Ben Trinidad’ı çok sevdim.
Küba Devrimi'nin önemli şehri Santa Clara’da, Commandante Che Guavera’nın Mozolesini ziyaret ettikten sonra bir 88 kilometre daha gidip Trinidad’a varıyoruz.
Karayip Denizi kıyısındaki Trinidad, haritada Küba’nın neredeyse tam ortasında yer alıyor ve yaklaşık 70 bin nüfuslu. Daracık Arnavut kaldırımı sokaklarında çoğu tek katlı Kolonyal stilde, illaki sallanan koltuklu evleri var ve bu evlerde yaşayan cana yakın insanları. Sokaklarındaki köpekler ise çok çirkin ama zararsız ve sevimliler. Bu şehrin gündüzleri dingin, geceleri ise eğlenceli ve Rom tadında. Trinidad belki yaşanılası değil ama kesinlikle uzun süre kalınası bir şehir...
Otelimiz Ancon’a vardığımızda hava hala aydınlık, hızlıca odamızı bulup ardından hemen sahile koşuyoruz. Adanın kuzey sahillerinde, Varadero’da, Meksika Körfezi'nde denize girdikten sonra bir de güneyi, Karayip Denizi'ni denemeli değil mi? Sahil harika, hafif hafif esen enfes bir rüzgar var. Fakat deniz pek tat vermiyor. Bildiğiniz hamam gibi. Soranlara; Akdeniz’in Temmuz ve Ağustos’taki durumunu anlatırken “Serinlemek için denize girersiniz, sonra da serinlemek için yeniden sahile çıkarsınız” derim hep. İşte buralarda Karayip Denizi, bizim “serinlemek için yeniden sahile çıktığımız” Akdeniz’den çok daha sıcak...
Mecburen sahildeki şezlonglardan birine uzanıp, manzaranın tadını çıkarıyor bir Pina Colada içiyorum. Bu all-inclusive o kadar da kötü bir şey değil sanki...
Ancon Hotel tabii ki Varadero’daki otelle kıyaslanamaz ama fena da değil. İlk bölümü yazarken, Rehberimiz Sinan, Varadero’daki hotel dışında Küba’da konaklama konusunda standartların pek iyi olmadığını, beklentimizi yüksek tutmamamız gerektiğini söyledi durdu demiştim. Fakat bence Ancon Otel'in şikayet edilecek bir yanı yok. Hem olsa ne olur ki? Küba'da ve Trinidad’dayız, gerisi teferruat öyle değil mi?
Akşam 5 kişilik küçük bir grup olarak şehir merkezine gitmeye karar veriyoruz. Tamam, All inclusive o kadar da iyi değilmiş!
Otelden şehir merkezi 10 CUC, hem de havalı bir “Americano” taksi ile. Gruptaki bir arkadaşın dediğine göre 1950 Model bir Chevrolet Bel Air’miş... Ben otomobillerden pek anlamam fakat 65 (yazıyla altmış beş) yaşındaki otomobil, her tarafından sesler geliyor, bir kapısı şoförün müdahalesi ile ancak açılıyor ve kabak lastiklerinin gıcırtısı içeriden bile duyuluyor olsa da “tecrübesiyle”kayıyor asfaltta. Evet birazcık da sağa sola kayıyor ama olsun. Fakat müzik sistemine diyecek yok. Latin ezgileri ve bir sürü espri eşliğinde çok eğlenceli geçen bir 15-20 dakikanın ardından Trinidad Old Town'a varıyoruz.
Önce yemek. Merdivenlerin hemen köşesindeki restoranda yemek yiyoruz. Restoranın ismi Los Conspiradores ve burası “komplocular” anlamına gelen ismiyle müsemma falan değil. Oldukça sevimli bir mekan. Merdivenler'den ise birazdan söz edeceğim. Deniz ürünleri ağırlıklı, lezzetli ama Küba standartlarına göre pahalı bir şeyler yiyoruz. Ben bir de Bucanero içiyorum. Kesinlikle yolunuz düşerse tavsiye edeceğim Küba birası...
Yukarıdaki satırları yazdıktan sonra tamamen alakasız bir konuyu okurken çok ilginç bir şey öğrendim. Bu restoranda zamanında La Rosa de Cuba yani Gizli Küba Milliyetçi Derneği üyeleri toplanırlarmış. O zamanlar da ismi "La Casa de Conspiradores" miş yani Komplocular Evi. Benim çok uygun bulmadığım bu isim oradan geliyormuş anlayacağınız.
