Başka Bir Hayal: Kenya - Masai Mara

Kenya’dan döneli zaman akmış, 10 günü geçmiş.  İstanbul’da kar... Perdeyi kenara çeker,  penceremin önüne ilişirim. Penceremde saksılar, saksılarda yapraklarını dökmüş çiçekler ve bir lale toprağından fışkırmış… Gökten bembeyaz pamuklar uçuşur yere doğru. Cenneti hep güneşli bir ilkbahar havasında kurarım kafamda yemyeşil ağaçları, rengârenk çiçekleri ve kıyısında köpük köpük akan ılık bir nehirle. Oysa bir kış da olabilir cennet bembeyaz güzelliğiyle, gözleri kamaştırırcasına. Yaratıcının sihirlerini gösterme anlarından birindeyim sanki. Hokus pokus deyip ellerinin bir hareketiyle beyaza boğuyor dünyayı. Gökten mucizeler yağdırıyor, her bir parçası kendisi aslında. Yüzünde muzip bir gülümseme: “Haydi bakalım tadın bu güzelliği ve cömertliğimi!” dercesine. Öyle muazzam, öyle gerçek üstü bir güzellik ve bu güzelliğin içinde Kenya’nın melodisi çalar. İnsanın içini kıpır kıpır eden, ruhunu coşturup rengârenk eteklerin bedenin her hareketiyle uçuştuğu sıcacık topraklara götüren şarkılar… Ruhum azıcık şekillendirebilseydi bedenimi, bedenim kıvır kıvır kıvrılırdı bu ritimlerde. Ama bedenim ruhumu hapseden eğilmez, bükülmez bir kutu sanki.

Kenya… Türkiye’de bin kişiden bir kişinin ziyaret ettiği bir ülke. Uzak bize, uzaklığı mesafesinden değil sadece. Hayali bile uzak. Hayallerimize uğramaz bu ülke. Neden düşlemez insanlar bu ülkeyi? Sanki ismi fısıltıdır bu ülkenin, saklar kendini. Biz, bir yoksulluğunu biliriz bu ülkenin. İçimizi acıtır ve belki içimizi acıtan şeylerden kaçtığımızdandır onu tanıyamamak.

Kenya’yla ilk olarak 9 yıl önce kesişir yollarımız. Bir dönem Norveç’te okurum ve okuduğum okulda Kenyalı öğrenciler… Ülkeleri gibi sıcacık insanlar. Şairin dediği gibi: “Bir insanı sevmekle başlar her şey.” Bir insan hiç bilmediğimiz bir dünyanın kapılarını açabilir bize. Ne varsa merak ederiz o insana dair. Ülkesini, dilini, melodilerini… Naftal ile tanışırım. Müzik bölümünde okur Naftal. Piyano çalar bana sık sık ve köyünden, insanlarından bahseder. Kenya filizlenmeye başlar içimde, düşlerimi o topraklar üzerinde kurarım. Ama öylesine masalsıdır ki bu düşler. Tüm siyahî insanların içine kendimi yerleştiririm ama yerleştirmeyi pek beceremem, komik bir senaryo çıkar ortaya; yılanlarla karşılaşırım o yabancı topraklarda ve ben en çok yılandan korkarım, o insanlar beni kurtarmak için üstün yeteneklere sahiptir. Naftal’a söz veririm aynı yıl içerisinde Kenya’ya gelip onu ziyaret edeceğime. Sözler uçar, anılar silikleşir, hayat başka bir yönde akar.

