Aladağlar'ın en yüksek zirvesine çıktık. Çıktık mı? Belki çıktık belki çıkmadık, şimdi mevzu o değil de gerçekten tüm sınırlarımızı zorladığımız, kendimizi keşfettiğimiz kah gülüp kah ağladığımız mükemmel bir deneyim oldu bizim için.
Geziye ait videolarımızı izlemek isterseniz:https://www.youtube.com/watch?v=LRYrItaQStA&t=850shttps://www.youtube.com/watch?v=ZmEBFCTGIUU&t=5s
Nasıl gidilir?
Bölgeye ulaşmak için 3 seçenek mevcut: tren, otobüs ve uçak. Şöyle ki, Ankara-Adana trenine biniyorsunuz Pozantı durağında iniyorsunuz. Pozantı'dan 2 saatte bir Çamardı dolmuşları kalkıyor. Otobüsle ise; Niğde'de inip eski otogara gidiyor, oradan Çamardı dolmuşlarına biniyorsunuz. Son seçeneğimiz uçakla ise en yakın hava alanı olan Adana'da inip otogara geçiyorsunuz ve yine Çamardı dolmuşlarına biniyorsunuz. Her şekilde de Çamardı'ya ulaşıyoruz ve buradan sonra bizim yaptığımız gibi bölgedeki turizmci abilerle iletişime geçebilirsiniz. Yok ben kendim giderim diyorsanız yürüyüş yolu sizin için burada başlıyor.
Nasıl alışveriş yaptık?
Bizim, sık sık kamp yapan bir çift olarak, çadır ve uyku tulumumuz hali hazırda vardı fakat bölgenin soğuk ve yağışlı olma ihtimaline karşı ekipmanlarımızın dayanıklılığını ve kalitesini artırdık. Aslında bir süredir bunları yenilemek aklımızdaydı. Son yaptığımız Kapadokya kampında sağanak yağmura yakalanınca yağmur ve rüzgara dayanıklı çadır edindik kendimize, bir de soğuklarda kullanmak için -5 uyku tulumları aldık. Yürüyüşümüzde çok faydasını gördüğümüz ucuz batonlardan aldık. Yola çıkmadan bir gün önce Çamardı'ndaki bir marketten yiyeceklerimizi aldık. Enerji verecek kuru yemişler, çikolatalı abur cuburlar, şekerli içecekler, akşam yemek için makarna ile hazır çorba, kahvaltı için yumurta, peynir, sosis falan aldık. Hazırlıklarımız bunlardı.
Ekipmanlarımız:
- Yağmura dayanıklı çadır
- -5 derece uyku tulumu
- Mat
- Şişme yatak
- Yürüyüş batonu
- Trekking ayakkabısı ve uygun giysiler
- Yağmurluk
- Şapka
- Su termosları
- Kamp tüpü ve kamp tencere-tabakları
- Çakmak, kamp bıçağı
- Kamp lambası ve kafa lambası
- Video ve fotoğraf için ekipmanlar
Karı koca; 3.500 metre yükseklikte ve yaklaşık 30 kilometre çapında bir alan içinde yapayalnızdık. Amatör ruhumuz sağ olsun, bir gözü karalıkla koyulduk yola. Aslında uzun zamandır aklımızda olan bir şeydi. Memleket Aladağlar'ın eteklerindeki Çamardı olunca hep gözünüzün önündeki bu ihtişamlı dağları daha yakından tanımak istiyorsunuz. Tabii burada yaşamadığımız için kısa süreli tatillerimizde bir türlü fırsat bulamıyorduk. Ama bu sefer tüm planlarımızı bunun üstüne yaptık. Yaklaşık 6 aydır düzenli spor yaparak kondüsyonumuzu yüksek tuttuk ve ekipmanlarımızı da ayarladık. Hem fiziksel olarak hem de malzemelerimizle Aladağlar'a hazırdık artık.
Öncelikle daha önceden hiçbir şekilde bu uzunlukta bir rotada yürüyerek tırmanış yapmadığımızı belirmeliyim. Bizim bünyemiz bu yükseklikte ne tepki verecek bunu da yaşayarak görecektik. Rotamızın başladığı yer zaten 1.700 rakımdaydı ve biz yolumuzu 3.400 rakımda tamamladık. Çamardı'ndan ilk kamp alanının olduğu Sokulu Pınar'a araçla geçtik ki, bu da ayrı bir macera oldu birazdan anlatırım. Sokulu Pınar'dan atımıza eşyalarımızı yükleyip yürüyüşe başladık. Karayalak Vadisi'ni yaklaşık 6 saat boyunca yürüdük, zaten önemli olan yol burasıydı. Çelikbuydan Boğazı'nı aştığımızda solumuzda Emler Zirvesi, sağımızda Kızılkayalar, önümüzde ise Yedigöller Platosu uzanıyordu. İşte rotamız bu şekildeydi. Aşağıdaki sarı çizgi bizim rotamızdı.
