Roma'yı Nasıl Gezdik, Neler Yaptık?

Tüm planlarını ve organizasyonunu kendimiz düzenlediğimiz 14 günlük tatilimizin ilk 3 gününü Roma'ya ayırmıştık. Kendi rehberliğimizi de kendimiz yapacağımızdan dolayı kapsamlı bir Roma araştırmasına giriştik. Sayısız blog okuduk ve Roma'yla ilgili yapılmış birçok belgesel izledik. İnsanların tecrübeleri, yazdıkları bir-iki ipucu bile bize çok büyük faydalar sağladı. Mutlaka görmemiz gereken yerlerden, ne yeyip içmemiz gerektiğine, nereye nasıl ulaşım sağlarızdan, yapmadan dönmememiz gereken tecrübelere kadar her şeyi blog ve gezi videolarından öğrendik. Gezi blogları ve bu blogları paylaşan gezi siteleri en büyük yardımcımız oldular.

İnsanların seyahat tecrübelerini ve tavsiyelerini iki satırda da olsa paylaşmaları çok güzel bir şey. Çünkü farkında olmadan aynı yere gidecek diğer insanlara müthiş faydalar sağlıyorlar. Ayrıca eğlenceli gezi videoları ve tv programları da aynı derecede etkili. Biz, Çok Gezenti'nin Roma bölümünü kaç kere seyrettik bilmiyorum ama bazı yerlerdeki küçük ipuçlarını Roma'da görünce direkt hatırlamamıza yardımcı oldu.

İnternetten Roma haritası ile görülecek yapıların kısa kısa bilgilerinin çıktılarını alıp, kendi el broşürümüzü hazırladık. Orada gezerken planlı programlı olmak bize çok zaman kazandırdı. Ayrıca yapılara girdiğimizde "bu da neymiş?" diye bakmadık, kısa bilgilerimizi okuyup bir fikir sahibi olduk en azından. Böylece kendi kendimizin rehberi olduk.

İnternette bulduğum aşağıdaki haritayı elimden bırakmadım. Kabataslak olmasına rağmen çok belirgin yapıları işaretlemesi, haritaların o karmaşıklığından kurtarıyor. Ayrıca lafı açılmışken belirtmeliyim ki Google haritalar seyahatimizdeki en büyük yardımcımızdı. Şehir içinde yaya gezerken gitmek istediğiniz yerin tarifini alabilir veya toplu taşıma seçeneğine geçtiğinizde nereye hangi numara otobüs gider, hangi aktarmalarla en kısa mesafeden ulaşabilirsiniz bilgilerini size veriyor. Bir de arabayla uzun yola çıktığımızda gideceğimiz yere yol tarifi aldıktan sonra navigasyonu seçtiğimizde sesli komutlarla yolu tarif ediyor. Bu özelliklerin bize çok faydası dokundu, bu sayede telefon elimiz ayağımız oldu.

İlk olarak görülesi yerlerin rotamıza göre sırasıyla şöyle bir listesini oluşturduk:

  • SANTA MARİA MAGGİORE BAZİLİKASI
  • COLLESİUM: KOLEZYUM
  • CONSTANTİNE TAKI  (Arco di Constantino)
  • FORUM ROMANUM
  • SAN GİOVANNİ İN LATERANO 
  • VİLLA BORGHESE
  • PİAZZA DEL POPOLO (Popola Meydanı)
  • SCALİNATA DELLA TRİNİTÀ DEİ MONTİ: İSPANYOL MERDİVENLERİ
  • TRİNİTA KİLİSESİ
  • FONTANA DELLA BARCACCİA (Çeşme)
  • VİA CONDOTTİ (Alışveriş Caddesi)
  • THE FONTANA Dİ TREVİ: AŞK ÇEŞMESİ
  • PANTHEON 
  • GESU KİLİSESİ
  • PİAZZA VENEZİA (II.Vittorio Emanuele Anıtı)   
  • VATİKAN
  • SAN PİETRO MEYDANI (PİAZZA Dİ SAN PİETRO)
  • SAN PİETRO BAZİLİKASI
  • VATİKAN MÜZELERİ - SİSTİNA ŞAPELİ
  • CASTEL SANT ANGELO: MELEKLER KALESİ
  • PİAZZA CAMPO DEİ FİORİ
  • PİAZZA NAVONA (4 Nehir Çeşmesi)

Roma; sokaklarıyla, yapılarıyla, bahçeleriyle ve en önemlisi insanlarıyla gerçekten harika bir şehir. Tarihi bu kadar eskiye dayanan bir şehrin hiç bozulmadan bu günlere gelebilmesine şaşırdım açıkçası. Çünkü biz de tarih olarak oldukça güçlü bir şehirde yaşıyoruz ama maalesef o dokuyu her geçen gün yitiriyoruz. İlerleyen günlerde İtalya'nın diğer şehirlerini de görünce aslında bunun sadece Roma'ya özgü olmadığını anladım. İtalyanlar şehrin o mistik dokusunu her daim korumayı başarmışlar. İşin sırrı neyse keşke öğrenebilsek...