"Komplocular" Restoran
Benim Merdivenler dediğim yerin ismi aslında Casa de la Musica; Plaza Mayor’da Katedralin hemen yanındaki merdivenler. Gündüzleri burası oturup bir Bucanero içip soluklanabileceğiniz bir kafeyken geceleri çok şenlikli bir gece kulübüne dönüşüyor.
Restorandan çıkıp Casa de la Musica yani Müzik Evi’ne yöneliyoruz. Giriş 1 veya 2 CUC, tam hatırlamıyorum. Sahnede Salsa çalan bir orkestra var, küçük pist kalabalık ve tüm masalar ve basamakların yarıdan fazlası dolu. Biz de basamaklara oturuyoruz.
İşte burası ilk bölümde yazdığım “Küba’ya gitmeden önce yapılsa hiç de fena olmaz şeyler”listemdeki ilk madde yani “Latin dansları dersi alın” maddesinin kafama dank ettiği yer. Keşke biraz olsun dans bilseydim diyorsunuz. Çünkü müzik güzel, ortam güzel ve Mohito güzel. Sahnedeki orkestranın çaldığı ritme ister istemez kendinizi kaptırıyorsunuz ama tek yapabildiğiniz olduğunuz yerde sallanmak oluyor, en azından Benim öyleydi.
Dans bilmeniz için diğer bir neden ise burada her an Trinidad’lı biri sizi dansa kaldırabilir. Adettenmiş. Reddetmek de cidden kabalık olarak algılanıyor. Sahne, turistleri dansa kaldıran ve hepsi harika dans eden Kübalı kadın ve erkeklerle dolu. Ve dansa kaldırılan turistlerin bir bölümü de izlerken sizi kıskandıracak kadar iyiler.
Bir sonraki gece bu kez grubun tamamıyla aynı yere gittik. Bizim gruptan 2 bayan arkadaş da o “izlerken sizi kıskandıracak kadar iyiler” dediğim turistler kadar iyi çıktılar, hayran hayran izledim. Fakat birkaç gece sonra Havana’da bir barda sohbet ederken öğrendim ki o turistleri dansa kaldıran, harika dans eden Trinidad’lı erkeklerin çoğu bir Dans Okulunda öğretmenmiş ve Casa de la Musica’nın o küçük pistinde dans ederlerken de partnerlerine Alman Mürebbiye sertiğinde birer öğretmen gibi davranıyorlarmış...
Birkaç Mohito içtiğim ve çok eğlendiğim o geceden hatırımda kalan bir diğer şey de garsonlar. Kafanızı nereye çevirirseniz çevirin mutlaka bir garsonun gülümseyen yüzüyle karşılaşıyorsunuz. İster hemen yanınızda dikeliyor olsun isterse de birkaç basamak uzakta, mutlaka garsonlardan biri size sevimli birtakım jest ve mimikler eşliğinde; “İçkinizi tazeleyeyim mi?” diye soruyor. Başta eğlenceli gelse de sonradan belirli bir stres yaratmıyor değil. Adeta derste öğretmenin sınıfa sorduğu soruyu bilmediğinde gözlerini kaçıran bir öğrenci gibi saklanıyorsunuz garsonlardan. En azından içkiler ucuz; Romlu olanlar; Pina Colada, Mohito, Daiquiri gibi 3-4 CUC yani 8-10 TL civarı...
Casa de La Musica gece
Casa de La Musica gündüz
Yine bir “Americano” taksi ile ve yine çok eğlenerek otele dönüyoruz.
Ertesi sabah gündüz gözüyle Trinidad’ı gezmeye başlıyoruz. İlk durağımız bir ilkokul. İşte tam da burada Küba’daki eğitim sisteminden söz etmezsem olmaz:
Okuryazar oranının neredeyse yüzde 100 olduğu Küba’da anaokulundan üniversiteye kadar her düzeyde eğitim ücretsiz. Okullarda yemekler, üniformalar ve kitaplar da ücretsiz. İlkokullarda sınıflarda maksimum 25 öğrenci var ki genellikle bu rakam 20’ymiş, ortaokullarda ise 15. Öğretmenlerin büyük çoğunluğu üniversite mezunu ve bunların da yarıdan fazlası yüksek lisans yapmış. Pek çok ilkokul sabah 6.30’da açılıp 12 saat süreyle de açık kalıyormuş ki anne babası çalışan ve bakıcısı olmayan küçük çocuklar öğretmenleri gözetiminde okulda zaman geçirebilsinler.