Sonra zaman, 9 yıl ve 20 ülke dolaştıktan sonra Kenya’ya vurur beni. Bir şubat tatilinde farklı bir ülke çeker beni. Hayata çok da anlam yükleyemediğim bir anda yoksulluğu görmek isterim, her şeye rağmen insanların yaşama nasıl tutunduğunu ve Afrika’nın kalbini hissetmeyi, yaşama bir de başka bir kıyıdan bakmayı. Yeniden heyecan duyacak bir sebep vardır benim için. Defalarca düşler kurar kurar bozarım. Bir türlü beceremem sanki orayı düşlemeyi. O kadar bilinmezdir orası benim için. Yollara düşmeden Out of Africa’yı izlerim ve Karen Blixen ile böyle tanışırım. Bir dönem Kenya’da yaşayan Danimarkalı Karen Blixen’ın Müzesini ziyaret etmek yapılacaklar listesine eklenir. Bir de belgeseller ve bu belgesellerde Serengeti ve Masai Mara arasında gerçekleşen, insanı şaşkına çeviren büyük hayvan göçleri. Oysa bizim gideceğimiz vakit göçsüz bir vakit. İçimizde bir ukde kalır.Yola çıkma vakti gelir. Başta tek başıma çıkmayı planladığım yolculuğa dört kişi çıkarız: Ben, Xezal, Aysun ve İlker. Uçuşumuz Amsterdam aktarmalı olduğu için gereğinden çok daha uzun sürer yolculuğumuz ve daha Türkiye’den ayrılamadan pek çok görevli sorular sorar bize. Öyle ki kendimizi şüpheliler listesinde yer alır gibi hissederiz ve tedirgin oluruz. Sebebini sorduğumuzda Hollanda’nın bu talimatları verdiğini ve çok sıkı tuttuğundan bahsederler. Oysa Amsterdam’a vardığımızda kimse bizi durdurup tek kelime sormaz. Hazırlıksız hissederim kendimi bu yolculuğa. Sanki ruhen daha hazır değilmişim gibi. Günlük koşturmaca içerisinde kendimi oraya iliştirmeye vakit bulamadığımdan sanırım. Yanıma birer adet Kafka ile Cemal Süreya, iki adet de Orhan Veli almak isterdim. Cemal Süreya bir Afrikalı kadını aşkla dillendirsin, sözcükleri kadının saçından süzülsün ayak parmaklarına dökülsün.

“Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dâhil.”

Sonra Kafka, biz sıradan insanların aksine hayata bir türlü alışmayı beceremeyen, suyundan çıkarılan bir balık gibi çırpınan ve her şeyin kendisine olağanüstü, yabancı ve yeni gelen edasıyla bir çocuk misali sürekli sorgulayan adam…  Kenya’da güneşli bir vakitte taburesine kambur oturmuş gözleri başka bir dünyaya ait insanlarının farklılığıyla kocaman açılmış hiçbir detayı kaçırmaya çalışmadan kaleminden saçılıyor sözcükleri kâğıda ama bir yandan korkar kendini olduğu gibi tutup her kelimenin içine atmaya. Sonra Orhan Veli koşsun yardımına Kafka’nın, kurtarsın onu tedirginliğinden ve sürüklesin güzel havalara, coştursun hepimizi. Bir de filmimizi çeken biri olmalı. Bu karakterlerle nasıl baş eder bilmiyorum ama Tony Gatlif olmalı mesela. Afrika ezgileriyle dans eden kadınları resmetmeli cümbüş havasında.  İçimde hepsini götürebilmek isterdim. Hepsinin gözüyle Kenya’yı görebilmek, hissedilmek ve aktarabilmek…

Yeni bir gün, güneşi yakaladığımız bir iklimde adını ilk devlet başkanlarından alan Jomo Kenyatta havaalanına varıyoruz. "Jambo" duyduğumuz ilk sözcük. Merhaba demek. Vize için bir form doldurup 50 dolar ödüyoruz. 2000 yılından önce basılan banknotları kabul etmiyorlar. İlk defa böyle bir durumla karşılaşıyoruz. Çok şükür ki elimizde 2000’den sonra basılan banknotlar da var. Dövizciler de daha düşük kurla çeviriyorlar eski banknotları. 1 dolar 90 Kenya Şilini. Havaalanında bir miktar parayı da çevirdikten sonra çıkıyoruz. Ellerinde ‘Kevogurbert’ yazılı kâğıdı tutan Rosah ve Patrick bekliyor bizi kapıda. Öncesinde safari için anlaşmıştık onlarla. Sadece Masai Mara’da 3 gün süren safari için 300 dolar ödüyoruz kişi başı. Soğuk bir ülkeden yola çıkıp bir gün sonrasında güneşin ısıttığı Nairobi caddelerinde ilerliyoruz. Ah ne büyük heyecandır o, daha önce hiç var olmadığın bir yerde nefes alıp vermek, oraya karışmak. Yeniden doğmak, yeniden var olmak gibi. Trafik ışıklarını arıyor gözlerimiz. Ancak şehir merkezinde var birkaç tane. Telefon hattı alıyoruz kendimize, şehirde biraz oyalandıktan sonra yola çıkıyoruz. Rosah bizden ayrılıyor. Mombasa’ya bilet alması için 13 dolar veriyoruz her birimiz ona. Tabii daha sonra biletin daha ucuz olduğunu öğreniyoruz