Bu bölgede yerli ve yabancı turistlere tur düzenleyen birkaç turizmci var. Çok önem verilmemiş ama aslında çok değerli olan bir rota. Her yerde olduğu gibi yabancılar buranın kıymetini bizden daha çok biliyorlar. Her yıl birçok yabancı turist trekking için buraya geliyor. Tabii son dönemlerde yaşanan turizmdeki kriz maalesef bu bölgeyi de vurmuş. Kısır bir yıl geçirmişler ve zaten birkaç tane olan tesisler çok zor duruma düşmüşler. Rotada yer alan kamp alanlarına bakamamışlar ve zaten az olan imkanlar hiç olmuş. Bu tesislerden Taurus Guest House 'un sahibi Ahmet Abi'nin bize çok yardımı dokundu.
Şimdi en başından neler yaptığımızı anlatmaya başlayalım. Sabah erkenden kalkıp, tüm eşyalarımızı 1 büyük (80 lt) 1 de orta boy (45 lt) olan sırt çantalarımıza yerleştirip çıktık yola. Ahmet Abi'nin yerine gittik ve bir araçla bu dağlara kendi haline bırakılmış olan yılkı atlardan birini bizim eşyalarımızı taşıması için almaya gittik. Atlar sürü halinde başıboş geziyorlar dağlarda. Bizim Ahmet Abi'yi tanıyorlar tabi. Bizim geldiğimizi görünce uzaklardan bize doğru gelmeye başladılar. En hızlısı ve akıllısı hangisiyse ilk o geldi tabi. Onu nasıl aldınız derseniz bir taşın üstüne bir avuç tuz döküyorlar. Bu tuzun nesini sevdiklerini pek anlamadım ama uzaklardan öyle hevesli geldi ki, bir de şapur şupur yalıyor. Sen artık bizimsin sevimli arkadaşım, diye tanışıp adını da Düldül koyduk.
Aldık Düldül'ümüzü ilk kamp alanına geçtik. Eşyalarımızı ata güzelce yükleyip bağladık. Bu yerleştirme işi çok önemli. Yolda giderken semerden kayıp düşerse at ürkebilir. Zaten at her şeyden ürkebilir. Yılandan, böcekten, aşırı yüksek sesten, arkasından sinsice yaklaşmanızdan bile ürkebilir. Atın ipini ne olursa olsun bırakmıyoruz. At ürküp paniklerse kaçar ve dağın başında eşyalarımız olmadan kalırsak sonumuz hiç iyi olmaz. Bu sebeple ata hakim olmak son derece önemli. Zaten öyle hisli hayvan ki bir günde arkadaş olduk. Eşyalarımızı taşıyor diye mahçubuz zaten hayvana, bir de bize öyle uysal yaklaşıyor ki. Resmen bize can yoldaşı, dost oldu. Yolu çok iyi biliyor ve bizim rotadan sapmamıza engel oldu. Belli yerlerden su içiyor, öyle her yerin suyunu sevmiyor. Atla Ağafendi hep önden gittiler ben genelde arkalarından yürüdüm. Eğer biraz fazla geride kalıp gözden kaybolursam at bunu fark ediyor ve durup beni bekliyordu. Ne iyi bir arkadaştı, özledim Düldül'ü...
Saat 12.30 civarı rotamıza başlayabildik. Buraya gelirken arabanın lastiğinin patlayıp tekerleği değiştirmeye çalışmalarımızdan ve aksilikler devam edince lastikçi çağırıp onu beklememizden ve boşuna kaybettiğimiz o zamanlardan uzun uzun bahsedip sizi sıkmayacağım. Ama rotaya geç başlamamıza sebep oldular maalesef.
Eşyalar ve Düldül tamam, batonları aldık elimize başladık yürümeye. Yolların durumundan bahsedecek olursak; her yerde bol bol çarşak dedikleri keskin taşlardan var. Bunlar uzun süre kar altında kalan kayaların yaz sıcağına maruz kalmasıyla; ısı farkının çok olmasından kaynaklı kırılmasıyla oluşmuşlar. Ayakkabılar burada devreye giriyor işte. Taşlar yığıntı gibi çok olduğundan yürürken ayaklar kayıyor ve taşlar ayakları mahvediyor. Sert ve sağlam ayakkabı ayaklarınızı koruduğu gibi, hemen de parçalanmaz.
