Kazablanka’dan Marakeş’e üç saati aşkın yolculuk süresince tek düze bir manzara yol boyu eşlik ediyor bize. Kırmızı, killi topraklar, fakir köyler… Afrika’nın en zengin, en kültürlü ülkelerinden birisi Fas hesapta. Otobüste yüzlerindeki derin kırışıklardan köylü olduklarını tahmin ettiğim hırpani giyimli insanlardan ayrı oturan ellerinden pahalı telefonları düşürmeyen ağır makyajlı kızlar, muhtemelen bu kızların dikkatini çekmek için debelenen ve bunun için oldukça gürültü çıkaran oğlanlara kadar farklı farklı insan profilleri var.
Marakeş garında iniyoruz. Şehrin epeyce dışında olduğumuzun farkındayım. Elimde bir harita bile yok. Var olan ise LP’nin haritamsı nesnesi ki, artık LP’deki haritaları pek güvenim kalmamış durumda. Yapacak bir şey olmadığı için taksicilere kurban gideceğiz. Tahmin ettiğim gibi de oluyor. 60 Md ‘den kapı açıyorlar. Ben itiraz ediyorum. Bir diğeri gelip Grand taksi ile 80 md olduğunu söylüyor. Bense İngilizlere 20 dirhem olduğunu bize kazık atmamasını söylüyorum. Çağlar da gerilip yürüyelim diyor. İlerlemeye başlıyoruz, tahminen şehrin olduğu yöne doğru. Adamlar tekrar sesleniyor bize. 35 md ‘ye anlaşıyoruz.
Epey bir yol kat ediyoruz takside. Taksici ile konuşmuyoruz. Fransızca bilmiyoruz.
Fnaa Meydanının girişinde indiriyor bizi. Meşhur meydanda amaçsız bir kalabalık var şimdilik. Henüz bir hareketlenme oluşmamış. Hayalim meydanı gören bir oda bulup anlatılan o görüntülere şahit olabilmek. Girdiğimiz ilk otelin geceliği adam başı 6 euro. Fakat meydana bakan odanın camı tahtalarla kapatılmış. Şam’da kaldığım mezar odası gibi yerden sonra çekemem doğrusu. Hiç bir şey görmeden, zifiri karanlıkta, dışarıdaki şuursuz kalabalıktan gelecek ses eşliğinde uyuyabileceğimi pek sanmıyorum. Çıkarken resepsiyonundaki kadınlar gerilerdeki başka bir otelden bahsediyorlar ama planlarım çok çok başka.
Meydanın öteki köşesindeki başka bir otele giriyoruz. Otelin fiyatı önceki ile aynı ama içi sanki çok sayıda binanın birleştirilmesiyle oluşmuş gibi. Adam bizi en uçtaki odaya götürüyor. Odalardan birinde şişmanca iki kadın tepeleme doldurulmuş bir pilav kazanından bir şeyler yiyor. Koku tüm katı kaplamış. Hemen çıkıyoruz.
Güneş tam tepede. Terliyorum. Meydana bakınıyorum. Anlatılmaz bir dinginlik var. Ama okuduklarım, değer verdiğim gezgin arkadaşlarımın yorumları bunun felaket öncesi sessizlik olduğundan bahsetmişlerdi. Çekçeklerin taşıdığı malzemeler, hafiften taşınan eşyalar, sağa sola konan mallar ve usulca başlayan bir yer tutma telaşı. İnsanların tipine bakınca bunun denildiği gibi bir teatrel soytarılık mı, yoksa ekmek derdinde bir koşturmaca mı olduğunu anlayamıyorum. Aklıma derinden İsfahan giriyor. Nerede İsfahan’ın İmam Meydanı ve melekleri… Djema el Fnaa Meydanı ve ucubeleri yavaş yavaş kendine geliyor… Meydandan çıkıp devam ediyoruz. Pahalıca bir otelin yanından içeri dalıp “riyad” denilen otellerden birine giriyoruz. Riyadlar ortasında küçük avlular bulunan iki yada daha fazla katlı konukevleri. Son zamanlarda bunlar onarılıp turizme kazandırılıyor. Girdiğimiz tesisin adı “Selsebil”. Ama Çağların taktığı ad “sersefil”.
Aslında oldukça iyi bir tesis. İki kişilik odanın fiyatı 35 euro iken 25‘e dek indirebiliyorum. Dahasını da denemedim değil. Şu aşamaya dek Fas görsel açıdan beklentimi karşılamadı, dolayısıyla temel ihtiyaçlar dışında bir şey harcamamayı kafama koydum.
