Küba'da Dostluklar: Trinidad

Küba’da Vinales’i görmenizin şöyle bir zararı olabilir ki bu topraklarda ölmek isteyebilirsiniz. Geçtiğiniz küçük ve şirin köylerden birisine yerleşip hayatınızın geri kalanını burada geçirme düşüncesi uyanabilir kafanızın bir köşesinde. Her şehrin bir kokusu olduğunu düşünürdüm Vinales’i görene kadar. Bu kasaba aynı “su” gibi. Kokusu yok ama güzel. Sanki zorunlu bir ihtiyacı gidermiş olmanın hazzını yaşatıyor insana.

Vinales'ten Trinidad'a Yolculuk

Panjurların kapalı olması sebebiyle zifiri karanlık olan odamızda, yine saat 6:00 olmadan gözlerimiz güne açıldı. Sadece kendim olsam, bende gariplik olduğunu düşüneceğim. Ama arkadaşım Çağlar da benimle aynı şekilde uyandığı için buranın havası ya da suyu ile ilgili olduğunu düşünüyoruz bu durumun. Sabah bir süre gezi yazılarımı yazıp saat 7:00’de odamdan çıktığımda televizyonda atletizm şampiyonası izleyen ev sahiplerimizi gördüm ve şaşırdım. Çünkü karı-kocanın sabahın yedisinde sallanan koltuklarında dikkatli bir şekilde atletizm şampiyonası izlemeleri çok alışık olduğum bir durum değil.

Bugün onlara ve Vinales’e veda ediyoruz. Yolculuğumuz ise Orta Küba’nın tavsiye edilen başka bir yeri: Trinidad. Unutmanın mümkün olmadığı bu şirin kasabanın gündüz sıcağı ile gece yağmurları, rengarenk tek katlı evleri, yeşilin en güzel tonunu taşıyan vadisi, doğayı içimize çekerek yaptığımız at gezisi, o güzel adada geçirdiğimiz vakitler eminim hayat boyu akımızdan çıkmayacak şekilde kazındı hafızamıza. Dünden aracımızı ayarlamıştık ve yine bir taksi ile yolculuk yapacağız ve bize söylendiğine göre 6-7 saatlik bir yolculuk olacak bu.

Trinidad’a gelmek için yine otobüs yerine yine taksiyi tercih ettik. Çünkü garip olan bir durum var ki o da taksinin daha ucuz olması. Aradaki mantığı çözemesek de gerçek bu. Kişi başı 35 Kuk’a (105 TL) anlaştığımız taksi bizi 400 km ötedeki şehre 6-7 saatte götürmeyi taahhüt etti. Saat 10:00’da memnun kaldığımız Pavel&Yuly çiftinin evinin önünden bizi aldı. Gelen araç diğerleri gibi 1950 model olmasa da çok da yeni değildi. Bizimle beraber aynı şehre gidecek bir İtalyan bir de Güney Afrikalı, iki kadın yol arkadaşımızın olduğunu araca binince anladık.

Az olan İngilizcemiz ile kısa bir sohbetten sonra yolculuk genel itibariyle sessiz geçti. Ön koltukta olmanın avantajını kullanıp ara ara fotoğraf çektim, ara ara kitap okudum, arada bir de etrafı izledim. Kübada etrafı izlemeniz demek sürekli yeşile bakmanız anlamına geliyor. Yeşil olmayan tek bir alan dahi yok. Yolculuğumuzun üç saatlik bölümünü geride bıraktıktan sonra hayvanat bahçesi olan bir dinlenme yerinde mola verdik. Orada içtiğimiz “pinya kolada” adında hindistancevizli ananası, unutmak istemediğimiz için hazırlayan kadından tarifini aldık. O kadar güzel bir tat ki sanırım verdiği tarifi tutturana kadar Türkiye’de deneme yapacağım.