Trinidad’daki o okulda da olduğu gibi ülkedeki tüm dersliklerde bir televizyon var. Ders başlamadan önce, o gün işlenecek olan dersi öğrenciler önce televizyondan izliyorlarmış. Dersi Küba’nın en iyi öğretmenlerinden biri anlatıyormuş. TV'deki ders anlatımının ardından da aynı konuyu bu kez sınıfta işliyorlarmış. Yani bir nevi “herkes için eşit” olan eğitimde bile eşitlik sağlıyorlar.
Özel okulların veya dershanelerin olmadığı, zaten bunlara gerek de olmayan Küba dünyanın en kaliteli eğitim sistemlerinden de birine sahip bu arada. Dünya Bankasının 2014 yılında yayınladığı bir rapora göre Küba’nın eğitim sistemi tüm Güney Amerika ve Karayiplerin en iyisiymiş. Unesco’nun raporlarına göre ise Finlandiya ile yarışabilirmiş.
Bu duruma nasıl gelindiğini merak eden veya Küba Eğitim sistemi hakkında daha fazla ayrıntı öğrenmek isteyenler için, Alberto T. Velez imzalı güzel bir makale, tıklayın lütfen; Küba Eğitimi üzerine birkaç söz.
Hani herkes diyor ya Küba’ya giderken yanınızda ufak tefek kırtasiye malzemeleri falan götürün diye. Valizime bir sürü ilaç firmalarının getirdiği kalemlerden atmıştım. Fakat maalesef Trinidad’da o sabah otelden çıkarken kalemleri yanıma almayı unuttum. Çok da üzüldüm. Neyse ki Ankaralı Dostlar öğrencilere hediye güzel paketler hazırlamışlar, sağ olsunlar. Fakat ne yalan söyleyeyim bu yazı için araştırma yaparken Küba'daki eğitim hakkında onca şeyi okuduktan sonra, bu kalemlerin çok da önemli olmadığını anladım. Sosyalist Küba, ambargoya rağmen harika bir sistem kurmuş zaten. Havalı görüntüsünün altında bildiğin “kalem” olan o şeylerin ne önemi var ki...
Okul sonrası Trinidad sokaklarında yürürken emekli Dr Jose de Lois ile tanışıyoruz. Dr Lois evinin sokak seviyesindeki balkonunda oturmuş etrafı seyrederken çıkıyor karşımıza, önce selamlaşıyoruz. Ardından Bize nereli olduğumuzu soruyor. Türk olduğumuzu öğrenince de İstanbul’dan, Mustafa Kemal Atatürk’ten söz ediyor. Ve sadece Atatürk değil, Mustafa Kemal Atatürk diyor. “İstanbul is one of the most beautiful cities in the World” diyor. Meali; İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biri. "Gittiniz mi?" diyorum, "Hayır ama belgesellerde gördüm" diyor. Sonra bizi ısrarla içeriye davet ediyor. Hatta gruptan bir Bayan Arkadaşa bir çiçek verip birlikte de fotoğraf çektiriyorlar...
Dr Jose de Lois
Dr Lois’in çok beğendiğim evine yaptığımız kısa ziyaretin ardından Trinidad’ın Arnavut kaldırımı sokaklarında bir süre daha yürüyüp bu kez bir başka Doktorun, Dr Justo German Cantero’nun evine ulaşıyoruz. Bugün müze haline çevrilmiş olan bu 19. yüzyıldan kalma kolonyal stildeki devasa evin sahibi Cantero, aslında pek de iyi bilinmezmiş. Henüz Trinidad’a geldiğinde geçmişi karanlık olan Cantero kısa zamanda ülkenin en büyük 3 şekerkamışı tüccarından bir oluvermiş. Acımasız biri olarak bilinen bu adam diğer bir yandan da tam bir sanatsevermiş. Zengin bir resim koleksiyonuna sahip olan Cantero piyano çalarmış, ayrıca fena sayılmayacak bir şair ve yazarmış da...
Ziyaret ettiğimiz Cantero’nun evi bugün müzeye dönüştürülmüş ve ismi de Palacio de Cantero Museum. (veya Municipal History Museum). Müzede 19. yüzyıldan kalma mobilyalar, porselen yemek takımları gibi gündelik eşyalar, Cantero’non kolleksiyonundaki tablolardan bazıları, zamanında aileye ait olan bir at arabası falan var. İtiraf etmeliyim sergilenenler değil ama müze binasının kendisi görülmeye değer.