Rehberimiz Patrick ile safarimiz başlar. "Safari" sözcüğü Svahili dilinde seyahat anlamına gelen sözcükten türemiş. Nairobi’yi ve tüm kargaşasını geride bırakırız. Great Riff Vadisi’nde mola veriyoruz. Hediyelik eşyaların satıldığı ufak dükkânlar, dağların arasına çarşaf gibi serilmiş manzaranın önüne uzanan duvar, duvara yaslanmış sandalyelerde oturan adamlar, yarım yamalak sohbetler… İlerliyoruz asfalt bitiyor, taşlı topraklı yollar başlıyor, yavaşlıyoruz, yol uzuyor. Zaman geçiyor ve bizim tuvalete gitmemiz gerekiyor. Yol kenarına yakın bir ev görüyoruz. Evin önünde bir kadın ve iki çocuğu. Kadın bize tuvaleti gösteriyor. Kapısız taştan örülmüş bir tuvalet, suyu da yok. İnsan, başka bir dünyaya doğru yola çıkarken pek çok şeyini geride bırakmalı bence. Ama yine de insan sormadan duramıyor. Eski dünyamızdan getirdiğimiz algılarımız kafamızda bir sürü soru üretiyor. Aklımızda sorular, devam ediyoruz yola. Narok’a varıyoruz. Öğle yemeği molası… Menüde tavuk, makarna, yeşil mercimek ve salata var bir de pek hazzetmediğimiz ayrı tatları ve kokuları. Aysun’la zorlarız kendimizi yemek için ama Xezal ile İlker, yanı başımızda duran kediye vermeyi tercih ederler yemeklerini.

Hava kararmadan varırız Masai Mara’ya… Çok yorgun olduğumuz için bugün safariye başlamayıp direk kampa geçeriz. Kampımız mütevazı olanaklarıyla gayet sevimli ve huzurlu bir yer. Çadırdan odalar, ağaçlar, yeşilliğin içerisinde oraya buraya serpilmiş banklar… Kampa gelir gelmez karnımızı doyururuz. Çok şükür ki İlker yanında Kenyalıların yemediği zeytin, peynir, helva gibi bir sürü yiyecek getirmiş. Çerez getirmeyi bile akıl etmiş. Bir de Xezal’ın getirdiği çöreklerle birleşince dünyanın en güzel sofrasına sahipmiş gibi hissediyor insan kendine. Yemekten sonra Xezal ile İlker dinlenmeyi tercih ediyor. Aysunla biz ise hemen keşfe çıkmak için heyecanlanıyoruz. Oysa kamptan çıkmamız yasak imiş. Başımıza bir şey gelmesinden korktuklarından… Ama biz ısrar edip yanımızda iki görevliyle sokaklara düşüyoruz.

Hapishaneden kaçarcasına coşkuyla atıyoruz kendimizi dışarı. Bambaşka bir dünya, kendimi bir tarafına iliştiremeyecek kadar farklı. Sanki biri beni iple yukardan salmış da her an geri çekebilir gibi. Pek de yüksek olmayan dağlarla çevrili bir alan düşünün, asfaltı unutun, toprağı düşünün taşı düşünün üzerinde yeşilliklerle ve bu toprağın üzerinde kimi yerde bitişik, kimi yerde tamamen ayrı hiçbir plana uymayan gecekondu tarzında küçük küçük evleri, dükkânları hayal edin. Sonra başınızın üzerinde en temiz, en dokunulmamış haliyle masmavi bir gökyüzü. Bu gökyüzünün altında rengârenk kıyafetleri, boncuklu aksesuarları, halhalları ve bellerinde şangur şungur ses çıkartan kemerleriyle insanlar… Erkeklerin üzerinde şallar, çarşafa dolanmışlar sanki. Kimi pazardan aldıklarını sepete koyup sırtlıyorlar evlerine doğru, kimi evlerinin önüne çömelmiş vakit geçiriyor. Jambo diyip selamlaşıyoruz sokaktakilerle. Hala şaşkınız, şöyle silginin ucunu azıcık değdirseler bize hemen silinip gideceğiz sanki o kareden ve tüm gerçekliğine dönecek orası.

