Derinlerde var olan Tayland sevgim bayram tatilinin 9 gün olması ve artık Bangkok’ta yaşayan bir arkadaşımın bulunması gerçeğiyle birleşince bu güzel ülkeye 2. bir seyahat farz oldu. Bileti ucuz olması sebebiyle yine Türkmenistan hava yollarından aldım. Elbette bayram olması sebebiyle en ucuz olan biletler tükenmişti.
İstanbul’dan uçuşum sabahtı ve Antalya’dan en erken uçuşla gitmeme rağmen uçuştan ancak 1,5 saat önce orda olabilecektim. Yolculuk uçak rötar yapmasın diye dua ederek geçti ve uçak 10 dakika gecikmeyle Atatürk Havaalanı'na indi. Oradan dört saatlik bir uçuşun ardından Aşkabat Havaalanı'ndaydım. Mecburi istikamet, oldukça kalabalık olan barımsı mekânın bulunduğu alan. Biramı alıp zar zor bir masa buldum kendime ve film izlemeye başladım. Neyse ki bekleyeceğim süre çok uzun değildi, film bitince Bangkok’a gitmek üzere uçağa bindik. Uçak İstanbul’dan geldiğimize kıyasla oldukça rahattı. Yine sorunsuz geçen uçuşun ardından Suwarnabi’ye indik, bu havaalanını çok seviyorum.
Immigration cardları uçakta doldurduğumuz için hemen polis kontrolünden geçtik ve “Wellcome to land of smile”. Sabaha karşı bir saat olduğundan alandaki herkesler uykudaydı. Uyuklayan birine yaklaşıp kattaki buluşma noktasını sordum. Şöyle bir baktı, anlamadı diye tekrarladım, biraz düşündü, haaaa meeting poiiiiiiiiiiiiiinnntttttt dedi ve tarif etti. Tayland’da sizi anlamadıklarında tonlamayı son kelimenin harflerini uzatarak yapmanız yeterli, hemen anlıyorlar o zaman.
Buluşma noktasında arkadaşım Ferit beni bekliyordu. Beni almaya gelmeden önce boş durmamış demlenmiş az biraz, kafası bi milyondu. Bizi bekleyen taksiye binip kolayca eve gittik. Evi (Condo diye geçer literatürde) güzel bir semtte, etraftaki binalara göre alçak sayılan 27. katta ve çok hoş bir manzarası var. Orada kaldığım sürece pencerenin önünden ayrılmadım desem yeri var.
Memleketten gelmişimiz, havadisler filan derken gün doğdu yatana kadar. Hal böyle olunca kalkış da akşamı buldu. Ama vakit yok, Bangkok geceleri bizi bekler. Güzel bir yere götüreceğim seni dedi Ferit. Başkan (gerçek adı Nejdet olup niye başkan lakabının takıldığını artık kendileri bile unutmuşlar) ve Pinya Pat’la buluştuktan sonra bir taksiye atlayıp Sukhumvit’e yollandık. Akşam trafiği, oldukça sıkışıktı. Mekânın adı Iron Fairies; küçücük, değişik bir dekorasyonu olan hoş bir caz bar, ben bayıldım. Cumartesi akşamı olması sebebiyle inanılmaz kalabalıktı, kendimize zar zor bir köşeceğiz (masa değil) bulup oturduk.
Gecenin gidişatını belirleyecek meşhur soru soruldu, ne içersiniz? Güzel soru, ne içsek ki acaba? Namını pek duyduğum daha önce hiç içmediğim Long Island söyledik, iyi mi ettik hala emin değilim! İçeceklerimiz geldi. Önünde oturduğumuz direğin dibinde bir sürü demirden yapılmış melek vardı, onları incelemeye koyulduk. Hatıra alsak mı ki diye konuşurken gözüm direkte asılı yazıya çarptı. Tam cümleyi hatırlayamıyorum ama burdaki melekleri götürmek karmanıza iyi gelmez minvalinde bir şeydi. Biz de karmamızı bozmayalım diyerekten niyetimizi bozmadık.
Artık köşemize sığmamaya başlayınca biz bir şeyler yemek istiyoruz diyerek bir masacığa terfi ettirdik kendimizi. Canlı müzik başladı. Zenci bir amca elinde mikrofon şarkı söyleyerekten merdivenlerden indi, çok havalıydı. Müzik gerçekten güzeldi, kendimden geçtim. Bir süre sonra dayanamayıp istek yaptım, abim sağ olsun kırmadı söyledi hemen.
Bu arada mekânın tuvaletinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Ferit’in deyimiyle Tayland’ın en güzel kokan tuvaletinde ışık yok, kokulu mumlar yanıyor. Kırmızı ve siyah tonların hâkim olduğu, yerde oturan şeytan figürlerinin sizi izlediği, gittikçe alçalan tavanın devamında merdivenler bulunan (bence merdivenlerin sonu mutfağa çıkıyor zira Tayca konuşmalar duyuluyordu) enteresan bir ortam.