Bir çok yerde ne telefon çekiyor ne de internet. Telefonumuza yüklediğimiz Tunç Fındık'ın haritası ve wikiloc programıyla internetimiz olmasa da rotamızı takip edebildik. Her 15 dakikada bir hevesle telefona bakıyoruz, ne kadar gitmişiz diye takip ediyoruz. Bu sefer kesin çok tırmandık dediğimizde bir bakıyoruz ki ancak 100 metre çıkabilmişiz. Temmuzun sıcağında güneş tepemizde bir yandan yakıyor, bir yanda da yolumuza hala erimemiş karlar çıkıyor. Gölgede soğuk vuruyor. Tam bir karasal iklim. Yollar gerçekten zorlu ve müthiş yorucu. Biz yoruldukça Düldül gidiyor onda maşallah tık yok.
Akşam 6 civarında yolumuz baya az kalmıştı. Aşmamız gereken bir tepe kalmıştı yaklaşık 250 metreyi 2 kilometrede tırmanacaktık. Ama ben ayaklarımı hissetmiyorum tabi. 6 saatten fazladır yürüyoruz ve yaklaşık 1.400 metre tırmandık. Çoğu gitti azı kaldı diyerek kendimizi motive ederek devam ettik yola. Yeri gelmişken belirtmeliyim ki motivasyon gerçekten çok önemli. Yürüyüş esnasında her şeye karşı olumlayıcı ve pozitif yaklaşmak gerekiyor. Çünkü birbirinize söylediğiniz her negatif kelime diğerinin de moral ve performans olarak düşmesine sebep oluyor. Ben yorgunluğun verdiği huysuzlukla Ağafendi'ye çatıyorum tabii. Mesela ertesi gün sabah Emler Zirvesi'ne çıkmak istediğinde benim yapamayacağımı söylediğimde onun da morali bozuldu ve hevesi kaçtı. Zirveyi başka bir güne bırakarak direk dönüş yoluna geçtik ve sonrasında oraya çıkmadığına pişman oldu tabi.
Neyse yolumuza devam edelim. Son tepeyi de aştıktan sonra kocaman plato karşımızdaydı. Son bir iniş yaptıktan sonra bir gölün kenarına yerleştik. Buraya kamp alanı diyoruz ama sadece kamp yapmaya müsait olan en iyi yer olduğundan. Yoksa alanda hiçbir şey yok. Su yerden çıkıyor, bunu kullanıyorsunuz. Küçük bir göl var ama orası hala kar ve buz kaplı. Çok büyük bir açık alan, yamacına saklanacağınız hiçbir yer yok. Yani demek istediğim kenarına konuşlanacağınız ne bir ağaç, ne bir kayalık var. Yani kabak gibi apaçık bir yere yerleşiyorsunuz. Düldülümüzden eşyaları indirdik ve kalan son enerji kırıntılarımızla çadırı kurup yerleştik. Açlık bir yandan yorgunluk bir yandan sersem gibiydik. Tabii rakımın 3.400 olması da bizi çarptı biraz. Hemen kamp ocağımızı yakıp su ısıttık ve birer çorba içtik, sonra kahve ve tatlı atıştırmalıklar ile enerjimizi az da olsa topladık.
Ağafendi de yıllardır düşlediği hayalini gerçekleştirmiş olmanın verdiği gurur ve heyecan var. Kıpır kıpır, etrafta geziniyor, arada atla ilgileniyor. Ahmet Abi atın yemesi için saman vermeyi unutunca yolda bulduğu bütün otları yemesine izin verdik. Ama koca hayvan doymak bilmiyor, bir o kadar da enerji harcadı tabi. Aç kaldı, diye içimiz rahat etmedi. Ne yapsak diye düşünürken, yanımızda getirdiğimiz 1 paket makarnayı yer mi acaba diye düşündük. Denemekte fayda vardı, bir güzel haşladık ve verdik. Bizim Düldül İtalyan zevkine sahipmiş, makarnaya bayıldı, bir güzel yedi.
Bu esnada hava da çoktan kararmıştı. Biraz ortamın tadını çıkarayım, diye düşünürken ben hemen sızmışım. Getirdiğimiz sıcak su keselerine ısıttığımız suyu doldurduk, tulumumun içinde sarıldım ona. Gece bir ara üşüyerek uyandığımı hatırlıyorum ama uyku öyle tatlıydı ki üşümeyi umursamadan tekrar rüyalar alemine daldım. Ağafendi biraz keşif yapıp fotoğraflar çekmiş.