Galiba burada İtalyanların minimalist yaşam anlayışının etkisi büyük. Yaşam alanlarını oldukça küçük tutup şehrin tarihi dokusuna zarar vermekten kaçınmışlar. Evler ihtiyaç doğrultusunda küçük, ayrıca az eşyaya sahipler. Sadece ihtiyaç duydukları kadarı var. Örnek verecek olursak; evde yaşayan sayısı kadar mutfak malzemelerine sahipler. 4 kişilerse o kadar tabak, kaşık vardı mutfaklarda. Bu bizi şaşırttı doğrusu, hani nerede benim çeyizimden 12 kişilik yemek takımım? Bu anlayışta sokaklardaki dükkanlarda devasa boyutlarda, renkli tabelalar da göremezsiniz asla. Dışarıdan bakınca market olduğunu vitrininden anlayacağınız yerlerden bahsediyorum. Tabelalar ve çatılardaki çanak antenler, yani görüntü kirliliği yapacak her şey yerel yönetimler tarafından yasaklanıyor. Evimizin camından bakınca sanki tarihin birinde zamanı durdurmuşlar da oraya gelmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Başınızı aşağıya eğdiğinizde gördüğünüz yoldan geçen arabalar modern tek şey oluyor.

Ayrıca ilginç bir şekilde sokaklarda arabalardan çok motosiklet görmek de bizi şaşırttı. Hem de çok, bayağı çok motosikletten bahsediyorum. Bayanlar bu furyada daha büyük rol oynuyorlar. Özgüvenlerine hayran olmamak elde değil. Bir cadde düşünün ara sokaktan çıkan motorcuya yol veriliyor. Bu bizim ülkemizde ütopik bir şey. Biz düz yolda azıcık saygıya razıyız aslında. Tabii bu motor önceliği halkı teşvik etmiş ve sayılarını arttırmış. Böylece trafik çok rahat, otopark sorunu yok ve mutlu insanlar...

Her bir köşesi tarih kokan bu sokaklarda ayaklarımız isyan edene kadar yürüdük. Her bir caddeyi sokağı sindirmeye çalıştık ve tabii ki bol bol fotoğraf ve video çektik. Bizi youtube'da gezen kafalar olarak buradan izleyebilirsiniz.

İlk olarak, internete baktığınızda zaten tüm yazılarda çıkan o meşhur Roma Pass kartı var ki 3 gün boyunca tüm toplu taşımaya ücretsiz biniş hakkı sunuyor. Bunun yanında bir de seçeceğiniz iki müzeye sıra beklemeden ücretsiz giriş yapabiliyorsunuz. Değeri de 36 Euro. Burada belirtmeliyim ki müzelerin önünde çok kuyruklar olduğundan bol bol sıra bekleyeceksiniz. Bu sebeple online bileti olan müzelere biletinizi alıp da giderseniz zamandan tasarruf etmiş olursunuz. Ya da bu Roma Pass kartı çok işinizi görür. Fakat biz Termini'ye yakın bir yerde kaldığımız için toplu taşımaya çok ihtiyacımız olmayacağından bu kartı tercih etmedik. Daha çok yürüyerek gezdik ki kesinlikle kendinizde o enerjiyi görüyorsanız yürümelisiniz. Çünkü öyle bir şehirdesiniz ki her sokakta bir tarih ve  güzellik sizi bekliyor ki biz şahsen hiçbirini kaçırmak istemedik.

Pazartesi İstanbul'dan 12.00 uçağıyla ayrılıyoruz. Biraz rötarla 15.30 gibi Roma'ya iniyoruz ama işin güzel tarafı bizden bir saat geride olduklarından günümüz bir saat uzamış oluyor. Havaalanına vardığınızda valizinizi kaptığınız gibi Termini'ye giden otobüslere biletinizi almak için bilet satış ofislerine gidin. Çünkü hava alanındaki en ucuz ulaşım bu otobüs olduğundan ve yarım saatte bir kalktığından hemen doluyor; beklemek zorunda kalacaksınız. Otobüs nereden kalkar bileti nereden alırım diye telaşa lüzum yok çünkü havaalanının içindeki BUS tabelalarını takip etmeniz yeterli olacaktır, sizi duraklara yönlendirirler. Biletler ise tek gidiş 5,90 gidiş-dönüş 7,90 Euro. Bir de Termini'ye giden tren ve metro seçeneklerimiz de var fakat bunlar otobüsten daha pahalı olduğundan biz otobüsü tercih ettik. (tren 7 Euro, metro 15 Euro.)