Müzenin içerisinde bir de kule var ve kulenin tepesinden Trinidad Old Town'un (Eski Şehrin) hiç fena sayılmayacak bir manzarasını görebilirsiniz. Yukarıya çıkan merdivenler biraz dik ve dar olsa da tavsiye ederim.
Bir sonraki durağımızı da şiddetle tavsiye edeceğim. Bal, limon ve rom’dan oluşan özel kokteyli ile aynı ismi taşıyan Bar; LaCanchanchara, (Kançançara diye okunuyor). Bu kokteylin doğum yeri de tam burası zaten. "Olmazsa olmaz" canlı müzik eşliğinde, adını bir türlü bir seferde söyleyemediğim Canchanchara’yı denedikten sonra yeniden Trinidad sokaklarına dağıldık. Meraklısına not: Bal limon ve romdan oluşan kokteylin kıvamı biraz yoğun, hoş bir kadeh ve karıştırmak için bir çubukla servis ediliyor ve çok güzel...
Canchanchara'lar hazırlanırken
Arkasından eski şehrin kalbi Plaza Mayor civarında biraz turlayıp akşam gittiğimiz Casa de la Musica’yı “merdivenleri” gündüz gözüyle gördükten sonra hemen yakınlarda bir yerde yine romlu bu kez farklı bir kokteyl eşliğinde dans gösterisi izliyoruz. Burası Trinidad’ın Folklorik Danslarının öğretildiği ve sergilendiği bir kültür merkeziymiş ve ismi de Palenque de Los Congos Reales.
Ki akşam buraya bir kez daha geleceğiz, kültür merkezi bir bara dönüşmüş olacak, sahnede Latin müzikleri çalan bir orkestra olacak, yine içinde rom olan başka bir kokteyl, “renkli” Trinidad Colonial içeceğim, orkestranın solisti yanıma kadar gelip bana nereli olduğumu soracak, Türk olduğumu öğrendikten sonra doğrudan bana bakarak sözlerini hiç anlamadığım, içinde sadece bir yerde “Turkiya” geçen rap gibi sürekli konuştuğu bir şarkı söyleyecek ve ben barın bir köşesindeki tezgahtan beğendiğim bir tabloyu pazarlıkla 20 CUC’a satın alacağım...
Trinidad Colonial Restaurant’da yediğimiz Hasta Siempre ve Besame Mucho’lu (tabii ki yine canlı müzik) ve lezzetli öğle yemeğinin ardından (sığır eti) günün geri kalanında sokaklarda öylece dolanıyoruz.
Günün kalanında dar sokaklardaki hediyelik eşya pazarlarında dolaştık. Yerel ressamların tablolarını sergilediği dükkanlara girip tabloları inceledik; beğendiklerim hep çok pahalıydı. Kapısı veya penceresi açık evlerden çaktırmadan, bazen de çaktırarak içeriye baktık; hemen her evde adeta bir demirbaş gibi bulunan sallanan koltuklara bayıldım. Bir sürü fotoğraf çektim; Sokakları, eski model“Amerikano” otomobilleri, coco taksileri, at arabalarını, insanları çektim. Bazen de, fotoğraf makineme davranmayı aklıma bile getirmeden sadece etrafı seyrettim.
Ben bu şehri gerçekten çok sevdim. Hatta Trinidad’daki, açık ara gördüğüm en çirkin sokak köpeklerini bile sevdim.
Akşamüzeri önceki gece dans edenleri izlediğimiz Casa de La Musica’nın merdivenlerinde ama bu kez masalarda oturup birer Bucanero için gelip geçeni izledik.
Otele dönüp yine sahilde bir süreliğine, denize girmeden sadece manzaranın keyfini çıkardıktan ve bir şeyler yedikten sonra bu kez tüm grup Trinidad’a geldik. Doğrudan La Casa de Musica’ya. Biz; Sinan, Ben ve Antalya’dan tura birlikte katıldığım arkadaşlarımla, önceki akşam da burada olduğumuzdan, fazla kalmadık. Önce Casa de la Trova isimli barda birer Mohito içimlik takılıp sonra yukarıda da söz ettiğim Kültür Merkezi’ne geçtik.
Geç vakit otele vardığımızda bu şehri sevdim diye düşündüğümü anımsıyorum. Söylemiştim değil mi?