Fas'ta İlk Durak, Kazablanka

Çok apar topar olduğunun bilinciyle, aslında gayet baştan savma bir şekilde Fas hazırlıklarını bitirdik. Kadıköy’de Çağlarla buluşup havalimanına giden otobüse attık kapağı. Şansımıza, bizim tanıdıklardan Mustafa’ya da denk geldik.

Normalde diğer gezginlerin yazılarında oldukça az sayıda yolcu olduğu söylense de bekleme salonunda oldukça çok sayıda yolcu vardı. Yayılıp yatma planlarımız yerle yeksan olmuştu.

Airarabia uçuşlarında uçuştan hemen önce uçuş duası adı altında bir dua okunuyor. Bence güzel bir uygulama, ben zaten korkudan neredeyse hatim indiriyorum. Genelde insanlar bu durumu küçükseyerek yazmışlar bloglarında nedense.

İlk defa bir uçuşta uyuyabildim. Uyudum dememe bakmayın tavşan uykusu elbette. Pilotun alçaldığını sandığım bir anda indiğimizi fark ettim. Kim ne derse desin ben Airarabia’dan oldukça memnun kaldım.

Fas bize vize uygulamıyor ama tıpkı Lübnan’daki gibi bir giriş formundaki soruların cevaplanması bekleniyor. Vize olmaması sınır memurlarının tiplerini beğenmediği yolculara ahret soruları sormalarını engellemiyor elbette. Tipimde bir şey var sanırım. Burada da bana bir memur denk geldi. Çağlar bir yan kontuardan tabiri yerindeyse elini kolunu sallayarak girdi ama benim karşımdaki sakallı memur ortalama üstü bir İngilizce ile benden otel rezervasyonlarımı istedi.  Ben, gezdiğim yerlerde bulacağım otellerde kalacağımı, önceden bir rezervasyon yapmadığımı söyledim. Pek ikna olmadı. Sonra yanındaki adama bir şey diyerek kahkahalarla gülüp yüzüme anlamadığım bir dilde bir şeyler söyleyerek dünyanın en külfetli işlerinden biriymişcesine pasaportumu damgaladı.

Havalimanının içinde kalıp etrafı röntgenledik para bozdurduktan sonra. Havalimanı kural gereği en kötü kurlardan birine sahip. Hele sabahın 3:30‘u gibi bir saatse indiğiniz zaman bazı oranlar kabul edilmesi gereken rakamlar oluyor. 50 euro bozdurup çıkıyorum sıradan.

Havalimanında Afrika’nın her ülkesinden insanlar var. Özellikle “Sahil” denilen Senegal – Zaire arasında Fransızca konuşulan ülkelerden türlü insan söz konusu. Şehre giden ilk tren saat 06:00’da. Bakınmak ve uyuklamak dışında pek bir şansımız yok aslında.

Biraz zaman geçirdikten sonra tren biletini almak için merdivenlerden indik ama henüz gişe kapalı. Fakat elektronik bir kiosk yardımımıza yetişti. Böyle aletleri kullanmada pek kıvrık zekalı sayılmam ve bundan dolayı da çekingen davranırım ama bu kez her nasılsa yaptık bilmiyorum ama İngilizce menüye ulaşarak zorlanmadan şehir merkezine giden iki bilet aldık. (kişi başı 40 md)

Trene binmek için dışarı çıktık. Ortalık buz gibi. Hesapta Afrika’dayız. İyi ki evdekilerin zorlamalarına fazla itiraz etmeden hırka vb almışım. Trenlere girişte sağda küçük bir buton var. İçeri girebilmek için kapıyı ancak ona basarak açabiliyorsunuz. Biz bunu bulamadığımızdan görevli gelip açtı (şaşırtıcı bir şekilde bunun için bizden bir para talep etmedi Faslıların genelinin aksine)

Trende bizden başka uçakta da dikkatimizi çeken Faslı grup var sadece. Türk olduğumuzu söyleyince “Aksaray, Taksim” diye baş ütülemeye başladılar. Petronius’un “Kuzey Afrika’nın maymunlarından dahi daha fazla gürültü yapmak” diye kullandığı deyimi anlar gibi oluyorum. Kızların kılıkları da her türlü insanın bir şekilde bir arada takılabildiği bir ülkeye geldiğimiz izlenimini veriyor bana.