Ağafendi airbnb'den kiraladığımız evi harita üzerinde işaretlediğinden, hatta haritaların streetwiev görüntülerinden evin etrafını giriş çıkışını baya bir incelediğinden evi iyi tanıyor, Termini'den sonra da nasıl gideceğimizi aşağı yukarı biliyordu. Ama eğer yardıma ihtiyaç duyarsanız Termini'de servis otobüsünün indirdiği yerde bulunan danışmadan yardım isteyebilirsiniz. Bir şeyler sormaktan çekinmemeliyiz; çünkü herkes bize yardımcı olmaya çalışıyor zaten.

Evimizi bulduk, girdik derken saat 17.00'yi buldu. Ev sahibimiz Giovanni karşılıyor bizi. Evi beklentilerimizin üzerinde oluyor ve ilk 3 gün için bizi çok güzel misafir ediyor kendisi. Roma'da evler küçük ve yukarıda da belittiğim gibi şehrin dokusuna zarar vermeden minimalist yaşıyorlar. İşlerine yarayan ve ihtiyaçlarını karşılayacak kadar eşyaları var. Apartmanların içi eski olmasına karşın ihtiyaçlar doğrultusunda her şey yapılmış. Mesela tüm binalarda, merdivenlerde bulunan engelli asansörü yapılmış, normal asansörler de manuel de olsa koruma kapıları var; güvenlik her daim sağlanmış. Eve eşyaları bırakıp kendimize birer sandviç hazırladıktan sonra attık kendimizi sokaklara.

Sandviç konusunu daha da açacak olursak; biz yanımıza uzun süreli dayanabilecek bazı yiyecekler aldık. Çünkü gün boyu gezerken enerjiye ihtiyacımız olacak ve maalesef Euro-TL hesabıyla oldukça pahalıya gelen aperitifler bütçemizi aşabilir diye düşünerek tedarikli gittik. Sandviçimizin içine koyabileceğimiz uzun süre dayanacak ve bize enerji verecek şeyleri düşündük. Paketli kavurma ve çemeni alınmış pastırma ile kaşar peyniri aldık. Bunları ekmek arası yiyebiliriz diye düşündük. Fakat benim ne kavurmayla ne de pastırmayla çok aram olmadığı için aç-bitir salamlardan birkaç paket aldım. Ayrıca bol bol kuruyemiş, bardak çorba, makarneks, sallama çay ve nescafe de aldık. Bunlar bizim tatil boyunca kurtarıcılarımız oldu. Uzun süre dayanmaları için ağzı kilitli poşetlere birer porsiyon koyup içinin havasını boşalttık. Bizde ısı yalıtımlı çantalardan var, bunun içine paketleri yerleştirdik ve mavi plastik buz kalıplarından dondurup içine koyduk. Böylece yiyeceklerimiz daha uzun ömürlü oldular. Ama bir dahaki gezim için daha fazla yiyecek götürme niyetindeyim. Bu saydıklarım yükte hafif şeyler oldukları için bagajda bir şey tutmadı. Bu sebeple kahvaltılık şeyler de götürülebilir diye düşünüyorum. Zeytin, peynir bizim en çok para harcadığımız şeyler oldular. İnsan Türk kahvaltısının özlemini çekiyor tabii. Kruvasanla kahve nereye kadar ama değil mi? O sebeple burada yüzüne bakmadığım zeytinler, orada küçük bir paketine 5-6 Euro verdiğim en değerli besinlere dönüşüverdiler. Aslında buradan nir kilo alıp gitseydim gayet de olabilirdi. Bunun gibi aklıma gelenleri doldurmayı düşünüyorum bir dahakine. Akacak, dökülecek, kokarı olmayan şeyleri alabilirsek orada çok ihtiyacımız oluyor. Sebze ve meyve fiyatları ise İstanbul'dan çok farklı değil. Küçük domatesler ve günlük atıştırıp enerjimizi arttıran meyveler, marketten hep aldıklarımız arasındaydı.Hazırlık videomuzu buradan izleyebilirsiniz.