Sabaha karşı sert bir rüzgâr başladı. Daha güneş doğmamış ama tan yeri ağarmış etrafa çok hoş bir loşluk vermişti. Fırtına ara ara vuruyor, içinde olmasak çadırı yerinden sökecek gibi oluyor. O gürültüde biraz uyur biraz uyanık güneşin doğmasını bekledik.
Sonra çok da geç kalmadan kalkıp çayımızı demledik kahvaltımızı hazırladık. Dönüş yolumuz için bol proteinli sıkı bir kahvaltı yaptık. Peynir, zeytin, yumurta hatta sosis bile vardı. Bu zengin kahvaltımızı yaptıktan sonra toparlandık ve tekrar yollara düştük. Aslında Ağafendi buranın en yüksek yeri olan Emler Zirvesi'ne çıkmak istiyordu ama benim performansım buna pek müsait değildi. Yükseklikten kaynaklı olarak göğsümde biraz ağrı vardı. Bir de attan biraz çekiniyordum bu yüzden bizi bırakıp da gidemedi.
İniş yolu tahmin ettiğimizden daha zorlu oldu. Sert ve yüksek yamaçlardan geçtiğimizi dönüş yolunda fark ettik. Bir de çarşak denilen o taşlar ayaklarımızın altında yuvarlanıp giderken kayıp düşmemek işten bile değildi. Son derece dikkatli olunması gereken bir yol olduğunu o anda fark ettik. Ama Düldül'ümüz için bir sorun yok gibi görünüyordu. O pıtır pıtır inerken biz yere sert basmaktan ayak parmaklarımız su toplamıştı. Bir ara Ağafendi'nin şapkası tepelere doğru uçmasın mı? Almak ölüm gibi bir şeydi, tırmanmak imkansız, ayaklarının altından sürekli taşlar kayıyor ve çığ etkisi yaratıyordu. Biz atla birlikte baya uzaklaştık düşmemek için. Zorlu mücadelede Ağafendi şapkasını alabildi. Ama sonrasında da kaç kere düştük bilmiyorum. Tam düşüyorsun, kalkarken yine düşüyorsun.
Dinlene dinlene inmemize rağmen yaklaşık 3 saatte ilk kamp alanına dönmüştük. Dönüş yolunda bir gün önce bizimle beraber gelip aşağıda kamplayan bir ekip vardı. Fotoğrafçılık kulübüymüş. Onlar bizim aksimize yürüyüş için bir gün dinlenip bu gece sabaha karşı çıkmayı planlamışlardı. Biz inerken yolun yarısında onlar çıkıyorlardı. Bu da iyi bir seçenek olabilir çünkü biz günün sıcağını çıkarken yaşadık ve güneşin yakıcı ışınlarına maruz kaldık. Onlar daha uygun saatlerde Göller Platosu'na ulaşmış olacaklardır.
Yolumuzu tamamladığımızda Ahmet Abi'yi aradık ve atımızı teslim almak ve bizi aşağıdaki köye götürmek için geldi. Bizim hiç bir sorun yaşamadan zirveye kadar gidip gelmiş olmamıza son derece şaşırdı. Herhalde bizden çok bir umudu yoktu, atı kaybedeceğimizi ve yarı yoldan döneceğimizi düşünüyordu. Dediğim gibi son derece amatör bir ruhla yolumuzu tamamlamıştık. Özellikle ata hiç binmemiş olmamıza ayrıca şaşırdı. Düldülümüzle vedalaşırken aşırı ısrar edince hatıra fotoğrafı almak için ata binebildim.
Genel olarak özetlemek gerekirse; çıkarken son derece yorucu inerken ise tehlikeli bir yolculuktu. Tüm parkuru yürüyerek tırmandığımız için tehlikeli olduğunu fark etmedik. Daha çok her yüz metrede bir ne kadar çıktık acaba diye kontrol etmekle geçti. Ağafendi beni "şu yamacı geçince" ya da "şu tepenin ardında bitiyor" diye motive ederek götürdü. Söylediğim gibi motivasyon ve birbirine destek olmak son derece önemli. 2. önemli olan da ekipmanlar ve kıyafetler. Bizim tüm hazırlıklarımızın çok faydası oldu. her şey bir bütün.
Düldül'ü serbest bıraktıktan sonra koşarak uzaklaşmadı. Bir gidiyor, bir dönüp bize bakıyor. Dost mu oldun sen bizle... Biz arabaya binip giderken onun da dağların yamaçlarına doğru koşarak uzaklaşmasını izledim. Ne güzel deneyimlerdi.
Bizi Gezen Kafalar adıyla YouTube kanalımızdan ve Instagam ile Facebook'tan takip edebilirsiniz.