Fotoğraf çekmeye korkuyoruz. Çoğu hoşlanmıyor bundan. Benim şaşkınlığım azıcık karşılığını bulsa belki daha kolay inanacağım bu dünyanın gerçekliğine. Ama insanlar yer açıyorlar bize o karenin içinde. Bir terziye denk geliyoruz. Kapıdan giren loş ışıkta dikmeye çalışıyor elbiseleri. Elektrik yok, akşam 19.00 ve 22.00 arasında jeneratör çalışıyor. Nasıl olur da aynı gökyüzü altında bu kadar farklı olur yaşamlarımız? Sınırlar nasıl da ayırır bizi birbirimizden? Dilimiz, inançlarımız, kıyafetlerimiz, evlerimiz, toprağımız, ezgilerimiz, kahvaltılarımız, bakışlarımız, susuşlarımız, uyanışlarımız; her şey nasıl da renk değiştirir! Hava iyice kararmış. Kampa geri dönüyoruz.

Başka bir gün… Safari vakti. Erkenden uyanıp kahvaltı yapıyoruz ve Masai Mara Rezerv Bölgesi’ne giriyoruz. Kocaman bir alana sahip olan bu bölge 1510 kilometrekare. Güneş ve yeşil bir doğanın içinde ilerliyoruz jipimizle. İlk çitalara rastlıyoruz, sonra sırtlanlar, ceylanlar, buffalolar, antiloplar, filler, kuşlar, zebralar, zürafalar, su aygırları, aslanlar… Sabahtan akşama kadar hayvanların peşinde geçiriyoruz zamanımızı. Üç aslan mayışmış uzanıyor, kimi bizden rahatsız olup uzaklaşıyor. Sırtlanlar bir hayvanı avlamış yiyorlar. Hep ekrandan izlediğimiz belgesellerin içindeyiz şu an. Sanki biri eline fırçayı alıp yeşile ve kahverengiye daldırmış, sonra da serpiştirmiş yeryüzüne renkleri. Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı burası olmalı. Tam da burada durup göğe bakmalı insan. Keşke arabadan çıkabilsek...  Patrick’e defalarca yalvarıyoruz ama izin vermiyor. Çimlere uzansak sırtüstü, güneşten gözlerimiz kırpışsa, içimiz ısınsa… Tertemiz havaya kuş sesleri eşlik ediyor. Zaman bir nehir gibi bir çağlayan gibi akmıyor burada. Usul usul akıyor. Yer altından sızan zayıf bir akıntının tekrar kuru bir toprağa karışması gibi geçiyor zaman. Yavaş yavaş…

Karnımız acıkıyor. Patrick sonunda hayvanlardan çok uzak olduğumuz bir yerde indiriyor bizi arabadan. Soframızı serip piknik yapıyoruz. Bizim dışımızda kimse yok etrafta. Büyük bir iştahla yiyoruz bu defa. Yerken tüm güzelliğini de içimize çekiyoruz anın ve doğanın. Meğer ne kadar kopmuşuz doğadan yıllardır. İnsanın özünü bulması gibi yeniden…

Bugünlük bitiyor safari. Kampa girmeden su alıyoruz bir bakkaldan. Sahibi Somali kökenli olan Muhammed. Eşi ve çocukları başka bir şehirde yaşlı annesinin yanında kalıyormuş. Bakkalın hemen arkasında kaldığı yere göz atıyoruz. Dikdörtgen şeklinde yan yana sıralanmış odalar. Birkaç kişiyle birlikte kalıyormuş. Türkiye’den geldiğimizi söyleyince seviniyor. Somali’ye yapılan yardımlardan dolayı minnettar. Pazarlık yapmayı ihmal etmeden su ve çikolata alıyoruz kendimize. Tekrar arabaya dönüyoruz Aysunla. Oysa bizimkiler gitmişler kampa. Biz de fırsat bu fırsat özgürlüğün tadını çıkarıp sokaklara dalıyoruz yine. Etrafta gezinen, oynayan çocuklar. Çoğu para ya da şeker istiyor bizden.

Bir evin bahçesinde top oynayan çocukların yanına gidiyoruz. Bir sürü poşet ve ipi yumak haline getirip top yapmışlar kendilerine. Aralarında İngilizceyi çok akıcı konuşan Reagan ile sohbet ediyoruz. 12 yaşında, zekâsını hemen belli eden bir çocuk. Oradaki çoğu çocuk gibi Reagan da okulu bırakmak zorunda kalmış maddi sebeplerden dolayı. Ona sponsor bulup bulamayacağımı sordu. Bir yanım umutla onun için bir şeyler yapabileceğimi söylerken diğer yanım gerçekçi olmamı, Reagan’dan önce yanı başımızdakiler için bir şeyler yapmam gerektiğini söylüyordu. Ne yapabilirim ki Reagan için, gerekli yardımı toplasam bile nasıl ulaştırabilirim kendisine? İnsanı dibe çeken çaresizlik…