Roma'da metro ağı diğer Avrupa şehirlerindeki gibi çok gelişmiş sayılmaz. Ama çok sayıda tren (büyük tren ve nostaljik küçük trenler) ve tramvay bulunuyor. O kadar çok tramvay ağı var ki her yere bunlarla ulaşabilirsiniz. 1,5 Euro'ya aldığınız biletleri hepsinde kullanabilirsiniz ve bu biletle 100 dakika içinde birkaç aktarma yapabilirsiniz. Şimdi size "İtalya'da nasıl bedava gezilir?"in sırrını veriyim mi? :) Yukarıdaki fotoğrafta durakta herhangi bir turnike görmüyorsunuz değil mi? Tramvaya binip oturuyorsunuz bakan yok, otobüsler de bu mantıkta arka kapılardan falan herkes biniyor. Biz ilk aldığımızda biletimizi nereye basacağımızı çözmeye çalıştık. Tren ve otobüslerde makineler bulunuyor fakat bir çoğu çalışmıyor, çalışanlara da basan yok. Biz bir iki bastık ama pek basan görmeyince bir şüphelendik tabii. "Ortamın alığı biz miyiz?" dedik, "Niye basmıyorlar acaba?" dedik. Böyle konuşup durumu anlamaya çalışırken bir kız geldi yanımıza, Türk'müş :) Biraz muhabbet ettikten sonra "basmasanız da olur fakat bazen görevliler dolanır onlara yakalanmayın" dedi. Çünkü bunun cezası da varmış ki 100 Euro imiş. Ama biz sonra bindiğimiz birkaç taşıta ücret vermedik. Tabii metro ve büyük tren ağları hariç. Daha kısa hatlar için çok fazla denetim yapmıyorlar. Araca binip oturuyorsunuz ki zaten yolcular da dahil kimsenin sizinle ilgilendiği yok. Bu tüm İtalya şehirleri için geçerli bi durum, haberiniz olsun.

Termini'ye en yakın olan Santa Maria Maggiore Bazilikası'ndan başlıyoruz gezmeye. Burası Papa'nın rüyasında Meryem'i görmesi ve ondan bir kilise istemesi üzerine yaptırılmış, tonlarca altın kullanılmış bir yapıdır.

Buradan sonra yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüşle Collesium'a varıyoruz. Gün batımında alacakaranlık bir havada ışıklandırmalarıyla gerçekten büyüleyici bir görüntüsü vardı. Dünyanın 7 harikası arasında olan bu yapı hepimizin bildiği gibi gladyatör mücadeleleri için kullanılıyordu. İnsanların ölesiye dövüştürüldüğü bu gösterileri zengin, fakir, genç, yaşlı herkesin vahşice zevk alarak izlemesi bizim tüylerimizi diken diken etti. (15,5 Euro)

Hemen yanında imparator Constantin'in zaferlerini ve başarısını taçlandırmak için yapılmış olan Constantine Takı bulunuyor. Ayrıca Roma Forumu da bu alanda yer almaktadır. Dünyanın en büyük arkeolojik alanlarından biri burasıdır ve yıkıntı gibi duran bu alan tarihin ciddi tanıklarındandır. (Giriş: 12 Euro)

Collesium'un önündeki tarihi taşlara oturup sandviçlerimizi hüplettikten sonra evimize dönüyoruz.

2. GÜN
Yine Termini'ye geliyoruz ve buraya yürüyerek 10 dakika mesafedeki San Giovanni in Laterano Meydanı ve Bazilikası'nı geziyoruz. Sonra Ağafendi'nin haritada işaretlemiş olduğu Villa Borghese bahçelerine gidip gitmemekte kararsız kalıyoruz. Haritasında işaretlediği bu yere gitmekte ısrar eden Ağafendi'nin peşinde kendimizi metroda buluyoruz. Spagna istasyonunda inip biraz yürümeyle bahçelere geliyoruz. Burası şehrin içinde bir vaha adeta. 1700 dönümlük bir alan içinde parklar, hayvanat bahçeleri, heykeller, korular, muhteşem şehir manzaralı teraslarıyla bizim gibi turistlerin ilgisini çekmeyi başarmış. Biz çok zamanımız olmadığı için yürüyerek gezemedik burayı. Bizim sahillerde de görebileceğimiz gezi trenlerinden gördük burada da, hemen atladık vagonlardan birine. Bahçelerin hemen her yerini gezdirdi bize.(3 Euro)

Bir de tamamen tesadüfen fotoğraf çekilmek için mola verdiğimiz bir terasta İtalyan şöför abimiz bizi beklemeden gitmesin mi? Neredeyiz, nasıl gidiceğiz derken zaten gideceğimiz Popola Meydanı'nın manzarasına bir yamaçtan baktığımızı fark ettik.

