Yeni geldiğiniz bir şehri gezmeye çıktığınızda kulağınıza kulaklığınızı takıp müzik dinlemeyin hemen. İlk önce o şehri görerek, koklayarak ve dinleyerek gezin. Çünkü gerçekten şehirlerin kendine has kokusu ve sesi oluyor. Caddeleri geniş ama temiz olmayan, binaların dış kaplamalarının dökülür vaziyette olduğu İskenderiye sokaklarındayım bugün.
Kahire’den sonra Mısır’ın ikinci büyük şehri olan İskenderiye, Akdeniz’den Türkiye’ye bakıyor. Benim ucuz ve manzarası güzel otantik otelim de hem Akdeniz’i görüyor hem de İskenderiye Meydanı’nı. Otelim bir binanın dördüncü katında olan Akropol Otel. Gecelik fiyatı 120 EP. Otele çıkabilmek için asansöre değil de bir kabine biniyorsunuz ve sizi bir mekanizma yukarı çekiyor. Buna asansör dersem bizim asansörlere hakaret olur. Sadece bir kabin var ve çıkarken bütün her şeyi görerek yukarı çıkıyorsunuz. Millet biniyorsa bir şey olmuyordur diyerek düz mantıkla ben de bununla çıkıp iniyorum otele.
Sabah erkenden açılan gözlerimle önce meydanı ve denizi izledim penceremden.
İskenderiye Gezilecek Yerler
Amacım bugün İskenderiye’deki gezilecek yerleri sırası ile gezmek. Zaman yetmezse bu gece de buradayım yeterse gece çıkar giderim diye düşünüyorum. Sabah kahvaltısı gittiğim her ülkedeki gibi oldukça yetersizdi. Bazen bu duruma düştüğüm her zaman Türkiye’nin kahvaltı kültürünün abartı olduğunu düşünüyorum. Garip olan biziz gibime geliyor ülke gezdikçe ve kahvaltı yaptıkça. Annemin poğaçaları da bittiği için tutunacak bir dalım yoktu bu sabah. Bundan dolayı öğlen yemeğini güzel bir yerde yiyebilme hayaliyle daldım İskenderiyesokaklarına.
Kızıldeniz’den sonra Akdeniz’i pek temiz tuttuklarını söyleyemem İskenderiyelilerin. Buradaki hava diğer geldiğim yerlere göre daha nemli ve sıcak. Kıyı boyunca sabah yürüyüşü niyetine uzun bir yürüyüş yaptım ve sabah kahvemi, İskenderiye Kütüphanesi’nin karşısında, saçaklı şemsiyelerin olduğu bir kafede ve Arap müzikleri eşliğinde yudumladım.
İskenderiye Kütüphanesi ve Üniversitesi
İlk durağım kahve içtiğim yerin tam karşısında yan yana olan o ünlü İskenderiye Kütüphanesi ve Üniversitesi. İskenderiye Üniversitesi’nin içine girip Doğu Dilleri Bölümü’nden bir hoca ile görüşmek istedim öncelikle, belki Türkçe bilen bir hoca bulurum umudu ile... Beni kapıdan almadılar ve izin alıp gelmem gerektiğini söylediler. Ama ilginç olan nereden izin almam gerektiğini bir türlü söylemediler. Ben de diğer kapıdan şansımı zorladım ve bu kez biraz daha farklı bir tavırla yaklaştım. Profesörle görüşmek istediğimi söyledim ama bu sefer de ben onlara hangi profesör olduğunu söylemedim. Çünkü ben de bilmiyordum ama sanki görüşmek istediğim kişiyi bildiğimden çok emin durdum. Onlar da pasaportumu güvenliğe bırakarak alabileceklerini belirttiler. Bıraktım ve içeri girdim.