Eşyaları bırakır bırakmaz dışarı çıkıp sokaklara körlemesine attık kendimizi. Ana planımız belli ama ekstradan elimizde olan zamanı renkli bir şekilde harcamak istiyoruz. Şuursuzca, sokaklarda kaybolmak amaç. Sokaklarda dev bir çember çizip tekrar meydana varıyoruz. Kalabalık artmış ama henüz beklenilen kıvam ortada yok.
Meydandan çıkıp şehrin simge yapılarından olan ve hemen hemen her yerden minaresi görülebilen Kutubiye Camiine doğru ilerledik.
1184 yılında başlanmış. Kırmızı kent Marakeş’in genel yapısına uygun pembemsi taştan inşa edilmiş onbeş senede. Kutubiye kitap satıcısı demek ve eskiden yakınlarda kitapçılara ait bir çarşı varmış. Almohadlar ve Almuravvidler arasındaki çatışma sırasında ilginç bir kader paylaşmış. İlk yapıldığında mihrap tam olarak kıbleyi göstermiyormuş. 5 derecelik farkı tespit eden Almohad halifesi Almuravvidlerin yaptırdığı camiyi yıktırıp daha doğru bir cami yapmaya niyetlenmiş. Bu kez fark on dereceye çıkmış ama ne gam. Önemli olan niyet değil miydi? Rehber kitaba göre minareye çıkılabiliyor. Bu camide dört top var. Efsaneye göre kralın karısı orucunu üç saat erken açar ve bunun kefareti olarak üç bakır topu hediye eder. En üstteki küçük top ise kadının kendisine ait altınların eritilmesiyle imal edilmiş.
Camiye giriş Müslüman olmayanlara yasak. Benim gibi renkli göz, kısmen kumral bir tipiniz varsa halk biraz tepki veriyor. Öyle bir durumda ay yıldızlı pasaportu gösterdiniz mi susuyorlar. Hoş biz Türkleri buralarda da dinsiz kabul eden tiplemelerden de az yok.
İçeriye girerken görevli bize Tayyip Erdoğan’ı soruyor. “Büyük adam” diyor. Yorum yapmıyorum. Bu coğrafyalarda bizim başbakan favori simalardan. Minareye çıkışı soruyorum bense, “yok” diyor, bir şeyler daha diyor ama ben ne Fransızca anlarım ne Arapça.
Uzatmadan caminin içine dalıyoruz. Şunu söylemeliyim, ne Ortadoğu’daki gibi yan gelip yatan insanlar var, ne de İran camileri gibi cemaat hasreti çekiyor. Gerçekten içinde ibadet eden insanlar var. Garipseyerek bakıyorlar ama üstelemiyorum. Genelde önlerinden biri geçipte namazları bozulmasın diye çok sayıdaki duvarın ya da ayağın arkasında namaz kılmayı tercih ediyorlar. İç dizayn güzel. Gitgide küçülerek zarif bir perspektife meydan veren pervazlar çok hoş. Kimi ayakların tepesinde malzemeye gömülü, mermer sütun başları var ki bunları tam anlamıyla kavrayamadım.
Dışarı çıkıp medinayı saran duvarların dışına çıkıyoruz. Şehir İran’daki şehirler kadar, belki de daha da fazla bir yeşil alana sahip. Parklarda takılıyoruz. İnsanları izliyoruz. Daha özgür bir ülke olduğu için İran’daki gibi kuytulardan istifade eden insanlara rastlamıyoruz. Aslında manitasıyla beraber dolanan insana da rastlamış değiliz.
Planımıza göre şehir surlarını dıştan dolanıp uygun bir yerden içeri girecek ve sokaklarda kaybolacağız. 5. Muhammet Caddesi’nin çılgın trafiğini aşarken yaklaşan adamı sepetleyemedik. Belki de ender İngilizce konuşan birine denk geldiğimizden olsa gerek durakladık. Adam bizi kapıya kadar götüreceğini söyledi. Bakalım altından nasıl bir çapanoğlu çıkacak diye merak ettik. Zaten adam motosikletini ittirince hemen gideceğini varsaydık. Fas’ta varsayımlara yer yok.
Adam önce bugün Berberi pazarı olduğundan bahsetti. Ama şanssız olduğumuz için kaçırmışız saatini. Bununla beraber Müslüman olduğumuz için şanslıymışız ve kendisi de Müslüman Türk kardeşlerine yardım edebileceği için çok mutluymuş. Çünkü otantik Berberi eşyaları satan kooperatifin başkanı çok yakın arkadaşıymış ve dükkanı da açıkmış. Elbette ki yakınmış.
Adamla gittik ve girdik. Sakallı bir adam, etrafında koşturan orta yaşlı, tombulca bir kadıncağız ve az görünen güzelce bir kız. Ülkemde alasını bulabileceğim tabak çanak, pılı pırtı ve ıvır zıvır tepeleme doldurulmuş.