Bu meydanda üç tane kilise ve çok güzel bir çeşme görüyoruz ama karnımız aç olduğundan önceliği pizzacılara veriyoruz :) İtalya'da pizzaları gramla alıyorsunuz. 100 gramı 1,50 ile 2,50 Euro arası değişiyor. Tabi bu bahsettiklerim al git pizzacılar. Mekanda oturduğunuz zaman fiyatlar hemen değişiyor. Açıkçası biz bu seyahatimizde gezmeye odaklandığımız için yeme-içme konusuna çok vakit harcayamadık. Genellikle öğünleri ayaküstü aperitiflerle geçiştirdik. Pizza konusuna dönecek olursak da ilk seferinde acemiliğimize geldi ve değişik çeşitleri deneme gafletinde bulunduk; tabii neli olduğunu bile bilemediğimiz bu pizzaları yiyemedik. Sonrasında genellikle domates soslu kaşarlı pizzaları tercih ettik ki hem her daim lezzetli hem de çok risk almadığımız bir tercih oldu :)

Enerjimizi tekrar topladıktan sonra Popola'daki kilise ve çeşmeleri geziyoruz. Buradan da İspanyol Merdivenleri'ne yürüyerek gidiyoruz yine. Bu yolda Via Condotti Caddesi'ni keşfediyoruz. Genellikle birçok marka ve mağaza bu caddede yer alıyor. Bu caddenin İspanyol Merdivenleri'yle kesiştiği noktada kayık şeklinde bir forma sahip olan Fontana della Barcaccia çeşmesini görüyoruz. Etrafı müthiş kalabalık, herkes havuzun etrafına sıralanmış oturuyor. Sonra sebebini anlıyoruz ki merdivenler restorasyonda ve bizim gibi bilmeden gelenler merdivenlerde oturamayınca ne yapsın havuzun başına sıralanmışlar, burada oturuyorlar. Merdivenlerin kenarından yukarı çıkabilmek için bıraktıkları alandan, Trinita Kilisesi'ne çıkıyoruz. Roma'nın manzarasına bir de buradan bakıyoruz.

Artık sırada Aşk Çeşmesi var. Yine arşınlıyoruz yolları mağazalara baka baka varıyoruz çeşmeye. Aman Allahım o ne kalabalıktır. Her milletten insanı yığmışlar sanki. Televizyonlardan algıladığım sanki devasa bir meydanda gibiydi bu çeşme; "yanlış mı geldik acaba?" diyoruz :)

Herkesin ısrarla tavsiye ettiği o meşhur dondurmacıdan birer külah dondurmamızı alıp kalabalıkta kendimize yer bulup oturuyoruz. Roma dondurması gerçekten çok güzel 6 Euro'ya onlarca çeşit arasından üç top seçiyorsunuz. Fakat benim gibi bademcikleriniz biraz nanemollaysa yarım porsiyon almanızı öneririm çünkü gerçekten çok büyük bir dondurma. Ayrıca dikkatimi çeken bir konu Algida'nın dondurma dolaplarında bizde olmayan, tıpkı bu Roma dondurması gibi Cornetto'nun XL çeşidi de vardı. İtalyanlar tam  bir dondurma canavarı galiba :) Ama ne olduysa o dondurmayı yedikten sonra oldu ve tatilimin büyük bir kısmını hasta geçirdim. Boğazlar şişti ve solunum yolum enfeksiyon kaptı, maalesef bir haftada zor atlattım. O yüzden o güzel dondurmayı pek de tavsiye edemeyeceğim yani, en azından havalar tam ısınmadan...

Aşk Çeşmesi'nde dileklerimizi dileyip havuza paraları salladık. Bu arada 5 ve 10 kuruşluklarınızı ülkemizden hazırlayıp giderseniz orada havuza Euroları atmak zorunda kalmazsınız. Biz öyle yaptık en azından. Burada baya dinlenme fırsatı bulduk ve gezdiğimiz yerlerin notlarını aldık. Böyle çok tempolu gezilerimde not defterimi çantama atıyorum ki gördüğüm yerlerin notlarını alıyorum. Sonrasında hepsi birbirine girmemiş oluyor.

Sırada Pantheon vardı. Burası dünyanın en iyi korunmuş eserleri arasındadır. Tam bir mühendislik harikası kubbeyesi gökkubbeyi simgeliyor ve döneminde altın kaplı olduğu düşünülüyormuş. Bir de mihrabın solundaki şapelde rönesans ustası Rafaello'nun lahidi yer alıyor. Yapının önünde bulunan havuzun basamaklarına oturup bir kafeden istediğimiz sıcak sulara hazır çorbalarımızı yapıp yorgunluk atıyoruz yine. Yanımızdan termos bardaklarımızı ayırmadık. Çünkü her daim lazım oldular. Yeri geldi sıcak suya çorba, çay, nescafe yaptık yeri geldi marketten aldığımız koca meyvasularını paylaştık bu bardaklara.

