Yazdan kalma bir havada nefis bir hafta sonu kaçamağı yapmak isterseniz yönünüzü İğneada’ya çevirmenizde fayda var. Çok uzak değil, çok yakın da! Yaşadığınız şehrin trafiği ve etrafı saran betonlardan sıyrılabildiğiniz an uzun, dar ve ara sıra virajlı yollardan geçerek Trakya’nın Karadeniz’e açılan penceresi, bir yeryüzü cennetine ulaşıyorsunuz.
Peki, İğneada nerede?
İstanbul’a 250, Edirne’ye 165, Kırklareli’ne de 100 kilometre uzaklıkta yer alıyor. Nerede olursanız olun hiç düşünmeyin, cuma günü işten çıkınca tüm yüklerinizden kurtulup İğneada’ya doğru yol alın.
Burası yazları uzun kumsalıyla tam bir tatil beldesiyken; havalar biraz soğumaya yüz tutunca doğa tutkunlarının, haftanın yorgunluğu ve yoğunluğundan sıyrılmak isteyenlerin favori adreslerinden birine dönüşüyor.
Avrupa’nın en büyük su basar ormanları: İğneada Longoz Ormanları
Coğrafi yalıtılmışlığı, bozulmayan doğasıyla İğneada, Avrupa’nın en büyük su basar ormanlarına da ev sahipliği yapıyor. Mert, Saka, Erikli göllerinin önündeki alüvyon kumullar nedeniyle, kışın karların erimesiyle şişen ve derelerin geri tepmesi sonucu oluşan su basar ormanları, maviden yeşile, turuncudan kırmızıya her renge bürünerek adeta renk cümbüşüne dönüşüyor. Bunu yanı sıra bölge, farklı bir ekosisteme sahip olmasıyla da kuş göç yolunda yer alıyor. Kuşların göç zamanı yüzlerce türünü bu eşsiz coğrafyada gözlemleyebilirsiniz.
Eğer doğayı keşfetmeyi ve onunla bütünleşmeyi tercih edenlerdenseniz, yaklaşık bir gününüzü ayıracağınız bir seyahat rotası vadediyor İğneada.
Genelde profesyonel rehber eşliğinde yapılan trekking turlarında ormanın girişine kadar araçla gidiyorsunuz. Sonrasında keşif başlıyor. Giysilerinizin, bu uzun ve yorucu yürüyüşe uygun olması gerekiyor. Örneğin ormana girebilmek için geçmeniz gereken buz gibi bir dere var.
Bizim de ormana girebilmek için bu buz gibi dereyi geçmemiz gerekiyordu. Ayakkabılar atıldı, çoraplar çıkarıldı, yavaş adımlarla buz gibi soğuk suyu hücrelerimize kadar hissederek karşıya geçmeyi başardık. Genelde trekking turlarının başlangıç noktası burası olmasına rağmen aracımızı daha geride bırakarak 8 kilometrelik yolu yürüyerek aştık. Kısaca bu rotada, bir ilki gerçekleştirdik.
Bundan sonra sizi uzun ve bir o kadar da keyifli yolculuk bekliyor. Uzun ve keyifli yolculuğumuzun denize kadar olan bölümü muhteşemdi. Hele ki bu rotayı sonbaharda yapıyorsanız o renk cümbüşünü görmelisiniz!
Ara sıra soluklanma molaları, yeni tanıştığımız arkadaşlarla tarih ve doğa sohbetleri, doğal güzellikleri görselleştirmek adına çekilen fotoğraf kareleri, kuş sesleri, yabani hayvanların izleri, insan sesleri, yemek molaları derken bir de baktık ki deniz göründü. Yaklaşık 14 kilometrelik ilk bölüm yarı tok, yarı yorgun tamamlanmıştı.
Fakat asıl macera tam da bu noktada başlıyor. İğneada ile aramızda sadece uzun bir kumsal kalmıştı. Kumda yürümek, ayağınızda demir ayakkabılarla yürümek gibi zor. Bir taraf Longoz Ormanları, ara sıra oluşan göller, bir tarafta çılgınca karaya vuran dalgalar… Manzara anlatılmayacak kadar güzel, yolculuk zor…
Yaşadığınız görsel güzellik bedeninizin isyanını bastırıyor. Bir de uzakta görünen İğneada’ya bir türlü ulaşamamanın vermiş olduğu acelecilik ve heyecan, her attığınız adımda içinizde yükselen sevinç çığlıklarına dönüşüyor. Yolculuk, ardınızda bıraktığınız 28 km ile son buluyor.
Dinginlik, yorgunluk, yeni insanlar, renkler, sular, güzel hayvanlar içinizdeki sesi şöyle yükseltiyor: ‘’Mutlaka yeniden yapmalıyım, mutlaka!’’