Belize, Orta Amerika’da resmi dili İngilizce olan tek ülke. Belize’nin yüzölçümü 22.965 km2, nüfusu 320 bin kişi. Çok küçük bir ülke. Ülkede okuma yazma oranı %98. On dört yaşına kadar mecburi eğitim var.
Belize’deki ilk durağımız Altun Ha. Altun Ha’ya giderken yol üzerinde yerel şarap tadımı yaptık. Bu şaraplar üzümden yapılmıyor. Toplam 4 çeşidin dördü de farklı çiçek ya da meyveden yapılıyor. Keju ve altın çilek şarapları oldukça lezzetliydi. Gece yemekte içmek üzere bu şaraplardan satın aldık.
Öğle yemeğimizi küçük bir yerel restoranda yedik. İddiasız ama tertemiz bir aile işletmesi idi. Öğle yemeğinde “Cibnat” adını verdikleri fare irisi vejetaryen bir çeşit hayvan yedik. Rehberimiz bu yemeğin Belize’nin favori yemeği olduğunu söyledi. Daha önce Meksika’da da bu yemeğe denk gelmiştim ama denemeye cesaret edememiştim. Ancak Belize’de bu fare cinsi hayvanın vejetaryen olduğunu öğrendim. Resimde en altta görünen hayvan. Paca da dedikleri hayvanın eti ile yapılan yemek ise Cibnat.
Yine çok tereddütte kalsam da grubumuzdaki sevgili Banu Hanım’ın kararlı bir şekilde bu yemekten yemek istemesi üzerine ben de tadına baktım. Hiç fena değildi. Lezzet olarak ciğer ile kırmızı et arasında.
Yerel rehberimizin anlattığına göre İngiltere kraliçesi Belize’yi ziyarete geldiğinde Cibnat ikram etmişler ve Kraliçe bu lezzeti çok beğenmiş. Ardından bu yemeğin fiyatı da bir anda artmış.
Burada yediğimiz bir diğer yemek ise “cow foot soup” dedikleri inek ayağı çorbası. Bu çok nefisti, bizim paçaya benziyor. Sadece rengi çok daha sarı.
Yemek sonrası Belize’nin en iyi korunmuş olan Maya kalıntıları Altun Ha’ya gittik. Eski bir Maya yerleşimi olan Altun Ha 8 kilometrekarelik bir alan kaplıyor. On üç tapınak, 2 meydan ve çok sayıda evi barındıran bölge zamanında önemli bir ticaret merkeziymiş.
Önceki yıllarda Meksika’daki Maya antik kentlerini de ziyaret etmiştim. Meksika’dan sonra buradaki harabeler çok cazip gelmedi.
Ardından Belize’nin İngiliz Hondurası dönemindeki eski başkenti olan Belize City’ye gittik. Belize City şehir turuna başladık. Gittiğimizde hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı ama yine de kent oldukça küçük olduğundan hava kararmadan her yerini gezdik.
Çevre yerleşimleri ile birlikte kent nüfusu 80.000 kişi. Belize nehrinin Karayiplere döküldüğü yerde kurulmuş. 31 Ekim 1961’de meydana gelen Hatie kasırgası sonrasında kentin neredeyse tamamı tahrip olmuş. Bu nedenle başkent 1970 senesinde Belmopan’a taşınmış.
Kentte en dikkat çeken noktalar insan gücü ile açılan Swing köprüsü, Anglikan kilisesi ve Baron Bliss Feneri.
Baron Bliss, zamanında Belize’nin gelişmesi için Belize’ye yüksek meblağlarda para bağışlamış olan bir soylu. Bu nedenle Belize halkı Baron Bliss’e büyük saygı göstermiş ve anısına bu feneri yapmışlar.
Swing köprüsüne gelirsek, en önemli özelliği dünyadaki insan gücü ile açılıp kapanan tek köprü olması.
Ve St. John Katedrali… Belize City’nin yöneticisi karısından boşanmak istemiş. Ancak dini olarak boşanmasına izin verilmeyince büyük bir azimle Afrika’dan buraya getirilen kölelere bu Anglikan kilisesini yaptırmış.
Kırmızı tuğlaların yoğun kullanıldığı kilise kentin en büyük kilisesi.
Belize City’deki otelimiz oldukça güzeldi. Akşam yemeğinde soğanlı peynirli pizza yanında da gündüz saatlerinde yoldan aldığımız meyve şaraplarından içtik. Blackberryli olan oldukça güzeldi. Bir sonraki akşama da Kejulu şarabı bıraktık.