Üniversitenin koridorları çöplük içindeydi. Akademisyenlerin odalarında kitap yok denecek kadar az. Binaların içi çok eski ve öğrencilerin derslerini küçük bir camdan izledim. Şartlarının çok iyi olduğunu söyleyemem. Beni rektör olduğunu sandığım hocanın yanına bir bayan götürdü. Odasına girmek için kilitli bir demir parmaklıklı kapıdan geçmek gerekiyor. Bana üniversite hakkında güvenlik sebebi ile bilgi veremeyeceğini söyledi. Ben de izin isteyip çıktım. Amacım üniversiteyi gözlemleyebilmekti zaten. O ünlü İskenderiye Kütüphanesi‘nin açılış saati ise 11:00’di ve kütüphaneye para ile giriliyordu. Kendi öğrencileri 5 EP, benim gibi yabancı öğrenciler 20 EP (6 TL). Öğrenciliğim bu ülkede fazlası ile işe yaradı. Çünkü müzelerden, sergilere, kütüphaneden her yere kadar yarı fiyatı veriyorum. Haremlik selamlık bir sıra beklemenin ve sıkı güvenlik denetiminden sonra kütüphaneye girmeyi başardım.
İskenderiye Kütüphanesi’nin şeklini resimlerden de göreceğiniz üzere Asuan graniti ile kaplı dairesel ve eğimli dış cephesinin yanında yan cephesini de dünya alfabelerinin harfleri süslüyor. Antik dünyanın en büyük kütüphanesi olan bu kütüphane zamanında dünyanın bilim adamlarını kendine çekmeyi başarmış. Geçirdiği büyük yangından tam 2000 yıl sonra tekrar inşa edilip 2002 yılında açılıyor hizmete. Dış mimarisinin denize doğru eğimli bir daire şeklinde olmasının sebebi ise 2000 kişilik okuma salonundaki masaların güneş ışığından gün boyu en iyi şekilde yararlanabilmesini sağlamak. Sanırım bu kütüphane yeniden yanıp kül olmasın diye kapısında taramalı tüfekli polisler bekliyor.
Kütüphanede 8 milyon cilt kitap bulunuyor. Türkçe literatürde neler var diye baktığımda o kadar küçük bir raf vardı ki, insanın canı sıkılıyor bu büyük kütüphanede yer edinememiş olmamıza.
Bu şehir adını Büyük İskender’den alıyor
Bu şehri M.Ö. 332 yılında Büyük İskender kurmuş. Bu durumda Roma dönemine ait antik şehirleri ve kalıntıları görmeden bu şehirden gidilmezdi.
Ben de önce karşıma çıkan bir klişe ile Hristiyan mezarlığına girdim. Antuan adında oranın yetkilisi beni içeri alıp ilgilendi ve anlatarak gezdirdi. Birbirimize çok ısındık kısa sürede, Türkiye’de arkadaşları olduğundan söz etti. Oradan ayrılıp yine yürüyerek Yunan-Roma Müzesi’ne gittim.
Yunan-Roma Müzesi
Müzeye giriş bileti alacağım küçücük gişede 5-6 kadın “gün” tarzı pasta börekli bir şeyler yapıyorlardı, beni bir süre beklettiler ve hiçbir şey de ikram etmediler. Kahire gibi detaylı bir haritam olmadığı için burada açıkçası biraz zorlandım. Bulmak istediğim Mahmud Said Müzesi’ni haritamdan bulamayınca en az 30 kişiye sordum ama buradaki halkın müzeden pek haberi yok. Bir de bir yeri tarif ederken seyyar satıcılardan daha gür bir sesle tarif ediyorlar. Acaba tarif etme usulü mü böyle diye düşündüm bir ara.
1 saatimi bu müzeyi aramakla kaybettim ve bulamadım da zaten. Kahire’de Hyundai marka taksiden geçilmiyordu, İskenderiye’de ise neredeyse tamamı eski model Lada marka taksiler. Yolun bir tarafında şerit çizgileri var ama şerit çizgilerine riayet eden tek bir sürücü dahi yok. Karşıdan karşıya geçmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Otobüslerde genellikle arka kapılar açık ve insanlar otobüs hareket halindeyken sıkça binip inebiliyorlar. Ambulanslar ise çocuk tabancaları gibi ses çıkarıyor.