Başka sokaklarda ilerliyoruz. Bir kuaföre denk geliyoruz bu sefer. Minicik bir kutu gibi... İçinde bir ayna ve sandalye var. Aynanın üstünde asılı çeşit çeşit saç modelleri. Kuaför bir kadının kısacık saçlarına saç ekleyip örüyor. Biz de merak ediyoruz ne kadara yapıyor diye. “1800 şilin” diyor. Çok şaşırıyorum bu kadar pahalı olmasına ve bu denli kötü(neye göre kötü acaba?) koşullar altında yaşayan insanların bu kadar parayı verebilmesine. Müşteriye ne iş yaptığını soruyorum. Bir eczanede çalışıyormuş başka bir şehirde. (Gerçi sonra öğreniyorum ki Türkiye’de çok daha pahalıymış.) Çok hızlı örmesine rağmen çok vakit alan bir iş. Kuafördeyken Patrick bizi buldu. Suçüstü yakalanmış gibi hissettik. Öncesinde de kamptaki görevliler peşimize düşmüştü. Neyse ki Patrick’i yine ikna edip kurtuluyoruz. Bizi şaşkınlığa çevirircesine bar ve oteller var sokak üzerinde. Tabi bu kelimeler bizim beynimizde şekillenen halinden çok farklı. Bir odaya otel demişler sadece. Bir kasapla tanışıp muhabbet etmeye çalıştık ama aslında pek anlayamadık neyden bahsettiğine. Kokuya da dayanamayıp çıktık oradan. Sonra bir barın kapısında dans ettik çalan müzik eşliğinde. Birileriyle sohbet ederken Patrick geldi yine. Bu sefer mecburen kampa dönüyoruz. Akşam yemeği, ardından çay ve İlker’in çerezinin tadının çıkarma vakti. Çadırımızda elektrik yok, karanlıkta oturup sohbet ediyoruz.

Güneş doğarken safariye çıkıyoruz 3. günümüzde. Sabah vakitlerinde daha çok hayvanla karşılaşıyoruz. Bu sefer erken dönüyoruz kampa. Kampa çok yakın olan bir Masai Köyü’nü ziyaret ediyoruz. Girişler ücretli, kişi başı 10 dolar. Masailer, Kenya’daki 42 kabileden biri. Her bir kabilenin ayrı bir dili var ancak ortak dil Svahili. Pek çok kabilenin aksine Masailer ilkel yaşamlarını sürdürmeye devam ediyor.  Sivrisineklerin istila ettiği köye Ken’in rehberliğiyle giriyoruz. Etrafı çitlerle çevrili olan köyde 16 ev var. Köy, Ken’in babasına aitmiş. Babası 8 kadınla evlenmiş. Her bir kadının çocuklarıyla yaşadığı ayrı bir ev. Evlenen çocukları da var. Çok eşlilik yaygın. İlk eşi anne baba seçerken diğer eşleri erkek kendi seçebiliyor. Evlenmek için kız tarafına 10 inek, 10 koyun ve 10 tane de giydikleri şallardan almaları gerekiyor. Ken de o yüzden hala evlenememiş sanırsak! Birkaç erkek sıralanıp dans ediyor bizim için. Sonra ilkel yöntemle nasıl ateş yaktıklarını gösteriyorlar. Ardından bir evin içine giriyoruz.

Eve ilk girdiğimizde kapkaranlık geliyor bize, zamanla alışıyor gözlerimiz. Minik kare bir pencere yapmışlar güneş girsin diye o kadar. Arada mesafe bulunan daire şeklinde sıralanan evleri kadınlar kendileri topraktan yapıyormuş ki bu da 2 ay sürüyormuş. Erkeklerde çitleri örüp hayvanları otlatıyorlarmış. Küçücük evler, 2 odalı. Girişteki oda ahır gibi kullanıyor diğer oda da onların yaşam alanı. Odanın bir tarafında anne babanın kullandığı sedir, diğer tarafında çocuklar için ayrı bir sedir, orta da odunları yaktıkları mutfak diye adlandırdıkları bir ocak. Evdeki her şey bundan ibaret. Su yok, elektrik yok, tuvalet, banyo yok evin içinde. İnsanın bu kadar az şeyle yaşayabilmesi hem şaşırtıyor hem de imrendiriyor beni. Ne güzel maddeye ihtiyaç duymadan bu denli yalın yaşayabilmek. Özgürlüğün başka bir penceresi belki. Oysa modern dünyada insan nerdeyse tüm yaşamını bir şeylere sahip olmak yolunda harcıyor. Sahip olmak istediklerimizin kölesi haline geliyoruz. İsteklerimiz bitmiyor, hep yenisi, hep daha fazlası.