Gecenin ilerleyen saatlerinde birkaç Türk arkadaşın da katılımıyla grup büyüdü, kahkahaların dozajı arttı, bi güzel olduk hepimiz. Sonrasında bende film koptu zaten. Son hatırladığım takside ben Pinya’ya sarıldıkça Pinya’nın Nejdet’e “Serap iyi olacak mı?” diye soruşuydu. Ahhh ahhh, o son Long Island'ları içmeyecektik! Ağız burun kaydığı için bu geceye ait fotoğraf paylaşmamayı tercih ediyorum.
Hangi ara karar verdik hatırlamıyorum ama ertesi gün Ayutthaya’ya gitmeye karar vermişiz. 9'da kalkalım dedik ama ne mümkün, 10’a doğru ancak toparlanabildik. Başkan sağ olsun kahveleri kapıp gelmiş. İçince az biraz kendimize geldik, yarı uyur yarı uyanık yola çıktık. Ben açım diyecek oldum. Bangkok’tan çıkmadan bir şeyler mi alsak derken yol kısa orda bir şeyler yeriz de karar kılındı. Kılındı da bünyede alkol hala seyir halinde, aç karnına sade kahveyi de içince mide asit oranı tavan, üstüne de yolculuk, bir güzel oldum ben. Yolda pişmaniye alalım mı dediler. Ben kafa mı buluyosunuz benle derken kenarda durduk. Harbiden bizim pişmaniyenin teyzesi gibi ama rengârenk ve yanında yeşil dürüme benzer bir şeyle beraber satıyorlar, dürümün içine sarıp yeniyormuş. Oranın meşhur tatlısıymış, yol boyunca satan bir sürü tezgâh var. Aldık birkaç tane, tabi ki ben elimi bile sürmedim, midem berbat durumdaydı.
Bangkok-Ayutthaya arası 80 km, yol 1 saat sürüyor. Biz özel araçla gittiğimiz için toplu taşımayla nasıl ve kaç paraya gelinir bilmiyorum. Ama bana sorarsanız buraya ne özel araçla ne de kendi başınıza toplu taşımayla gelin. En iyisi bir tur satın alıp gelmek, sebebini anlayacaksınız.
Ferit aylar önce 1 kez gelmiş Ayutthaya’ya. Mekânın büyük bir girişi var, girişinde de yemek yiyebileceğimiz yerler var dedi. Bu sözü takip eden saatler “o yer”i aramakla geçti. Orası mıydı, burası mıydı, navigasyondan bakalım, dur şurdaki Taylandlıya soralım filan derken aynı yerleri dolaştık durduk ama o gün o yeri bulamadık. O yeri bulamadığımız gibi yemek yiyecek başka bir yerde bulamadık bir türlü. Aç olunca pek bir şirret olduğumdan çemkirmeye başladım. Normalde açken Ferit’te zor bir insandır ama benim halimi görünce ağzını açamadı. Son çare bir 7 eleven da durup tuzlu krakervari bir şeyler alındı da ben azıcık sakinleşir gibi oldum.
Krakeri yedikten sonra karşımıza çıkan şu yerde durup gezmeye karar verdik.
Ben hemen tırmandım tepeye, manzara güzeldi. Sonra aşağı inip dolaşmaya başladım. Hava çok sıcaktı. Pinya durumun farkında tabi, yol boyunca kremlendi durdu, gezerken bacakları pareoyla kapadı, şemsiyesini açtı, ohhh misss. 3 Türk olarak bizim şapka dahil hiçbir donanım yok. Biraz dolandıktan sonra şapkacıya yanaşıp şapkalandık.
Burayı gezmeyi bitirince sabah kahvaltı yapan arkadaşlar bile acıkmıştı, kesinlikle yiyecek bir şeyler bulmalıydık. Ayutthaya sınırlarında böyle bir yer bulamayacağımızda hem fikir olarak kasabadan çıkıp Bangkok istikametine döndük ve yol üzerindeki Big C’de durduk. Big C oldukça yaygın, her yerde görebileceğiniz bir alışveriş merkezi zinciri, yiyecek, giyecek, market her bi şeyler var içinde.
Medeniyete ulaşınca parlayan gözlerimiz dizi dizi restoranı görünce fırıl fırıl dönmeye başladı, klima da var, daha ne olsun. Ne yiyelim, fast food olmasın, Japon restoranına mı gitsek derken steak satan bir yer gördük. Türk olduğumuzdan diğer seçenekleri eledik hemen. Çorba, steak, makarna, kıtlıktan çıkmış gibi her şeyden söyledik, bir de ekmek sipariş verdik. Bu hususa aman dikkat, Tayland'da ekmek bulmak ciddi sıkıntı. French toast denilen bildiğimiz tost ekmeklerini nispeten daha kolay bulabiliyorsunuz ama bu ekmeğe mutlaka tatlı tereyağı sürüp getiriyorlar her yerde. Çin’de de aynı sorunu yaşamıştım, yediğim tatlı pizzaları unutamam. Neyse efenim, tecrübeli olduğumuzdan kıza sıkı sıkı tembih ettik “No butter!” diye. Ben mantar çorbası söylemiştim, kuru mantardan yapmışlar, fena değildi, tavuk çorbası söyleyenler pişman oldu.