Bir sonraki gün sabah otelde aldığımız erken kahvaltı sonrası Belize’nin Ambergris Caye bölgesindeki San Pedro’ya gittik. Burası çoğu kişi tarafından ada olarak tasvir ediliyor. Bölgenin Belize ana karası ile hiç sınırı yor. Ancak kuzeyinde Meksika ile kısacık bir sınırı var. Aslında burası Meksika’ya sınırı olan Belize’ye ait uzun bir yarımada.
San Pedro’ya Tropic Air’a ait 13 kişilik uçaklar ile uçtuk.
Yaklaşık 20 dakika süren bu uçuşta manzara çok ilginçti. Asidik kahverengi göletler, savanlar ve yeşillikler üzerinde uçtuk ve bu manzaraları makinelerimize kaydettik.
San Pedro’da minik uçaklarımızdan inip, golf arabaları ile tropikal bir otele yerleştik.
Hemen mayolarımızı giyip tekne ile denize açıldık.
Şnorkel ve paletlerimizi takarak deniz dibini keşfe başladık.
Burada yaşadıklarımız rüya gibiydi. Denize yerel rehber eşliğinde girip deniz dibini onu takip ederek gezdik. Deniz dibi karides ve salyangozlarla dolu. Bunlara dokunmak yasak. Köpekbalıkları insana çok alışık değiller ve insandan kaçıyorlar.
Ancak vatozlar tam insan canlısı. Burada vatozlarla yüzmek, onlara dokunmak müthiş bir duygu. Vatozlarla keyifli anlar geçirip tekrar teknemize bindik. Biraz ilerledikten sonra deniz kaplumbağalarının yaşadığı bölgeye geldik. Bu bölgede balıkçılar deniz kaplumbağalarını besliyor. Buradaki balıkçı tekneleri doğal yaşamın devamını sağlamakla görevli. Bölgeye gelen tekneler balıkçılara bahşiş vermekle yükümlü. Balıkçılar devlet tarafından da destekleniyor.
Deniz tabanı kabuklu deniz canlıları ile dopdolu en ufak bir boşluk yok. Sanki deniz kabukluları kolonisi gibi. Buradan asla ve asla bir deniz kabuklusu alamıyorsunuz. Bölge Unesco tarafından koruma altına alınmış. Balıkçılar buradaki kaplumbağaları istiridyelerle besleyip kabuklarını denize atıyor. Bu yüzden deniz tabanı üzeri yosun tutmuş devasa boyutta istiridye ve salyangoz kabukları ile dolu. Bu kabukların Türkiye’deki satış fiyatının tanesinin 15-20 TL civarında olduğunu düşündüğünüzde deniz tabanında hazine yattığını tahmin etmek hiç de zor değil. Tabii buradan asla ve asla tek kabuk bile alamıyorsunuz. Tamamen koruma altında.
Buradaki dev deniz kaplumbağaları insana o kadar alışık ki, ağzını aça aça size yaklaşıyor. Zaman zaman ısıracak diye korktuğunuz bile oldu. Hatta grubumuzdaki Banu Hanım ağzını açarak kendisine gelen kaplumbağadan kaçarken çarpınca, yerel rehber kaplumbağaya vurdu zannederek hemen uyarıda bulundu. Kısacası kaplumbağaya vurmak yasak.
Bu hoş dakikalardan sonra tekrar teknemize binerek üçüncü dalış yapacağımız yere geliyoruz. Burası açık denizden gelen balıkların beslenme kanalı. Kanal içinde akıntı ile yüzmeye başlıyoruz. Kanal içinde envai çeşit devasa mercan resifleri var. Bu resifler arasında çeşitli balıkların beslenmelerini görmek ve akıntıya karşı yüzerken geri dönüşte epey zorlansak da her dakikasına değdi. Bu rüya gibi gündü. Belize turundaki unutulmayacaklar arasında.
Günü güzel bir yemek ile de taçlandırdık. Bölgeye has Beliken birası eşliğinde istiridye ve adanın spesiyalitesi olan taco benzeri atıştırmalıklardan yedik. Yemek sonrası deniz ve güneş keyfi yaptık.
Bir sonraki gün yine 13 kişilik küçük uçaklarla San Pedro’dan Belize City uluslararası havalimanı aktarmalı Dangriga’ya uçtuk.
San Pedro Belize City arasında 13 kişilik uçakta sadece beşimiz vardık. Gezimanya bizim için uçak kiralamış:)
Dangriga’ya vardığımız gibi deniz kıyısında yer alan Pelikan Beach otele yerleştik. Bu arada gökyüzünde beliren gökkuşağı sanki bize hoşgeldiniz diyordu.
Burada da hemen denize atlayıp kışın denize girmenin keyfini çıkardık.
