Adası’na geçtim. Nikaragua Gölü, Orta Amerika’daki en büyük göl hatta insanlar deniz diyorlar. Ometepe biri sönmüş biri de aktif volkanın bulunduğu bu göldeki en büyük ada.
Tek isteğim Nikaragua'nın en yüksek ve aktif volkanı Concepcion'a tırmanmaktı ancak şansıma 3 günlük tropik yağmur fırtınası adayı vurdu. Çadırım inanılmaz su aldı. Sel ve çamurdan insanların evleri zarar gördü. Volkan, sıcak volkanik taşlar püskürünce çıkışlar iptal edildi.
Adadan ayrılmak için yola çıktığımda benim gibi tek başına bisikletle seyahat eden şu an adını hatırlayamadığım Arjantinli bisikletçiyle karşılaştım. Umarım bilgilerini yazdığım notu bulabilirim.
Bisikletle seyahat inanılması güç ve bir o kadar tehlikeli gözükse de inanılmaz keyifli ve tek kelimeyle özgürlüğün kendisidir.