Yarım saat kadar sonra iniyoruz. Dikkat edilmesi gereken Kazablanka‘da iki ana istasyon var. Biri cruise gemilerine yakın olan “Casa Port” diğeri de şehir merkezine biraz daha yakın olan “Casa Voyageurs”. Biz ikincisinde indik; hızlıca henüz sabahın kör bir saati olduğundan pekte cevvalce saldırmayan taksicileri savuşturup ilerideki tramvay hattına ilerledik. Görevli hattın 2.Hasan Camii ‘ne gitmediğini söyledi ya da biz öyle dediğini anladık ve taksicilerin yanına döndük. Bu arada bu istasyondan şehir merkezine ya da Medina kısmına tramvay ile ulaşabilirsiniz.

Taksici taksimetreyi açtı. Şimdilik bir yamuk yok. Radyodan dua ve ilahi sesleri geliyor. Yol boyunca konuşmaksızın epeyce süren bir yolculuğun ardından henüz Pazar gününün tembelliğinden sıyrılmamış sokakların arasından bizi camiye getirdi. (25 md) Ama sanırım istasyondan iner inmez cami aradığımız ve günün bu saatinde turist olamayacağımızı düşündüğünden olsa gerek sadece 20 md aldı.

Gökyüzü halen koyu bir mavi ile kaplı bu yönde. Güzel ışıklandırılmış, boyutundan başka hiçbir artı özelliği ve güzelliği olmayan bir yapı bu. Ne Ayasofya‘nın ben burada oldukça bu şehir durur diye güven veren, tarihi yarımadaya hakim görünümü ne de Sultanahmet’in zarif minareli, beyaz kuğumsu gövdesi var bunda. Kare planlı, çok katlı bir gökdeleni andıran; üzeri Mağribi stilde mukarnaslarla bezeli bir minaresi var. Minarenin boyu ile ilgili türlü rivayet bulunmakta. Benim ilgimi daha çok minarenin tepesindeki, altından olduğu söylenen üç top çekti. Fas’taki tüm minareler en ücra köyünden en merkezi bölgesine kadar istisnasız bu tarz.

Biz ilerlerken çok sayıda Faslının günün bu saatinde koşturduklarını görüyoruz. Sporu seviyorlar sanırım. Bizim dikkatimizi bunlar çekerken camiye doğru ilerleyişimiz bir başkalarının dikkatini çekmiş olacak ki aydınlatmayı kapatıyorlar. Açık bir kapı bulup içeriye süzülmeye çalışıyorum ama nafile. Yıllar öncesinde, bir Patos reklamında Meksika sınır kapısından geçiş temasının bir benzerini yaşıyorum.
- Türk müsün?
- “Evet”
- “Müslüman mısın?”
- “Elhamdülillah” (evet bir cevap olarak kabul görmüyor. Bunu bilip gelmiştim)

Vermem gereken cevaplar neydi bilmiyorum ama adam kapıyı yüzüme kapatıyor ve “cami kapalı” diyor. Yapacak bir şey yok. Sağdan soldan fotoğraf çekip günün ilk ışıklarında hayatımız boyunca ilk kez gördüğümüz okyanusa bakıyoruz. Sol taraf şehrin kornişi yani sahili.

Bu camide aynı anda yüz binden fazla kişi namaz kılabiliyormuş. Kral camiyi denizin üzerini doldurtarak inşa ettirmiş. Tabii ki mimar Fransız. Maliyet o günün parası ile 1 milyar dolar civarı. Allah kabul etsin de, bu para halkın eğitimine aktarılmış olsa daha iyi olurmuş geliyor bana.

Yersen, Fas halkının krallarına hediye amaçlı olarak kendi aralarında topladıkları paralarla yapılmış. (Faslıları tanıyınca Faslı mantalitesi gereği bunun mümkün olmadığını anlıyorum. Çünkü Faslı sadece alır, vermez.) Ama pek çok kişinin dediğine göre halka yüklenen ek vergilerle inşa edilen bu tapınaktan ayrılmaya karar verdik.

Çağlarla beraber yürümeye koyulduk.