Ne olacağını beklerken, merdivenlerle çıktığımız odanın ortasındaki masaya buyur edildik. Hemen ortaya nane çayı getirildi ve Fas usulü servis edilmeye başlandı adam tarafından. Çay küçük bardaklara yukarıdan boşaltılıyor ve böylelikle soğuması sağlanıyor. Faslılara göre bin bir derde faydası var. Bir yemek programında izlemiştim, özellikle ağır ramazan sofralarından sonra sindirimi kolaylaştırmak için tüketiliyormuş. Neyse dükkan sahibi eşyaları bize göstermeye başladı. “Güzel, harika” falan diyoruz ama ayıp olmasın diye. İlk çaydanlık boşaldı bu arada. Bizim gibi üst düzey misafirler için özel ürünleri varmış. Evet, yakın çevrem adım yerime “Basileus” gibi iddialı bir lakabı kullanır benim için ama ünümün Fas’a ulaştığından haberim yoktu. Kaktüs tüyünden battaniye varmış tam bize göre. Çöldeki kaktüslerin üst tabakasındaki o ince kıllar Berberi kadınlar tarafından eğrilip yün yapılır ve bizim gibi seçkin misafirlerin beğenisine sunulurmuş.
Biz kem küm ettik. Ne uyduracağımı bilemedim. Adam bizim için öğrenci indirimi de yapacağını söyledi. Eh, halen öğrenci olacak yaştaymışcasına gösterdiğim için gururum okşanmadı değil ama cüzdanımdaki paralar ile olan ilişkimi bir çift güzel lafa kanıp ta bozmayacak kadar kaşarım sanırım.
Bizden bir ses çıkmadı, adam da dayanamayıp bizden fiyat teklifi istedi. Ben bir şey almayacağımızı, blog yazarı olduğumuzu söyledim. Mushaf görmüş şeytan gibi irkildi, neden vaktini çaldığımızı sorarcasına hiddetli bakışlarla bizi süzdü. Ve Fas’ta ticarette üç kez pazarlık yapıldığını bu süreç içinde alım yapılırsa yapıldığını, olmazsa olmadığını söyledi. İkinci çaydanlık o sırada hızla masadan kaldırılıverdi ve bizde bunun bize bir nevi “artık gidin” mesajı olduğunu anladık ve çıkıverdik.
Sokaklarda dolanmaya, yapışan insanlardan kaçmaya devam. Başta eğlenceli idi ama kısa sürede baymaya başladı. Herhangi bir yere yaklaşmak oradan çıkacak satıcı kitlesi ile takip-kaçış süreci yaşama anlamına gelmekteydi. Vakit öldürerek ki aslında tam anlamıyla bir katliamdı, akşamı ettik ve meydana tekrar döndük.
Meydanı şöyle tarif edeyim. Büyükçe boş bir alan hayal edin. İçine meyve suyu satanlardan, tajincilere, yılan oynatıcılarından hokkabazlara, fahişelerden madrabazlara türlü insanı doldurun. Oradan geçen ve ülkenin halkını oluşturan karışımdan bolca dökün ve üzerine bu anlamsız kalabalığı meraklı bakışlarla izleyen Avrupalılar ve biraz hayır hayır epeyce tepeden bakan Fransızları ekleyin. Bir zamanlar Fas krallarının idamları yaptığı Faniler Meydanı tımarhanenin ta kendisi, Mad Max filmlerindeki kıyamete çeyrek kala görünümünün canlı gözle görülebilecek en yakın hali.
Biraz aralara girdiğinizde sümüklüböcek satan tezgahlar karşınıza çıkıyor. Karamelimsi kesif koku, küçük bir piramiti andıran sümüklüböcek (ya da salyangoz) yığınına iştah dolu bakışlar fırlatan yerliler için hoş gelebilir ama hayır, benim için çok fazla. Seyrettim ama Çağlar’ın gaza getirme çabalarına karşın idare ettim.
Meydanda, kıyıda köşede bir halka ile herhangi bir süre kısıtlaması olmaksızın meşrubat şişesi yakalamaca oyunu vardı. Bir kişi başardı bende ayıp olmasın diye alkışladım. Herif epeyce kıl kıl baktı, anlayamadım.
Petronius’un dediği gibi en akıllı adam bile delilerin arasında zırdeli olarak ayrılır. Yorgunluk ve satıcılar ile yaptığımız koşturmaca ile iyice yıpranan bedenlerimizi dinlendirmek için odaya çekildik erkenden.
Farkındayım ne Kazablanka’yı ne de Marakeş’i tarihsel özellikleri ile anlatmadım. Anlatacağım, eğer uyanabilirsem…
*** Bora Arasan’ın diğer gezi yazılarını http://gezmeyiseveriz.biz/ adresinden de takip edebilirsiniz.