T-bone steak fotoğraflarındaki kadar başarılı değildi ama ettir, nimettir, götürdük. Makarna tatlıydı, pek dokunan olmadı. Yemek bitmek üzereydi ve ekmek gelmemişti. Ekmek söylemiştik diye hatırlattık, tatlı tereyağlı ekmeklerimiz geldi : ) Yağsız istiyoruz dedik geri yolladık. Kız gelip öyle olmuyormuş dedi, biz de ne olmuyor ki sadece tereyağı sürmeyeceksiniz, ekmeği kap gel dedik. Sonra başka bir garson kız elinde tereyağlı ekmek dolu sepetle geldi. Araya Pinya girdi, Tayca anlatmaya çalıştı ama yok, bir türlü anlatamıyoruz derdimizi. Nerdeyse doymuştuk ve artık anlatmaktan yorulmuştuk, vazgeçtik bizde. Neden sonra sade ekmeğimiz geldi, ama kimse de yiyecek iştah kalmamıştı. Diğer arkadaşlarımın içecekleri de gelmedi yemek boyunca. Sıra geldi hesabı ödemeye. Türk'ün parayla imtihanı! 3 Türk zebella gibi dikildik kasanın önünde, ben ödeyeceğim, hayır ben ödeyeceğim. Kasiyer, garsonlar anlamsız gözlerle bizi izliyorlar, ne yaptığımıza anlam vermeye çalışıyorlar. Dünyanın neresinde olursa olsun sonuç değişmiyor; Türk her yerde Türk :D
Karınlar doyunca tekrar insan halimize geri döndük, yüzlerde hafif bir gülümseme. Üstüne kahveyi de içince benim enerji yerine geldi. Ne yapalım konusunda ben daha fazla tapınak gezmek, Pinya eve dönmek, beyler de uyarız modunda görüş beyan ettiler. Ayutthaya’ya doğru yola çıktık. Arabada pişmaniyenin teyzesinin tadına baktım, hiç fena değildi. Hatta ilk alındığı, sıcaktan kristalize olmamış haliyle yense süper. Yine de kahveye çok güzel eşlik etti.
Kısa bir giriş nerdeydi sohbetinden sonra kendimizi Ayutthaya yüzen pazarında bulduk.
Bu başkanın yaptığı bilinçli bir seçim miydi bilemiyorum ama iyi ki de oraya girmişiz. Ben 5 sene önceki gezimde Damnoen Saduak’taki yüzen pazara gitmiştim ve hiç sevmemiştim. Çok kalabalık ve fazlasıyla turistikti. Burası daha küçük ama şirin bir yer. Elbette yine turistik ama insanı rahatsız etmiyor.
Sağda solda hayvanlar var, para verip yem alarak besleyebiliyorsunuz. Biberonla beslenen balıklar oldukça ilginçti.
Favorim tropik meyveler satan tezgahlar. Birinin başında durup o neydi bu neydi diye tatmaya başladık.
Ferit’le Türkiye’yle ilgili özlediği şeyleri konuşurken biri bana abi şu an erik yiyorum dediğinde acayip canım çekiyor diye bir sohbet geçmişti. Tattığımız meyveler arasında tadı eriğe çok benzeyen bir tane çıkmaz mı, Allah’tan başka bir şey istesek olacakmış! Ama bu meyvenin tadı çok daha ekşiydi, bir tane yedikten sonra ağız uyuşur gibi oluyor. Meyvelerle beraber sos da veriyorlar batırıp yiyorsun. Soslar tabi ki tatlı. Biz sosu bırak abim tuz var mı tuz dedik. Bir poşete biraz tuz koyup verdi. Bir elimizde şapkanın içine koyduğumuz erik vari (şekli benzemiyor) meyve bir elimizde tuz, mazoşistçe, yüzümüzü ekşite ekşite, tuza batıra batıra yiyoruz, çok iyiydi. Bir de tüylü fasulyeye benzeyen bir meyve vardı, onun tadı da çağlaya çok benziyordu. Ananas, mango onları saymıyorum artık, bizden sayılırlar, her gün yiyorum zaten.
Dolanırken yoldan geçen filleri görüyoruz, gayet normal yanınızdan geçip gidiyorlar. İsterseniz nehirde tekneyle dolaşabiliyorsunuz.
Turistik yer olur da hediyelikçi olmaz mı, her yerde dizi dizi dükkânlar, incik boncuk, tam bir cennet. Onlara baka baka gezmeye başladık. Gezmek dediysem fazla ilerleyemiyoruz tabi, ben her dükkânda ilgimi çeken bir şey buluyorum mutlaka. Kısa süre içinde, sandaletler, terlik, cüzdan, tahta bilezikler derken elim kolum doldu.
Uzun bir gece geçirmişiz, hava çok sıcak, dolaştıkça yorulmuşuz, hava kararmadan Bangkok’a dönmeye karar verdik. Yollar kalabalık, şehre girişte trafik berbat yine. Eve geldiğimizde daha fazla bir şey yapacak enerjimiz kalmadığından dışarı çıkmadık. Ertesi gün Hua Hin’e mi gitsek diye konuştuk.