İstanbul’da bana göre, tarihi geçmişi, barındırdığı kültürüyle mıknatıs gibi içine çeken yerlerin başında Balat geliyor.
‘’Tek yoksa grupla gezmek mi daha faydalı?’’ diyemeden bir pazar günü rehberin peşine arkamızda otuz kişilik grupla takılıyoruz. Kalabalık geziler de keyifli; içinde tarihi bilgileri ve görsellerle dolu dolu bir geziyi barındırdığı için.
İstanbul’da yazdan çalma bir hava ve güneşin parlaklığı kadar keskin bir ayaz, mevsimlerden kış, sabahın erken saatleri, hafifte sislerin sardığı Haliç’in kıyısında grubumuzla buluşuyoruz. Köşede yer alan ve bizim gezimizin başlangıcı eski Cibali Karakolu, (Muammer Karaca ile efsaneleşmiş bir oyun, Nejat Uygur da senelerce onun mirasını sürdürdü. Her ikisinin de ana temasını günlük çeşitli olaylarla süsleyen mekan tamamen burası; Cibali Karakolu) şimdi biraz değişimle, Nev-i Cafe’ye dönüşse de biz onu hep Cibali Karakolu olarak anacağız.
Nev-i Cafe’nin (Cibali Karakolu) yanından dar sokağa girerek Balat’ın derinliklerine doğru yolculuğa başlıyoruz. Doktor Sadık Ahmet Caddesi’nden içeri doğru sızıyoruz.
Gezimizin ilk durağı Fener Rum Patrikhanesi. Kapıdan girince geniş bir avlu bizi karşılıyor. Binanın içerisi de oldukça kalabalık. Günlerden pazar. Yılbaşına ise sadece iki gün var, içeride ayin, dışarıda süslenmiş noel ağacı. Bu arada ayin ve kalabalık nedeniyle sessizce kolaçan ediyor hemen çıkıyoruz.
Patrikhaneden çıkınca derinlere doğru dar sokaklarda ilerliyoruz. Hani şu Balat’ı gezenlerin boy boy fotoğraf çektiği renkli kapılarla karşılaşıyoruz. Yollar dar ve alabildiğine yokuşla tanışıyoruz. Dizlerde bu tırmanışa dayanacak derman olmalı!
Cumbalı evler; bazıları yeniden doğmuş, bazıları geçmişiyle yüzleşmiş, geriye kalanlar da yitip giderken dar sokakları sağlı sollu süsleyen dizili inci gibiler. İki bina arasında evin hallerini sunan araya gerilmiş iplere serili çamaşırlar, ‘’Burada yaşam aynı hızla devam ediyor.’’ dercesine bizi de mahalleliyle bütünleştiriyor.
Hani şu iki yolun başında hafif bombeli binayı görünce ‘’hah!’’ diyor, anı ölümsüzleştiriyoruz. An ölümsüzleşir ancak binanın önü bir türlü kalabalıktan arınmaz. Kalabalık gelince herkes fotoğraf çekme derdinde, birde zaman denen mevhum olmasa saatlerce otur seyret seyredebildiğin kadar! Grup olunca rehberde haklı olarak programı yetiştirme derdinde !
Yukarı doğru ‘’dayan dizlerim dayan’’ diyerek tırmanışımızın uç noktasında Rum Erkek Lisesi görkemli binasıyla karşılıyor. Tarihinde en güzel ve en süslü mimariye sahip lisenin yanında kız lisesi yavrusu gibi kalıyor.
Liseyi dolanarak diğer taraftan yavaş yavaş inişe geçiyoruz. Karşımıza Meryemana Kilisesi çıkıyor. İçeriye giremiyoruz, kapalı! Dışarıda, rehberimizin biraz bilgi paylaşımından sonra yolumuza devam ediyoruz. Yine dar sokaklar, yıkılmaya yüz tütmüş binalar, dimdik ayakta duranlar, mahallede hayatın devamının izleri, iki bina arasına gerili iplere dizili renk renk çamaşırlar, çocuk sesleri, meraklı bakışlarla çıktığımız yokuşun tersinden aşağı inerken çarşının ortasına geliyoruz. Bir mahalle arasında, davullu zurnalı kapı önünde köçeklerin dansıyla karşılaşıyoruz.
‘’Düğün var.‘’ diyorlar.
‘’Kastamonu düğünü’’ diyorlar. Ve bizi eğlenceye çekiyorlar.
Köçekler kapı önünde davetlilere, renkli kıyafetleriyle görsel şölen sunarken bizde karışıyoruz coşkulu kalabalığın arasına. Eğlenceye doyamadan, hayat yolculuğunda, birlikte devam eden çifte bir de bizden mutluluklar dileğiyle ayrılıyor, çarşıda ilerliyoruz.
İki katlı cumbalı evlerin altında hizmet veren, birbirinden değişik dükkanlar, antikacılar, kitapçı, balıkçı , biraz da unutmaya yüz tuttuğumuz eski bakkallarımızın günlük satış trafiğinden sıyrılıp daha sakin sokaklara girdiğimizde eski Türk filmlerini süsleyen ve şarkılara nağme olan Agora Meyhanesi’yle hiç ummadığımız bir anda karşılaşıyoruz..
Eski bir kapıdan içeri girdiğimizde, değişik bir atmosferde, bir kültürü yansıtan mekanda yemek yemekte hoş olur. Dostlar sofrasında ‘’iki lafın belini kırıp’’ saatlerin akışına kapılarak sohbetin ritminde ilerliyor, biraz da ayaklarımızı dinlendiriyoruz. Bir başka buluşmada konuşlanacağımız yer burası kesinlikle! Şimdilik sadece bir demli çayla geçiştirerek yola devam ediyoruz.
Sağlı sollu dizili iki katlı binalar ve altında yer alan dükkanlara ve yavaş yavaş Balat’a veda ederek, yönümüzü Kariye Müzesi’ne çeviriyoruz.
İstanbul surlarına yaklaşıyoruz. Zamana yenik düşse de surların hemen yanında yer alan restorasyonla yeniden doğmuş olan Tekfur Sarayı heybetiyle yükseliyor. İçeri giriş yok! Uzaktan sadece hayran hayran bakıp ilerliyoruz.
Müzenin girişinde biletlerimizi ve kulaklıklarımızı alarak tarihi yolculuğa dalıyoruz. Tam 10 yıl önce gelmiştim. Seneler nasıl akıp gidiyor. Şu anda restorasyon yapıldığı için çok fazla yer gezemiyoruz. İlk giriş renk renk mozaiklerle bezenmiş, zengin bir tarihi içeriyor. Yaklaşık bir saat tek tek mozak süslemelerin anlattığı hikayeyi dinliyoruz. Küçük bir mekan koskaca bir dini hikayeyi barındırıyor. İçeride mozaik süslemeyle beraber 14.yüzyıla ait en güzel fresko örnekleri de burada yer alıyor.
Müzenin güzelliğine doyamadan yönümüzü Eyüp ve Pierre Loti’ye çeviriyoruz. Yavaş yavaş güne veda eden güneşe ve gün batımına doğru güzel anlarımızı geçireceğimiz Pierre Loti’ye ulaşıyoruz. Yere iğne atsan düşmeyecek kadar kalabalığın arasından sıyırılıp bir masaya yerleşmek biraz mücadele gerektiriyor. Sonuçta iki tane içilen demli çay, güzel bir manzara ve dostlarla edilen tatlı muhabbetle bugünü de sonlandırıyoruz. Tekrar yaşamak dileğiyle Eyüp’ten ayrılıyoruz.