Evden çıktığımızda bu kez kadınlar dans gösterisi yapıyor. Tabii köylülerin bu işi artık ticarete çevirmiş olması huzursuz ediyor bizi. Keşke bizi kendilerinden para koparabilecekleri birileri olarak değil de onca yolu sırf onları tanımak, onlarla samimi bir muhabbet kurup hayatlarını anlamak için geldiğimizi fark etseler. Belki de asıl bizim fark etmemiz gereken, onlar temel ihtiyaçları uğruna didinirken bizim niyetimizin pek de bir öneminin olmadığı.

Köyün başka bir kapısından çıkıyoruz. Çıkışta kadınlar pazar kurmuş, hediyelik eşyalar satıyorlar. Uçuk fiyatlar söylüyorlar önce sonra dakikalarca süren pazarlık yoruyor insanı. Sonunda başarıyoruz oradan çıkmayı.

Kampta kahvaltı yaptıktan sonra Nairobi’ye gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yolu seyre dalıyoruz. Yol akarken biz de hayatların içerisinden süzülüp gidiyoruz. Yol kenarında bir sürü aleo vera var, dünyanın en faydalı olduğu iddia edilen bitki. Patrick’i durdurup koparıyoruz birkaç yaprak. Yüzümüze sürüyoruz akan suyunu. Yüzümüz sapsarı ve inanılmaz geriliyor. Gençliğin sırrını bulmuşçasına seviniyoruz. Narok’a vardığımızda daha fazla ilerlemiyoruz çünkü eylem var. Masai liderlerinin yakalanması sebebiyle halk sokağa dökülmüş. Yolda yanan lastikler, yolun ortasına atılmış taşlar… Ayrıntıları öğrenmeye çalışıyoruz ama Patrick pek bir şey anlatmıyor bize. Çok uzun zaman beklemek zorunda kalıyoruz. Sonra yavaş yavaş ilerleyebiliyoruz yine. Eylemin ne kadar geniş bir alana yayıldığını fark ediyoruz.

Nairobi’ye varıyoruz sonunda ancak bu sefer de berbat bir trafik başlıyor. Patrick otobüs terminaline bırakıyor bizi, vedalaşıyoruz. Çantalarımızı otobüs firmasına bıraktıktan sonra Naftal’la görüşüyoruz. 9 yıl sonra bir zamanlar çok yakın olduğum arkadaşımla karşılaşmak ne tuhaf bir duygu. Heyecanlanıyorum. Naftal geliyor sonra. Kilo almış biraz.  İnsan dokuz yıllık ayrılığı nasıl sığdırır bir kavuşmaya? Hem hiç ayrılmamış gibiyiz ya da sanki birlikte olduğumuz anlar bir masalmış gibi. En hızlısından hasret gidermeler, boşlukları doldurmalar, geçmiş günleri yâd etme… Xezal ile Aysun sigara içme krizine girerler onca yolculuktan sonra ancak Kenya’da sokaklarda sigara içme yasağı var. Her kentte bu yasağa pek uyulmasa da Nairobi de denetim sıkı olacak ki kimse içmiyor. Caddelerde ara ara belli bölmeler oluşturulmuş sigara içenler için. Onlar oraya girip sigara içiyor, biz de dışarıda bekliyoruz. Karnımız acıkır yine. Bu sefer kararlıyız bir Türk lokantasında yemek yemeye. Uzun bir süre gezindikten sonra bulduğumuz lokantanın kepenkleri inmiş. Hayal kırıklığıyla bir pizzacıya giriyoruz. Vaktimiz az. Naftal’la terminale dönüyoruz yine. Kısa bir kavuşmanın ardından tekrar vedalaşıp Mombasa’ya doğru yola çıkıyoruz. Geçmiş anların kısa bir zaman için bile olsa canlanıp dönmesi ne keyifli! Gerçekle hayal arasında var olan geçmiş…

YAZI DİZİSİNİN DİĞER BÖLÜMLERİ İÇİN:
gezimanya.com/GeziNotlari/mombasa-gezisi
gezimanya.com/GeziNotlari/kenyaya-seyahat-malindigezimanya.com/GeziNotlari/nairobide-gezilecek-yerler