Kristof Kolomb, Karayiplerin en büyük adası olan Küba’ya ayak bastığında, bu topraklar için “gözlerinin bu güne dek görmüş olduğu en güzel şey” olduğunu yazmıştır anılarında. Biz ise daha ayak basmadan uçaktan bu uçsuz bucaksız yeşilliği gördüğümüzde bunu söylemiştik.
Aslına bakarsanız komünist bir ülkeye gelmek risklidir, hele hele benim gibi gezi yazıları paylaşan birisi iseniz daha risklidir. Çünkü ülkemdeki komünizm yanlısı arkadaşlarım burası için güzel şeyler yazmamı beklerken, karşıtı olan arkadaşlarım buranın olumsuzluklarını yazdığımda daha mutlu olurlar. Herkes kendi düşüncesine dayanak arar yani yazılarda, bulamazlarsa da eminim içinden bir parça “hadi canım sende” derler. Tahmin ettiğim bir şey var: yanında olanlar komünizmin pratiğini, karşıtı olanlar da teoriğini çok iyi bilmezler.
Küba: Bir rüya mı? Hayal kırıklığı mı?
Kimileri Berna Laçin’in Küba yazılarını okuyup Küba’yı kendisi için ütopik bir rüya haline getirirken kimisi de Fatih Altaylı’nın Küba yazılarını okuyup Küba hakkında hayal kırıklığına uğramış olabilir. Ben de istenileni değil de, gözlemlediklerimi tarafsız yazmaya çalışacağım.
Önceleri İspanya toprağı olan bu büyük adanın, bir ucundan diğer ucu yaklaşık 1300 kilometre ve doğu batı yönünde uzanan bu ince adanın tamamı yeşil.
Başkent Havana’dan ülkenin batı ucu olan Vinales’e yolculuk…
Bu ülkedeki yeşili sizlere anlatsam kafanızda canlandırmanız çok mümkün değil. Çünkü insan gördüklerine kıyasla kafasında yaratır bazı olguları. Örneğin bize göre “yeşil” olan şehir Bursa’dır. Çünkü bunu söylerken kıyasladığımız şey Türkiye’nin diğer şehirleri ve genel bitki örtüsüdür. Oysaki Küba’daki yeşili gördüğünüzde Bursa’ya yeşil demek anlamsız kalıyor. Çünkü bugün yol aldığımız 3 saatlik yol boyunca yeşil olmayan tek bir toprak parçası yok. İşte bugün aldığımız yol kesintisiz yeşilin her bir tonunu gördük.
Kaldığımız evden erken saatte kalkıp “bicitaksi” denilen üç tekerli motorlu taksi ile terminalin yolunu tuttuk. Terminalde otobüse binmek üzereydik ki bizi Alman bir turist çevirdi. Eğer Vinales’e gideceksek taksi ile daha ucuza ve daha kısa sürede gidebileceğimizi söyledi. Otobüs biletini sorduğumuzda gerçekten daha pahalı olduğunu ancak 5 turist taksi kiralarsak daha ucuz olduğunu görüp adam başı 15 Kuk (45 TL) vererek 60 model Dodge marka araca beş erkek atladık. Küba’da bu taksilerin halen uzun yollarda dahi gidebiliyor olması üretici firmadan çok aracı kullanan halkın maharetinden olsa gerek. Çünkü o model araçlar birçok ülkede halen olmasına rağmen kullanımda değil. Bu arada araçta sinyal yandığı zaman içeride ambulans sesi gibi bir ses yankılanıyordu, kornaya bastığında ise en az kamyon kornası gibi bir ses çıkarıyordu. Zaten insanların da sürekli gür sesle konuştuğunu düşündüğümde bu insanların normal insandan daha az duyduklarını düşünmeye başladım.
Yaklaşık 3 saat yol aldık. Öncelikle üç şerit olan yol daha sonra iki şeride düştü ve tali yola saptıktan itibaren dar köy yollarını geçtik. Şehirlerarası yollarda ilginç olan şey, 150 km boyunca hiçbir trafik ışığının olmaması ve gittiğimiz yolu başka hiçbir yollun kesmemesi. Sağdan sola geçişlerin tamamı üst köprülerle sağlanıyor.
Vinales’e vardığımızda çok güzel vakit geçireceğimizi anladık. Çünkü bu tip bir kasabada emin olun hiçbir etkinlik yapmasanız dahi iyi vakit geçireceğiniz aklınıza gelir. Küçük, tek katlı ve rengarenk köy evleri. Cadde boyu evlerin istisnasız tamamında sallanan koltuklar göze çarpıyor. Birçoğunun kapısı açık ve Havana’da olduğu gibi hiçbirisinde halı yok. Havana’dan çok daha fazla nemli ve sıcak olduğunu kasabaya girer girmez anladık. Öncelikle araçtan biz inmeye hazırlanıyorduk ki arka koltukta oturan arkadaşlardan birisi “siz Türk müsünüz?” dedi. Biz de Çağlar ile birbirimize bakakaldık. Adamla aynı taksinin içinde 3 saat yolculuk yaptık ve haliyle biz kendi aramızda Türkçe konuştuk ama arka koltuktaki arkadaş biz inerken bize bu soruyu sordu. Meğer adı Timur olan bu arkadaşın annesi Türk, babası Almanmış.