Piazza Venezia'ya doğru giderken Gesu Kilisesi karşımıza çıkıyor. Okul yıllarından ismini hatırladığım bu kiliseye giriyoruz hemen ve dini törene denk geliyoruz. Merak edip oturuyoruz ve töreni izliyoruz. Piyanolar eşliğinde ilahi okuyor, buhurdandan dumanlar tüterken kutsal suyla kutsanıyorlar. Tören bitince kilisenin önüne çıktık hep beraber ve bu suyla kapının önündeki arabaları kutsadılar, kimisi bisikletinin kaskını, kimisi yeni aldığı cep telefonunu uzattı pedere, o da kutsal sudan serpti hepsine. Bize çok ilginç geldi ve birkaç kişiye ne yaptıklarını sorduk ama çok İngilizce konuşamadıkları için biz de anlayamadık maalesef.

Günümüzün son durağı da Piazza Venezia'ydı. Yine müthiş ihtişamlı bir meydan karşımızdaydı. II. Vittorio Emanuela Abidesi de buradaydı. 70 metre yüksekliğindeki ve 135 metre genişliğindeki bu anıt, Birleşmiş İtalya Krallığı'nın ilk kralı II. Vittorio Emanuele'yi onurlandırmak için yaptırılmış, eğer isterseniz 7 Euro'ya asansörle yukarı çıkılıyormuş.

Telefondaki adım sayarın dediğine göre 30 bin civarı adım attığımız bu günü böyle noktalıyor, ertesi güne enerji depolamak için eve gidip dinleniyoruz.

3. GÜN
Bugün Vatikan günüydü. Sabahın ilk ışıklarıyla düştük yollara ama hava resmen soğuk diyebilirim. Sabahın ayazıyla rüzgar birleşmiş, soğuk iliklerimize işledi. Zaten bir gün önce dondurma yüzünden boğazım şişmişti, bir de o rüzgarı yeyince daha fena oldum. Biz İtalya'ya geliyoruz, sıcağa geliyoruz diye şortları, tişörtleri doldurduk tabii ama bu serin havalara pek hazırlıklı değildik açıkçası. Siz siz olun tedbiri elden bırakmayın, kot ve sweatleri yanınızdan eksik etmeyin. Çünkü bahardayız ve havanın sağı solu belli olmuyor. Bu da benim tatildeki en büyük hatam oldu. Neyse sonra bi Decathlon gördük ve hemen daldık içeri birkaç şey aldık. Kapitalizm etrafımızı zehirli bi sarmaşık gibi sarmış: Bambaşka bir memlekette iş alışverişe geldi mi asla yabancılık çekmiyorsunuz, her şey bildiğiniz gibi işte, yeter ki siz para harcayın. Fiyat olarak ise İstanbul'dakiyle aynı olan tek yer burasıydı.

Vatikan'a gitmek için önce terminiye gidip oradan metroya bindik. Aman allahım o ne kalabalık, bizim metrobüsler halt etmiş. Biz her gün Beylikdüzü'ne metrobüsle gidip geldiğimiz için alışkınız tabii ama diğer milletlerden bazı turistler gördük ki etrafa korku dolu gözlerle bakıyorlardı. Ama suç bizde tabii; tam iş ve okul saatlerine denk gelmişiz. Millet işe gidiyor, biz gezmeye. Ottaviano durağında indik ve 10 dakikalık yürüyüşten sonra ulaştık Vatikan'a.

Ülke sınırlarına güvenlik gereği x-ray cihazlarından geçerek giriyorsunuz. Geçiş yaptıktan sonra kendinizi San Pietro Meydanı'nda buluyorsunuz. Burası Bernini tarafından tasarlanmış olup etrafı sütunlarla ve heykellerle çevrili, elips şeklinde oldukça büyük ve ihtişamlı bir meydandır. Bernini'yi İstanbul'a davet edilip Fatih Sultan Mehmet'in gül koklayan portresini yapan ressam olarak tanırız.