New York’ta çok üşümüştük. Güneşi içimizde depolamaya çalıştık, zira dönüşümüz yine New York üzerinden olacak. Otelin tüm odalarının önünde ve denize uzanan ahşap iskele üzerindeki hamaklarda keyif yapmak istedik, ancak buradaki hamaklar çok rahat değildi. Sürekli yana kayıyordu. Ancak hamakları yatmak için kullanamasak bile çamaşır ipi olarak kullandığımızı itiraf etmeliyim:)
Zira bu 40 günü bulan Orta Amerika gezisinde giysilerimizi sık sık yıkamak zorundayız. Valizlerimiz küçük ve yolculuk sonuna yakın Panama’daki uçuşumuzun birinde 12 kg tahdidi var. Bu nedenle geziye çok limitli eşya ile çıktık.
Akşam yemeğimizi denize karşı otel restoranında aldık. Balık, fasulyeli pilav, patates püresi ve salatadan oluşan yemek arkasından kokonatlı pastamızı yedik.
Aynı zamanda bu akşam Türkiye saati ile kızım Tuğçe’nin yaş günüydü ve burada yaş günü kutlaması yaptık. New York’ten gelirken Nasa’dan aldığımız hediyemizi de kendisine vererek bu geceyi güzel bir şekilde kapattık. Ancak yolculuk sırasında bir pastane bulup pasta ve mum alamamıştık. Pasta bulduğumuz ilk şehirde yeni bir kutlama daha yapacağız. Pasta bulamadık ancak bir şişe şarabımızı Belize City’den almıştık, pasta olmasa da şarabımız vardı.
Ertesi sabah Dangriga’yı gezdik. Rehberimiz Laselle çok sevimli, yaklaşık 70 yaşlarında ama oldukça dinç, tertemiz ve çok kibar biri. Dangriga Afrika kökenlilerin ağırlıklı olarak yaşadığı bir yerleşim. Afrika kökenlilere Garifuna deniliyor.
Dangriga’da önce bir ressam ve müzisyenin galeri ve stüdyosunu gezdik. Burası aslında bir aile evi. Evin hanımı bir Alman, eşi Pen ise Afrikalı. Aile önceleri buraya seyahat amaçlı gelmiş. Birkaç geliş gidiş sonrası yerleşmeye karar vermişler. Çocuklarının eğitimi için bir süreliğine Almanya’ya, daha sonra yine Dangriga’ya gelerek burada kendilerine sanatla iç içe bir dünya kurmuşlar. Afrikalı eş resim yapıp pazarlıyor. Aynı zamanda müzikle de uğraşıyor. CD’leri var. Kızları ise çocuk kitapları yazıyor.
Bu sanat evinde oldukça ilginç objeler de vardı. Örneğin kaplumbağa kabuklarından müzik aletleri, çeşitli telden yapılmış maskeler vs.
Evin tuvaleti bile çok değişikti. Her yer canlı renklerle boyanmıştı. Bahçeleri ise oldukça keyifli ve yaratıcı idi. Bu sevimli aile ile kaynaştık. Gezgin olmanın en güzel yanı bu. Her türlü kompleksten arınmış insanlarla dil, din, ırk ayrımı olmadan yapılan sohbet ve kurulan iletişim çok güzel. Aile ile fotoğraflarımızı çektirip kartlaştıktan sonra vedalaşıp Dangriga’yı gezmeye devam ettik.
Ardından çok sade bir kiliseye geldik. Buradaki kilisede en çok ilgimizi çeken şey kilisenin içine kadar giren bisikletlerdi.
Dangriga’da yaşayan Afrika kökenli Garifuna halkı kendi yerel yaşantılarını burada sürdürmeye çalışıyorlar. Yaptıkları müzik ise Punta Rock.
Siyah orkide ülkenin sembolü, aslında siyah değil koyu mor. Ancak çok sık görülmüyor. Belize bayrağı dünyada üzerinde insan resmi olan tek bayrak. Bayrağın ortasında ulusal ağaçları olan Mahagony ve ağacın yanında biri siyah, biri beyaz iki insan figürü var. Mahagony ağacının altındaki sembol özgürlüğü temsil ediyor. Ağaç etrafında yer alan 50 yaprak özgürleşmenin başladığı 1950’yi temsil ediyor. Siyah ve beyaz insanın birlikteliği, dayanışmayı anlatıyor. Mavi zemin ve kırmızı çizgiler ise özgürlüğü temsil ediyor.
Dangriga’da evler genelde direkler üzerine kurulmuş. Bunun nedeni Karayip denizinden gelen su baskınlarına karşı bir önlem niteliği taşıması. Ayrıca böcek ve haşerata karşı da bir önlem.