Burada da kalmak için Kasa (Casa) dedikleri aile yanı konaklamaktan yanaydık. Ucuz olması ve doğrudan evlerinin bir odasını alıp onlarla beraber yaşamak oldukça cazip geliyor bana. Bu sayede onları çok daha iyi gözlemleyebiliyorum. Taksici bizi boş olan bir eve getirdi ve Havana’dakine benzer odamıza yerleştik. Bir bayan ve üç kızı bizi karşıladı. Burada turistlere insanların sonsuz bir güveni var ve böyle olunca turistlerde haliyle ev sahibine güveniyor. Yani onların bir odasına yerleşip gezmek için çıktığımızda tüm eşyalarımız o ailenin evinde ve kilidi olmayan bir odada duruyor. Bulunduğun yerin güven duygusunu değiştirdiğine tanık oldum burada. Yani kendi ülkemde zırnık güvenmediğim insanlara, bu ülkede tam anlamıyla güvenmemin nedenini anlayamasam da birbirine güvenerek yaşamanın tadını aldım ilk defa. İçlerinde en ufak kötü niyet olmadan bizi evlerine almaları, güler yüzlü olmaları ve yardımcı olmaya çalışmaları bu coğrafya dışında çok rastlanılabilecek durumlar değil.
Burası Küba’nın en batı ucundaki Pinar Del Rio şehrinin şirin bir kasabası Vinales. Bugünümüzün ölmemesi ve kasabaya erken varmamız dolayısıyla merkeze yürüyerek bir tur şirketi ile görüştük ve bugün için 3 saatlik bir at turu satın aldık. Doğa tutukunlarının geldikleri yer olduğu her halinden belli. Kişi başı 15 Kuk (45 TL) vererek 3 saatlik unutulmaz bir at turu yaptık. Yeşil orman içerisine girip patika yollardan mağaraların olduğu büyük bir vadiye girdik. Arada atlarımızı bağlayarak tütün yapraklarının nasıl kurutularak sarıldığını gördük, arada bir de tropik meyve sularını içmek için kamp yerlerine uğradık. Yanımızda gelen rehberimiz ise tam bir kovboy tipi olan bir arkadaştı. Buradaki vadide dağ biçimini almış kayalar var ve ilginçtir bu kayaların tamamına doğa, yeşil bir şapka giydirmiş. Yani kayaların tamamı yeşile bezenmiş durumda. Kayalığın bir bölümünde ise turist akınına uğrayan 120 metre yüksekliğinde boyanmış bir kayalık bölüm var. Bu boyalı kaya, tarih öncesi Duvar Resmi’ni simgeliyor. Evrimin ammonitten dinozora, oradanda homo sapiense ilerlediğini betimleyen küçük bir evrim haritası yani.
Akşam olduğunda cadde üstünde bulunan turist restoranlarından birisinde akşam yemeği yedik. Her ne kadar başka ülkenin damak zevkine alışmak en zor olan şey olsa da mümkün olduğunca yerel tatlardan almaya çabalıyorum. Bu yüzden adı en garip olan yemeğin adını sallıyorum menüden ve ne gelirse bahtıma onu yiyorum. 10.000 km ötede olan benim köyüm ile inanılmaz bir benzerliği var yemeklerde. O da her ne gelirse gelsin yanında börülce geliyor. Tabi geliş tarzı farklı. Genellikle az pişmiş ve bazen de limonlu. Çocukken her akşam köyde börülce yemekten bıkıp babaanneme “sen beyaz pilav yapmayı bilmiyor musun?” dediğimi anlatır büyüklerim.
Yemekten sonra kısa bir tur yapalım derken, cadde üzerinde bir amca bizi evine doğru çekti ve bize kendi sardığı kaçak purolardan satmaya çalıştı. Biz de az da olsa aldık. Sonrasında ise yağmura tutulduk. Bu kadar neme doyan havanın artık o damlaları üzerimize boşaltması gerekiyordu zaten. Buranın havasını gördükten sonra bu yeşilliğe hak veriyosunuz. Güneş ve yağmur sıraya binmiş durumda bu ülkede. Yağmurun sırasını savmasını beklerken kaçak aldığımız purolardan tüttürdüm. Sigaradan nefret eden ben bile demek ki Küba’ya geldiğinde puronun cazibesine dayanamıyor.