Şans o ki bir törene denk geliyoruz ve Papa Francis'in halkı selamlamasını görüyoruz. Meydan aşırı kalabalık dünyanın çeşitli yerlerinden gelen insanlar papalarını görmek için bekliyorlardı. Mikrofonlu biri, gelen cemaatleri tanıtıyordu. Bu kalabalıkta bazilikaya girmek imkansızdı ve biz de onu sonraya bırakıyoruz. Üstü açık bir araçla meydanda kalabalığın arasında dolaşan papaya şöyle bi el sallıyoruz ve müzeleri gezmek için meydandan ayrılıyoruz.

Fakat müzeler ayrı bir yerde. Kapılardan geri çıkıp surları takip ederek yaklaşık 15 dakikalık yürüyüşten sonra müzelere varıyorsunuz. Seyahatimiz öncesinde internetten Vatikan Müzeleri için biletimizi almıştık. İyi ki de öyle yapmışız çünkü sırayı görseniz almadığınıza kahrolurdunuz. Neredeyse 500-600 metrelik bir kuyruk beklemek zorunda kalabilirsiniz. Oysa internetten alınca direkt içeri giriyorsunuz. Biletin internet satış fiyatı 20 Euro.

Biz online bilet girişinden direkt geçiş yaptık. Girişte gezi haritası alıyorsunuz ki gerçekten içerisi biraz karışık olduğundan bu haritaya ihtiyaç duyuluyor. Vatikan'ın sahip olduğu çok değerli sanat eserlerinin sergilendiği bu müze dünyanın en büyük müzelerindendir. Eski Mısır'dan Yunan ve Roma İmparatorluğu'na kadar çeşitli heykel, resim ve binimum sanat eserinin yanı sıra Rönesans'tan modern çağa birçok sanatçının orjinal tablo ve heykellerini de görme şansımız oldu. Benim için güzel bir deneyimdi. Tüm bu galerileri gezdikten sonra Sistina Şapeli'ne geliyoruz ve büyük bir merakla beklediğim bu alanı büyülenmiş gözlerle inceliyorum. Şapelin duvarlarında ünlü Rönesans ressamlarının resimleri yer almakta. Tavanında ise Michalengelo tarafından yapılan Ademin Yaradılışı ve Kıyamet Günü sahnelerinin freskleri yer alıyor.

Müze gezimizin daha onuncu dakikasında sıkılan Ağafendi'yi bir kenara oturtup geziye devam ediyorum ki Sistina Şapeli'ni gördükten sonra seni almaya gelirim diyorum. Ama tabii müzenin gezi süresi en hızlı gezildiği taktirde bile yaklaşık 45-50 dakikanızı alıyor. Benden ümidi kesen Ağafendi beni aramaya çıkıyor, tabii ben geri döndüğümde yerinde yeller esiyor. İşte bende panik orada başlıyor. Zaten tüm gezi boyunca, bitmeyen galerilerde, bu panik yavaş yavaş başlamıştı. Yerinde bulamayınca da "Eyvahlar ben şimdi napacağım? Nasıl bulacağım?" diye panikliyorum. Cep telefonum yurt dışına açık olmadığı için arayamıyorum da. Bir umut çıkışa gidiyorum, belki orada bekliyordur diye ama orada da yok. Çıkışta gördüğüm danışmaya dalıyorum hemen. Durumumu anlatıyorum ve telefonla aramak istediğimi söylüyorum. Sağ olsunlar çok yardımcı oluyorlar ve arıyoruz kocacığımı. Neyse ki burada buluşuyoruz ama bendeki o panik durumunu bir süre atlatamıyorum.

Müzeleri bitirince meydandaki kalabalık dağılmıştır umuduyla San Pietro Meydanı'na geri dönüyoruz. Fakat o da ne! Bütün o kalabalığa kalabalık eklenmiş ve hepsi bazilikaya girmek için yığılmış bekliyorlar. Buraya kadar gelmişken bazilikanın içini görmeden gitmek hiç içime sinmiyor ama maalesef o kadar bekleyecek vaktimiz olmadığından dönmeye karar veriyoruz. O sırada son bir umutla kapılara tekrar bakarken meydanın orta kısmında ayrı bir bölümden alınan grupları fark ediyoruz. Acaba bu grupların olayı nedir diye gidip biraz gözlemliyoruz ki bunların cemaat grupları olduğunu anlıyoruz. Artık çaresizlikten midir, yine bir hinlik geliyor aklımıza; biraz aşağıda bu gruplardan birinin arasına karışıyoruz. Kapıya kadar geliyoruz, heyecan dorukta tabii. Neyse ki kimse bizi grubun arasında fark etmiyor. Kendi kendilerine bir şeyler mırıldanan insanlara uyuyoruz biz de dua eder gibi yapıyoruz ve işte içerideyiz. Katolik inancının merkezi olan bu devasa yapıya girmek bizim için böyle maceralı oluyor. Aslında Vatikan komple olaylı bir yer oluyor bizim için. Papa'yla başladığımız günümüzde yaban ellerde kaybolup kavuştuktan sonra bir de Hristiyan cemaatinin bir üyesi olmadığımız kalmıştı; onu da oluyoruz. Hristiyanların merkezi bu ülkeyi alt üst ediyoruz adeta. Zaten bazilikaya girişimiz o kadar heyecanlı oluyor ki içeri girince yapının devasa yapısı ve içerideki o insan kalabalığı bizi o kadar heyecanlandıramıyor.