Sabah sporu aşkına koşanlar dışında kimsecikler yok sokaklarda. Fakir görünümlü binalar ile sahili kapatan zincir otel inşaatları birbiri içine geçmiş sanki. İlk gördüğümüz yer Kazablanka filminde adı geçen Rick’s Cafe. Film aslında Florida da çekilmiş ama adından esinlenen bir girişimci buraya da bunu kondurup işletmeye başlamış. Öğleyin açılan ve üç saatlik öğle tatilinin ardından gece yarısına dek açık kalan bir işletme burası.

Humprey Bogart’dan pek haz etmediğimden olsa gerek üstelemeksizin yola devam ediyoruz. Bu kısım deniz kuvvetlerine ait yapıların olduğu yerler. Fas’ta asker ve polislerin fotoğraflarını çekmek kesinlikle yasak. Bu bölgede sadece yol üzerinde sağda, üzerinde toplar olan küçük bir kale benzeri mekan var. LP’nin önerdiği yerlerden ama biz girdiğimizde bulaşıklar yeni yıkandığından durmadan çıktık.

Yol üzerinden sağda Medina’ya saptığına inandığımız sokaklardan birine daldık. Solda Quod Al Hamra Camii’nin muhteşem işlemeli ahşap giriş kapısına denk geldik. Sağda da büyük bir rezidans var ama her şey ya Arapça yada Fransızca.

Dar, pis ve bakımsız sokaklardan ilerleyerek bir kahveye oturuyoruz. İçimizi ısıtması için nane çayı sipariş ediyoruz. Yanımızdaki bisküvilerin yanına takviye olsun diye bitişikteki pastaneden tanesi 1 md’den açmalar alıyorum. Kahveye dönüp atıştırıyoruz. Türk olmamız bir artı. En azından şimdilik. Çağlar bisküvilerden ikram ediyor. Adamlar almıyorlar. Niyeyse “Helal, Türki” diye adamlara bağırırken buluyorum sonra kendimi. Bunun üzerine adamlar alıyorlar birer tane.

Ardından çaprazdaki meyve suyu sıkan dükkandan birer muzlu süt takviyesi yapıyoruz. Nerede İsfahan’daki ihtiyarın muzlu sütünün lezzeti. Enerjidir diyerek içip tekrar Medina içindeki dar ve pis sokaklarda turlamaya başlıyoruz. Türlü ıvır zıvır ve kalitesiz taklit ürünün satıldığı mekanlarda dolanıyoruz. Şimdilik yapışan pek kimse yok. Medina’yı dış dünyadan ayıran duvarların arkasına çıkıyoruz. Sefalet, parasızlık ve belki de asıl nedeni olan ruhsuzluk had safhada. Sabahın kör saatinde şiş kebap yapanlar mı yoksa kayışımsı, metrelik okyanus balıklarını satmaya çalışanlar mı? Tarihte ilk kez turist olarak biz gelmişiz gibi garipseyerek bakan insanlar. Ara sokaklara girmek istiyorum ama insanlar el işaretleri ile durduruyor bizleri. Zaten insanları fotoğraf çektirmekten haz etmemekte. Hasbelkader kadrajınıza girdiğini hissettikleri an kadın ya da erkek ayırt etmeksizin başlarını çeviriyor ya da elleriyle yüzlerini örtüyorlar. Saygı duyuyorum elbette. Fakat kimilerinin o meydan okuyan tehditkar bakışları var ya … Sanırım bende aynı tepkiyi onlara veriyor olmalıyım.

Buradan çıkıyoruz nihayet. Solda, ileride Fransız Kilisesi görünüyor. On metre gerimde sefalet, yolun karşısında ise taban tabana zıt bakımlı binalar. Nereye geldim Allahım. Yol boyunca ilerliyoruz. İngilizce geçmiyor hiç. Çat pat Arapçamızda ekmek çıkarmıyor. Çağlar bunu önceden fark etmiş ve Mısır’da kullanılan cümleleri, kelimeleri insanların anlamadığını söylemişti ama üstelememiştim. İleriden gelen kızlara soruyorum. Tiplerine bakınca karşı tarafın kızları olduğu belli oluyor. Zenci kız iğrenç bir İngilizce ile yanıtlıyor. Ama Fransızca konuşamadığımı öğrenince öyle küçümser bir tavırla konuşuyor ki sormaz olaydım diyorum. Sanki Rihanna hatun. Esmerce bir adam geliyor yanımıza bu kez. İngilizce konuşuyor; gemici olduğunu ama gemisindeki motor arızası nedeniyle günlerce kalacağını söylüyor şehirde. Moritanya’daki ailesini aramak için telefon kartı alacağını ve 50 dirhem istediğini, Türkler kardeş, Erdoğan gibi kelimelerin arasına sıkıştırıyor. Yakınlarda postane olması lazım haritaya göre. Gidelim diyorum cayıyor adam ama Çağlar verelim gitsin diyor. Başımızın gözümüzün sadakası olsun diyerek veriyoruz.