Şirin ve doğa harikası bir kasaba: Vinales
Evlerin tamamı tek katlı, küçük, renkli,bahçeli ve müstakil burada. Havana’ya göre çok farklı bir yapılaşma var.
Kaldığımız aile ise İngilizce’yi hiç bilmiyor. Bu yüzden bu aile ile beden dili aracılığıyla anlaşıyoruz. Onların konuştuğu İspanyolca’ya sadece Flamenko müzikten aşinayım. Dört güdür dikkatimi çeken bir durum, Türkiye’den geldiğimizi söylediğimizde bize hemen “Esel” diyorlardı. Bu durumu yol arkadaşım Çağlar çözdü. Meğer bizim Türkiye’de “Ezel” adında bir dizi varmış ve burada da oldukça tutulan bir diziymiş.
Kübalıların hayranı olduğu ve Türkiye’yi bilmelerinin nedeni olan bu diziyi benim duymamış olmam ayıp kaçar diye artık biliyor numarası yapmaya başladım. İlginç olan bir durum daha var; bizim ülkemizde olan terörden haberdarlar ve bazen Suriye ile karıştırdıkları da oluyor. Bizi Arap sanıyor kimileri de…
Bugünkü planımızda, yönümüzü Meksika Körfezi’ne dönerek beyaz kumsalları olan o kartpostallarda görmeye alıştığımız sıcak denizlere girmek var. Dünden anlaştığımız tur şirketi bizi sabah alıp akşam bırakmak üzere 1960 model Ford taksi ayarlamış. Sabah bizi kaldığımız evden aldı ve Kayo Kutia (Kayo Jutias) adasına doğru latin ritimleri eşliğinde bir saatten fazla yol aldık. Arabada bulunan iki Alman ve bir Amerikalı yol arkadaşımız var. Aslında buranın halkı buraya ada dese de, bu adayı ana karaya bağlayan bir araba yolu var. Yani görünürde bir ada olmamasına rağmen bu adı fazlası ile hak ettiğini söyleyebilirim. Çünkü fazlası ile bağımsız ve fazlası ile benzersiz.
Yolculuk bittiğinde bir süre durup o beyaz kumsalı izledik. Sonra da o güzel adayı keşfe çıktık. Kimseciklerin olmadığı yerlere gidip bize özel yarattığımız alanlarda girdik denize. Sudan karaya çıkan atalarımız olduğundan mıdır yoksa İzmir erkeği olmamdan mı bilinmez, deniz bir tutkudur benim için. Ama bugüne kadar gördüğüm denizlerde ayağım böyle bir kuma dokunmadı. Denizin içerisinde yürürken, sanki karada pamukların üzerinde yürüyormuş hissi yaratıyor buradaki beyaz ince kumlar.
Hindistan cevizinin bir yerini delerek o tatlı suyunun içerisine koydukları rom ile güzel bir karışım hazırlayıp, doğal kabuğunda ikramda bulunuyorlar. Bitirdiğinizde kabuğu tekrar götürüyorsunuz ve dış kabuğunu çıkararak yenilmesi gereken bölgeyi bize tekrar veriyorlar. Bu tip bir adaya gelseniz de Küba’da fiyatların değişeceği korkusu yok. Çünkü fiyatlar arasındaki fark yok denecek kadar az.
Dönüş yolunda etraftaki tütün ambarlarını daha dikkatli inceledik. Birçok yerde yeşil ve kalın tütün yaprakları iplik ile birbirine bağlanmış ve kurumaya bırakılmış vaziyette duruyorlar. Sonrasında ise dünyaca ünlü puro fabrikalarına gönderildiklerini zannediyorum bunların. Çünkü Küba denilince akla gelen puro oluyor ve bu ülke için en önemli ihraç malı. Bundan dolayı şu an 89 yaşında olan ve yönetimden çekilen Fidel Kastro, “bu ülke için çok önemli ancak benim sağlığım için öyle olduğunu sanmıyorum” diyerek puro içmeyi bırakmış önceleri.
Dünkünden farklı bir restoran seçip akşam yemeğimizi yedik ve biraz yemek sonrası kasabayı keşfe çıkıyorduk ki yağmura yakalandık. Burada insanların çoğu şemsiye ile dolaşıyorlar, çünkü yakıcı güneşten ve aniden bastıran şiddetli yağmurdan korunmak için en önemli araç. Bu kadar yeşilin neden olduğuna şaşırmamak gerek. Güneş, yağmur, tekrar güneş, tekrar yağmur. Yağmurun dinmesini başka bir yerde kahve yudumlayarak bekledik. Sonrasında ise kaldığımız ailenin evine giderek evin önündeki sallanan koltuklarımızda bir süre oturup toprak kokladık.