Bazilikadan çıkarken Vatikan'ı koruyan İsviçreli muhafızları görüyoruz. Oldukça ilginç üniformalarını Michalengelo'nun tasarladığı söylenir. Sarı, mavi ve kırmızı renklerinde değişik modelli bu formanın içinde kıpırdamadan duruyorlar. İnsan gözlerini ayıramıyor; böyle bir kostüm nasıl askeri üniforma olarak görülebilir. Tamamen kendi düşüncem ama benim aklıma sanatçının kiliseyle ve askeri düzenle dalga geçmiş olabileceği geliyor. Yoksa tiyatro sahnesinden fırlamış gibi bu adamların koca Vatikan'ı ve Papa'yı koruduğuna kim inanır değil mi ama? O kıyafetlerle çok tatlı değiller mi? :)

Vatikan sınırlarından ayrılıp Melekler Kalesi'ne doğru kısa bi yürüyüş yapıyoruz. İsmini en tepesinde bulunan melek figüründen alan kalenin Ortaçağ'da zindan olarak kullanılan kısımları bulunur ve ayrıca da Vatikan'a gizli tünellerle bağlı olduğu söylenmektedir. Fatih Sultan Mehmet'in oğlu Cem Sultan batıda sürgün geçirdiği günlerinin bir kısmını burada geçirmiş. (Giriş 14,50 Euro)

Melekler ve Şeytanlar filminden hatırladığımız kalenin önündeki Melekler Köprüsü'nden geçerken altımızdan akan Tiber Nehri'ne bakıyoruz ve burada da nehir kenarındaki dar yolda James Bond filminden bir sahne geliyor aklımıza. Hani arabalarla hızlı bir kovalamaca sahnesinde nehre uçması ve o kırmızı arabasının sulara gömülmesi vardı ya... İşte o burada çekilmiş onu fark ediyoruz.

Yine o Roma'nın harika sokaklarında adımlayarak Piazza Navona'ya gidiyoruz. Roma'da son zamanlarımızı geçirdiğimiz için daha değerli oluyor bu yürüyüşler. Her şeye daha bir dikkatli ve meraklı bakıyor insan, yorulmuyor bir de.

Geliyoruz Navona'ya. Artık bu ayrılık vaktinin yaklaşmasından mıdır, daha mı romantik oluyor insan bilemiyorum ama bu meydan mest ediyor bizi. Bir yanda müzisyenler doğal bir fon müziği oluştururken, kendince gösteriler yapanlar da eğlenceli bir hava katıyorlardı ortama. Elips şeklindeki bu alanın etrafı kafe ve restoranlarla çevrili, ortada 4 Nehir Çeşmesi yer alıyor. Meydandaki kafelerden birine oturduk tiramisu ve panna cotta yedik. İtalya'ya gelmişken kelime anlamı "beni neşelendir" olan tiramisuyu yemeden gitmek olmazdı değil mi ama? Bayağı neşelendik artık tiramisudan mı yoksa Navona'nın eğlenceli ortamından mı bilemiyorum :)

Bu arkadaş da heralde dünyaca meşhur olmuştur. Roma'ya gidip de görmeyen, görüp de resmini çekmeyen, çekip de bir de benim gibi paylaşmayan kalmadı :)

Son olarak bir İtalyan pazarı görelim ve Campo de Fiori'ye gidelim dedik; fakat henüz saat 17.00 olmasına rağmen maalesef pazar toplanmış. Anlıyoruz ki buralarda pazar öğleden sonra bitiyor. Planlarımızda akşam yemek için pazardan bir şeyler almak vardı ama kısmet olmadı işte.

Artık yavaş yavaş eve dönüyoruz eşyalarımızı toparlayıp sabah erkenden yola çıkmamız gerekiyor.
Dolu dolu gezdiğimiz Roma, anılarımızda harika bir yer ediyor. Tekrar gelebilmek umuduyla ayrılıyoruz Roma'dan...

Eğlenceli seyahat videomuzu buradan izleyebilirsiniz

Ayşenur&Ağafendi