Yolculuğu yarıladığımızı düşünürken bizim taksici bizi başka bir taksiye aktardı. Yani taksimiz ve taksicimizin neden değiştiğini anlamadan başka bir taksiye geçiş yaptık. Bu ülkede çok fazla sorgulamaya gerek yok. Sonuçta adamların söyledikleri sözü sonuna kadar tuttuğuna birçok defa tanık olduk. Yani söz ağızdan bir defa çıkıyor. Yani bizi gideceğimiz şehre bir şekilde ulaştıracaklarını biliyoruz. Yakıcı sıcakta yolculuk iki saat daha devam ettikten sonra bu kez ikinci bindiğimiz araç arıza yaptı. Biz de çaresiz yol kenarında bir ağaç gölgesinde beklemeye başladık. Birkaç araç durup bir şeyler konuşuldu ancak İspanyolcanın İ’sini bilmeden böyle bir ülkeye geldiğimiz için bu tip sorunların tam olarak ne olduğunu anlamadığımız için bazen dil bilmemek mutlu edebiliyor.

1 saate yakın bir bekleyişin ardından bir araç bizi kısa bir süre halatla çekti ama sonra bundan da vazgeçildi. En son bulunan çözüm bizi üçüncü bir araca aktarmak oldu. Tam 1950 model araçla sabah yola çıkmadık diye seviniyorduk ki bizi bu durumdan yine yarım yüzyıl öncesinnin Amerkan arabası bizi kurtardı. Trinidad’a yaklaştıkça ara ara yağan yağmur şiddetini arttırdı ve yer yer sağanak haline dönüştü. Yeşillikler arasında, daracık yolda bu kadar eski araba ile yol almak insanı tedirgin etse de anın tadını çıkarmayı bildik. Hatta şoförümüz San Fuegos’ta bize bir kıyak yapıp güzel bir şehir turu yaptırdı.

Şehir ülkenin bayrağının renklerini, yani mavi – beyazı fazlası ile içinde barındıran bir şehir. Sonrasında ise bizi Trinidad’a getirmekle kalmayıp boş bir Kasa (Casa) ayarladı. Daha önce de anlattığım gibi Küba’da otel bulmak büyük şehirler haricinde oldukça güç. Kasa adı verilen aile yanında kalıyorsunuz genellikle. Üçüncü kaldığımız şehir olmasına karşılık odalar tamamen standart. Öncelikle üçünde de eski tip bir klima yanında duvara monte bir vantilatör var. Temiz diyebileceğimiz iki ayrı yatak, yıkama musluğu olmayan klozetler ve hiçbir zaman tazyikli akmayan (çünkü evlerin üzerindeki bidonlardan su geliyor) sular… hepsi aynı. Orta yaşlı karı – koca ile fiyat konusunda kişi başı gecelik 10 Kuk’a (30 TL) anlaştık. Burafa kaldığımız yer evin üst katı. Hatta şirin bir terası var. Bizim odamızın yanında ise iki turistin kaldığı bir oda daha var.

Odamıza yerleşip duş aldıktan sonra bu şehri kısa bir turladık. Bazı şehirler gerçekten de tarih kokar ya işte bu şehirde o kokuyu ve dokuyu hissediyorsunuz. Ama değişmeyen şey aynı tip sokaklar, evler, kapı önünde oturan kişiler, üstü çıplak erkekler, sürekli “Ola” (Merhaba) diye selam veren tanımadık insanlar…

Akşam yemeğimizi Jose Marti adından lüks görünen bir restoranda yedik. Menülerden az buçuk başlıklara bakarak buralara özgü yemeklerden salladım yine. Ama bunu söylerken kendimden o kadar emin söylüyorum ki eminim siparişi alan garson o yemeğin müptelası falan olduğumu düşünüyordur. Yemeğin ardından güzel Küba ritimlerinin iyi gideceğini düşünerek canlı müzik yapan mekanların yanında geçtik ve kulağımızdan bizi çeken bir yere girdik. Öncelikle çıkan yaşlılardan oluşan ve içlerinden gelerek enstrümanlarına dokunan kişileri dinledik.