Kayıtbay Kalesi
İskenderiye’de gezilecek önemli başka bir nokta Kayıtbay Kalesi. Merkezden gördüğünüz, oyuncağa benzettiğim bu kaleye taksi ile gittim. Kaleyi gezerken İskenderiye kıyılarını ve Akdeniz’i her açıdan görebiliyorsunuz ve içeriden ters ışık yakalamaya çalıştığım fotoğraflar oldu. Kalenin hemen altında ayrıca ücret verip girilen bir Deniz Müzesi bulunuyor. Bu ülkedeki müzeleri kendi ülkemle kıyasladığımda gerçekten bizim müzelerimiz tam müze. Buradaki en önemli müzelerde dahi ışıklandırmalar yetersiz, en önemlisi de sergilenenlere dair açıklamaların yetersizliği. Birçok yerede bakıp geçmek zorunda kalıyorsunuz. Bu ülkede polisler bence polislikten çok fotoğrafçılığı daha iyi yapıyorlar. Çünkü sürekli bizim gibi turistlerin fotoğraflarını çekip para istemeye alışmışlar, bu yüzden de fotoğrafçılığı daha iyi yaptıklarını söyleyebilirim. Para koparmaya çalışan polislerden yakamı kurtarıp kaleden çıkıyordum ki bir baloncu çocuk gördüm, gerçekten etkileyiciydi. Para verdim balon almadan ama karşılığında fotoğraf çektim, sevindi para vermeme balon oynaması gereken yaşta balon satan çocuk…
Kaleye girerken çay satan bir kişiye su almak istediğimi söyledim. Hemen alıp geleceğine ilişkin bir şeyler söyledi. Ben de oralarda dolandım ve bir süre sonra tekrar yanına uğruyordum ki pet şişeye plastikten su doldururken yakaladım. Suyu almadım tabi ama kale çıkışında bu kişi arkamdan kapağı fabrikada kapatılmış bir su getirdi bana. İnsan utancından getirmez diye düşünürken ben bir tane su satmak için beni bulup bana su getirdi. Aslında gezdiğim her gün gezimin marjinal maliyetini azaltmayı başarıyorum. İlk gün aldığım küçük su 15 EP’du. İkinci su 12 EP, üçüncü su 10 EP, dördüncü 7 EP, beşinci 5 EP, altıncı 3 EP ve son olarak süper marketten fiyatına bakarak aldığım su 1,5 EP. Gerçekten gün gün ilerleme kaydediyorum. Çünkü son aldığım su, “sudan bile ucuz.” Boşa demiyorlar tecrübe, yenen kazıkların toplamıdır diye. Bundan dolayı da yanıma su getiren adama gerçek fiyatını ödedim.
Mısır’da başınıza bir şey gelirse sakın Türk Konsolosluğu’nu aramayın. Beş defa aradığımda ilk iki dakika sürekli hikaye anlatıyor ve mesai saatleri içinde de olsa bir yere bağlanamıyorsunuz. Beşinci defada bir kişi çıktı, o da bir yere bağlamaya çalıştı ancak yine açılmadı. Dışişleri bakanlığının çağrı merkezini arayıp sorunumu bildirdiğimde onlar da Kahire’deki Türk Konsolosluğu’nun telefonunu vermekle yetindi. Giden kontörleriniz de cabası. Ayrıca yakın bir arkadaşım bu aralar konsolosluğu arayıp Mısır tatili düşündüğünü söylemiş ve ona da “gelmeyin” uyarısı yapmışlar. Oysaki Mısır’da herhangi olağanüstü bir durum yok. Yerel halkın her yerde içine karıştım, onlarla yemek yedim, otobüse bindim. Ama göze çarpan bir gelmeme sebebi yok açıkçası Mısır’a. Ama Mısır halkı aynı Türkiye gibi Tayyip Erdoğan konusunda tam ikiye bölünmüş durumda. Yani bir tarafta çok sevenler diğer tarafta hiç sevmeyenler. Sanırım bunun ortası yok.
Otelime gelip kısa bir süre dinlendikten sonra bu geceyi yolda geçirmemin daha akıllıca olacağını düşündüm. Resepsiyona Luxsor’a trenin kaçta olduğunu sordum. Saat 22:00’de olduğunu söylediğinde yarım saatim vardı. 10 dakikada hazırlanıp taksiye atladım ve yetiştim ancak tren dolu idi. Trende boş yer olmadığını söyleyen gişe memuru bilet olmadığını neredeyse dövecek gibi söyledi. Ben de bekleyen treni gördüğümde bilet bulamadığıma sevindim aslında. Otobüs olmadığını da öğrendim bu saatte. Yapacak tek şey gece Kahire’ye binip yolda bir şeylere kara vermek. Çünkü gidilecek yerlerin tümü artık güneyde…