Buradan sonraki rotamız ise Blue Hole National Park. Yol boyunca portakal ve greyfurt bahçeleri. Blue Hole National Park’a devam ederken Magnet Hill yani Mıknatıs Tepe’ye geliyoruz. Bu noktada Laselle arabanın kontağını kapatıyor. Ama çok ilginç bir şekilde biz yine yokuş yukarı çıkmaya devam ediyoruz. Bunun bir eşi de Karayipler’de varmış.
Blue Hole National Park’ta yağmur ormanları içinde yürüyoruz. Bu ormandaki ağaç yaprakları kanallı ve aşağıya doğru. Burada yağan yağmur direkt yere düşmüyor. Yapraktan yaprağpa süzülerek yere iniyor.
Rehberimizin söylediğine göre yağmur ormanlarının oluşumunda yarasaların çok büyük rolü varmış. Arıların polen taşıması gibi yağmur ormanlarında da yarasalar önemli. Yağmur ormanı içinde sivrisineklerden korunmak için ilaçlanarak yürüyüşümüze devam ediyoruz.
Bu ormanda yaklaşık 40 dakikalık yürüyüş sonrası St. Herman’s Mağarasına ulaşıyoruz. Bu mağara yıllar öncesinde tamamen okyanus altında imiş. Oldukça karanlık olan bu mağaranın içine başımıza fener takarak giriyoruz. Mağara uzunluğu 1 mil civarında.
Kan emici örümcekler de bu mağara içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Öldürücü cins olan bu örümcek bir insanı ısırdığında zaman içinde kişinin kanını zehirliyor ve 7 sene içerisinde de o kişiyi ölüme sürüklüyormuş.
Mağara dönüşü portakal bahçeleri arasında öğle yemeğimizi yiyoruz. Kendi topladığımız portakalların suyunu içtik. Yemekte portakal suyu isteyince “gidin toplayın portakallarınızı, biz suyunu sıkıp servis edelim” dediler. Burada yediğimiz ve suyunu içtiğimiz portakallar mükemmeldi.
Restoranda çalışan bayanın dişleri çok ilginçti.
Ön dişlere yeşim taşı gömerek çevresini altınla çerçevelemek eski bir Maya geleneği. Ön dişlere yeşim taşı gömmek eski Mayalarda var, bunu müzede de görmüştük. Günümüz Maya kökenli insanlar yeşim taşı etrafına altın ve gümüş çerçeve yaptırıyorlar. Bu onlar için prestij kaynağı.
Yemek sonrası yerel rehberimiz ve şoförümüz sevgili Laselle ile Blue Hole’a geliyoruz. Burada en derin yer 75 fit. Bu delikte tüplü dalışlar yapılıyormuş. Burası aslında bir yer altı nehri. Bu nehir biraz önce gördüğümüz mağaranın içinde devam ediyor. Depremler neticesi bu bölgede büyük bir çöküntü olmuş ve Blue Hole oluşmuş.
Buradan sonra başşehir Belmopan’a geldik. Belmopan şehir merkezinde Parlamento binası ve çevresini gördük. Çok vasattı. Kapısı buranın özel ağacı Mahogony ağacından yapılmış. Parlamento binası ve etrafında bakanlık binaları Maya tapınaklarına benzetmek için basamak mantığı kullanılmış. Binaların rengi eski görüntüsü vermek için soluk gri renklerle boyanmış. Güzel olmaktan öte biraz iç karartıcı olmuş.
Burada şehir turunu tamamladıktan sonra Banana Bank Lodge’a geldik. Burası içinde at çiftliğinin de bulunduğu çok geniş bir alana yayılmış etkileyici bir tesis. Tesiste at çiftliği, kafes içinde leopar ve Tukan kuşu da yer alıyor. Leopar ve Tukan Belize'nin sembollerinden. Otel bahçesindeki leopar ve tukan kuşlarının kafesleri önünde dakikalarca fotoğraf çektik.
Otelimiz çok çok güzel, doğa içinde çok şık bir koloniyal dönem binası. İçindeki mobilyalar orijinal ve pek çoğu antika.
Oteli işleten kişi bir Amerikalı. Kendisi ile çok sıcak sohbetimiz oldu. Restoranın ve otelin duvarlarında asılı tüm tabloları kendisi yapmış. Aynı zamanda Otelin belli alanlarındaki vitraylar da kızına ait. Çok zarif ve mütevazi bir bayandı.
Belmopan’da bir gece kaldıktan sonra ertesi sabah Laselle bizi otelimizden aldı ve Guatemala sınırına götürdü. Kendisiyle ve Belize ile burada vedalaşarak yolumuza devam ettik.