Sonrasında sadece ritm tutan geniş bir grup sahne aldı, geniş bir dans grubu ile birlikte. Tamamen “bitter” zencilerden oluşan bu grup ise bizi Küba’dan aldı Afrika kıyılarına kadar götürdü. Bazı parçalarda dansçılar bizleri yani turistleri dansa davet ettiler. Sonra onlarla birlikte sahnede o güzel ritimler eşliğinde geceyi sonlandırdık. İçtiğimiz ilk içki mojito adını verdikleri rom ile nane karışımı farklı bir tat. Ama naneyi aroma olarak var sanmayın. Tamamen romun içinde canlı nane yaprakları. Kafalar güzel olmadan, ıslak Trinidad sokaklarını koklayarak kaldığımız evin yolunu tuttuk.

Kübaçok kolay vize veren bir ülke. Bizim gibi devrimci tiplere de sorgusuz sualsiz 5 yıllık vizeyi anında veriyor :) Ülkeye girişimizden itibaren turistlerin harcama yapmaları için Kuk (Cuc) adı verilen para birimine dönüştürmeniz gerekiyor harcama yapacağınız dövizi.

Gittiğimiz şehirlerde de döviz bürosu bulmak hiç zor değil, itina ile pasaport numaramıza işliyorlar bozdurduğumuz dövizleri. Küba halkı Peso’yu kullanıyor. Sabit bir kur rejimi var; her daim 1 Dolar = 1 Kuk. Bu nedenle bizim gibi parası dolar karşısında sürekli eriyen ama ülkesinin sürekli zenginleştiğini zanneden ülke insanları için bu ülkenin kısmen pahalı olduğu söylenebilir. Genellemek gerekirse Küba’da aile yanında konaklıyorsanız eğer, konaklama oldukça uygun ancak yemek ve yol ücretleri pahalı.

Küba’da turistler için iki kalma alternatifi var. Ya Kasa (Casa) adı verilen aile yanında kalmak ya da otelde. Buradaki yaşamların içine girmek istiyorsanız zaten oteli aklınızdan geçirmeyin. Bir aile yanında kalmak oldukça uygun. Bize evlerinde bir odayı açıyorlar. Bu odaların tamamının aynı standartta olduğunu anlamamız için üç-beş farklı aile yanında kalmak gerekiyormuş.

Her evde iki yatak, bir duvara monte vantilatör, eski tip klima, odanın içinde duş ve tuvalet. Ayrıca sular belli bir şebekeden gelmiyor. Evlerde su depoları var, oradan geliyor. Yani bu ülkede tazyikli su arıyorsanız yok. Musluktan tazyikli su akmamasının beni çileden çıkaracağı bir ömür aklıma gelmezdi.

Yurtdışı gezilerinde en iyi rehber, bazen yanıltıcı olsa da o ülkeye dair aldığınız kitaplar. O şehre gidip planlamamızı o kitaplar doğrultusunda yapıyoruz. Trinidad’a gelindiğinde 5 saatlik tren turu öneriliyordu. Ama bugün şans bizden yana değildi ve teorikle pratik tutmadı.

Tren istasyonuna gittiğimizde trenin iki gündür bozuk olduğunu öğrendik. Belki yarın olur umuduyla geri dönerek kahvaltımızı yaptık. Şemsiye getirmesek de yağmurlu havada dışarı çıktığımızı gören ev sahibimiz birer tane şemsiye tutuşturmuştu neyseki elimize. Yağmurlu havada bu tarihi şehri gezdik. İnsanlar yağmurdan dolayı içerilere kaçışmış ve yağmur şehri bize bıraktı. “Arnavut kaldırımlı taş sokak”ların nasıl bir şey olduğunu hayal ederdim o parçayı dinlerken ama hele hele yağmurlu bir havada o taşların üzerinde yürüyeceğimi hayal etmemiştim, burada ise yaşadım.

Yağmurlu caddede yürürken bir koro duyduk ve bunun yaknımızdaki kiliseden geldiğini görüp ibadet yapan insanların yanlarına oturduk. Çoğu Katolik olan bu ve benzeri ülkerlerdeki ibadet şeklinin müzikli olması her zaman hoşuma gitmiştir. Kiliseden çıkıp biraz daha yürüdük ki çatının birisinden bir tuğla yaklaşık yarım metre yakınıma düştü, kafayı ucuz kurtardım yani. Eğer yanımızda koyu bir Hristiyan bu duruma şahit olsaydı; “bak kİliseye girdin, bu yüzden Tanrı seni korudu” demekten kendini alamazdı.