Medina’yı dış dünyadan ayıran surların içerisindeki saat kulesinin önünden yolun karşısına geçiyoruz. Kent içinde ring yapan tramvay burada da karşımıza çıkıyor. Tramvay yolu boyunca şehrin belki de ülkenin en canlı caddesi olan 5. Muhammet Caddesinde ilerliyoruz. Fransız döneminden kalma art nouveau binalar yeni elden geçmiş. Gerçekten güzel, gezilesi bir muhit. Lübnan hariç tüm Arap ülkelerinde gördüğüm olay burada da mevcut. Kızlar içinde bakımlı bakımsız her tip var ama erkekler inanın içler acısı. Samar denen Kıvanç Tatlıtuğ’un burada kral olması şaşırtıcı değil. Sanırım daha İmirzalıoğlu dizisi gelmedi buraya.

Fas, Afrika ve Avrupa arasında bir köprü olduğu için Fransızca konuşan Afrika ülkelerinden Avrupa’ya en ucuz ve kısa ulaşım Fas üzerinden yapılmakta. Ülkenin orijinal sahibi Berberiler. Yüzlerce yıl önceki Arap akınları ile çöle atılmış olsa da, halen karma evlilikler mevcut. Fransız etkisi azımsanamaz. Bakımlı bir Faslı kızın – eğer çok esmer değilse- bir Fransız kızla karıştırılması güç.

Merkez Pazar denilen meyve sebze hali ile balık hali karışımı binaya dalıyoruz. Okyanus kıyısında olmanın sonucunda türlü deniz nesnesi sergenlerde dizili bir şekilde müşteri bekliyor. Midye yok, onun yerine avuç büyüklüğünde istiridyeler satılmakta. Deniz kestaneleri, bilmediğim dal şeklinde bir şeyler, rafta kendilerini alacak müşteriler gelene dek avare avare gezinen kaplumbağalar. Rengarenk, boy boy karides de satılıyor. Planımıza göre dönüşte uğrayacağız. Daha gezinin başında sakata gelmek istemiyoruz. Son gün deniz ürünleri ile ziyafet çekme planımız var.

Yapacak bir şey kalmadı. Pek çok gezgin “Kazablanka’da bir şey yoktur” derdi. Gerçi Tahran için de derlerdi ama biz gereğinden çoğunu bulmuştuk. Ama burada gerçekten yok bir şey. Faslı arkadaşım Kazablanka’nın lüks ve eğlencenin başkenti olduğunu söylemişti İstanbul ‘a gelmeden önce. Sonra fikri elbetteki değişmişti. Gene de ben lükse ve eğlenceye dair bir şeyler görmeksizin Çağlar ile beraber Marakeş’e geçmeye karar vermiş bir şekilde CFM otobüslerinin kalkış noktasını arıyoruz. Planlara göre akşam hava kararana dek Kazablanka’da kalacaktık ama Arapların ne kadar sözünün eri olduğunu bildiğimden elbette ki bir B planı oluşturmuştum.

Fas’ta pek çok otobüs firması var. Genelde 2,3 euro kadar fazla para vererek kısmen devlete ait CFM’yi seçmek avantajlı oluyor. Araçlar daha yeni ve genelde bu 2,3 euroluk fark çoğunlukla boş yer olmasına olanak sağlıyor. Bin bir güçlükle CFM ‘i bulup on dakika sonraki otobüse yer buluyoruz.

*** Bora Arasan’ın diğer gezi yazılarını http://gezmeyiseveriz.biz/ adresinden de takip edebilirsiniz.

BORA ARASAN

Yazar Hakkında

BORA ARASAN

75 model, çocukken ailesinin peşinde dolaşırdı şimdiyse ailesini peşine takıp dolaşıyor. Sırtında çantası, boynunda fotoğraf makinası, elinde harita.