Tirinidad sokaklarında eski arabalar, at arabaları o dar sokakları her daim arşınlıyor. İnsanlarda bir telaş olmadığı çok belli. Temel ihtiyaçları devlet tarafından karşılandığı için evlerinde oturmaya alışmış bir halk. Bu insanların üretime yönlendirilmesi ile bu ülkenin kısa sürede yol katedeceğini düşünsem de zamanla olacağını düşünüyorum. Sokakta yürürken ara ara bize kaçak puro satmak isteyen insanlar güzel purolar olduğunu söyleyerek bizi evlerine çekmeye çalışıyorlar.

Büyük denilen şehir aslında kendi ülkem ile karşılaştırınca çok da büyük gelmiyor bize. Kübalıların büyük dedikleri şehirler bizim orta halli ilçelerimiz gibi. Bu ülke 11 milyon nüfusa sahip ve coğrafyaya yayılmış bir nüfus var. İnternet ofislerinden saati 2 Kuk’a (6 TL) şifre satın alıp o ofisin karşısında internete girebiliyorsunuz. 5 gündür dünya ile iletişimimin kesik olmasına daha fazla dayanamayıp internet satın aldım ve birçok turist gibi karşıdaki parka oturup orada hem ülke ile ilgili haberlere baktım hem de haberleşmenin tadını aldım. Çağlar ile parkta bir yandan konuşurken yanımızdaki bir Kübalı “Türkiye’den mi geldiniz” diye Türkçe bir soru sordu. Şaşkınlıkla karışık mutluluk yaşadık. Adı Edi. Türkiye’de 10 ay kadar kalmış ve kız arkadaşı Antalya’da oturan hostes bir Türk kızı. Yani Edi bizim enişte olmak üzere. Kübalılara sormak istediğim soruları bir bir sordum. O da anlatabildiği kadarıyla anlattı.

Öncelikle Küba’daki sistemin artık çoktan değişmesi gerektiğini söylüyor. Yani devrimin iyi şeyler getirdiği konusunda bizimle hem fikir. Ama artık dünyaya açılmak ve artık Küba halkının bu fakirlikten kurtulmak istediğini söylüyor. İnternetin devlet denetiminde ve sınırlı olmasından şikayetçi. Hele hele başka ülkeleri görmüş olduğunu düşündüğümüzde bu isteklerinde fazlasıyla haklı olduğunu düşünüyorum. Edi ile tanıştığımız o saatten sonra birlikte takılmaya başladık. Çok iyi olmayan Türkçesi ile bize birçok konuda cevap vermeye çalıştı. Sonra bizi akşam yemeğine götürdü ve tüm ısrarlarımıza rağmen yemeği o ısmarladı.

Bugün parasının olduğunu belki yarın olmayabileceğini, bu yüzden Türkiye'den bizleri gördüğü için mutlu olduğunu ve bu yemeği kendisinin ısmarlamak istediğini söyledi. Sonra da canlı müziğin hiç eksilmediği Trinidad Meydanı’na gittik. Farklı gruplar çıkıp zengin enstrümanlar eşliğinde Kübamüzikleri ile kulağımızın pasını sildiler.

Edi’nin iki tane zenci arkadaşı ile de tanıştık. Gece olduğunda ise bir dağın tepesine doğru karanlıkta yürüdük. Çünkü Edi bizi bir mağaranın içine kurulmuş bir diskoya götürdü. İnanılmaz güzel bir eğlece yeri yapmışlar. Dağın tepesine çıktığınızda aşağıya doğru inilen tamamen doğallığı korunmuş bir mağaraya giriyorsunuz ve yüksek latin müzikleri kulağınıza daha inerken gelmeye başlıyor. Eğlenceyi seven bu insanların bu fikri çok hoşuma gitti ve bu fikri çok orijinal buldum. Buradaki herkesin salsa biliyor olması da ayrı güzel…

Ali Yeniay

Yazar Hakkında

Ali Yeniay

"Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?" sorusuna "Gezerek, okuyan ve hatta gezi yazılarını paylaşan" diye cevap veren bir seyyahım ben...