Londra... Yapılacaklar listesinin yüzlerce maddeden oluşma potansiyeline sahip ender şehirlerden. Hakkında yazılmış milyonlarca kelime bulabileceğiniz renkli bir dünya. Konu başlığını sınırlamazsanız asla altından kalkamayacağınız bir detay yığını.
Tüm bunlara ilaveten Londra, ele avuca sığmaz bir şehir. Aşağıdan tutsanız yukarısı, sağından tutsanız solu kaçıyor. Hal böyleyken, kış ortasında gribin pençesinden yeni kurtulmuş bir çocukla, dört gece ve üç günde yapabildiklerimiz bu yazının konusudur.
Londra’ya akşam saatlerinde ulaştığımız için otele yerleştikten sonra ilk işimiz yemek oluyor. İlginç bir restoranda rezervasyonumuz var: Burger and Lobster. Adından da anlaşılacağı gibi sadece hamburger ve ıstakoz servis ediyorlar. Akvaryumlardaki ıstakozları görünce düşünmeden edemiyorum. Sen kalk Kanada’nın Nova Scotia eyaletinden, yani Atlantic’in derin sularından gel, şimdi burada servis edileceğin anı bekle dur. İnsan yemeğinin canlı halini görünce fena oluyor doğrusu. Masamıza servis başladığında önlüklerimiz veriliyor, boynumuza bağlayıp yemeğimizi yiyoruz. Çocuk müşteri de yetişkin müşteri de memnun neticeden.
Ertesi gün benim için ikon bir meydanda başlıyoruz gezi temposuna; Piccadilly Circus. Konusu Londra’da geçen pek çok romandan aşinayım buraya. Sabah saatleri olduğu için henüz sakin. Meydanın batısında 1893 yılından beri yorulmadan duran Eros heykelini, sinema ve tiyatroların devasa neon tabelalarını görüp turun çocuk müşterisini memnun etmek için önce M&M, sonra da Nickelodeon mağazalarını geziyoruz. Yeri gelmişken, çocukla seyahatin önemli bir püf noktası gün içinde belirli aralıklarla onları memnun etmektir. Oyuncakçı, hayvanat bahçesi, park ziyaretleri çocukların memnuniyet ibrelerini yükseltir ve birkaç saat sizinle eş güdüm içinde kalmalarını sağlar. Çocuğun isteyeceği herşeyi almak bu listede yer almaz.
Ufak bir kahve molası, ilginç birkaç dükkan dolaşmasının ardından öğle yemeği için Covent Garden’dayız. Burası Viktorya döneminde meyve, sebze ve çiçek pazarıymış. Bugün gelinen noktada, harika bir mimari dokunuşla restoranlar ve güzel dükkanlarla çevrili bir merkez. Ayrıca sokak gösterilerinin şahane örneklerini izleyebiliyor ve küçük klasik müzik konserlerine rastlayabiliyorsunuz. Londra’da kaldığımız süre boyunca birkaç kez yolumuzu buraya düşürdük ve ailecek bir tiyatro oyuncusunun performansına konu bile olduk. Sanatçı, Türkiye’den geldiğimizi öğrenince performansınının büyük kısmını Türkçe’ye çevirmemizi istedi. Çok keyifli bir etkinlikti.
Yine Covent Garden içinde Benjamin Pollocks Toy Shop, eski ama çok keyifli bir oyuncak dükkanı. Geleneksel el işi oyuncaklar, minyatür müzik kutuları, kes-yapıştır modeller, dolgu oyuncaklar, oyuncak tiyatro sahneleri gibi her yerde bulamayacağımız örneklerle içimizdeki ve yanımızdaki çocuğu mutlu ediyoruz.
Baleye ilgi duyanlar için Covent Garden çevresinde Bloch and Sansha Mağazası da güzel bir durak. Bizim küçük balerin için oraya uğruyor, bale ayakkabılarını ve aksesuarlarını inceleyip memnuniyet ibresini yükseltiyoruz.
Akşamüzerine doğru Trafalgar Square’deyiz. Meydandaki dört bronz aslanın her birinin önünde fotoğraf çekiliyoruz. Bizim küçük gezgin buraya gelmeden önce çocuklar için yazılmış pek çok Londra kitabını okudu ve bu aslanlar onun en çok ilgisini çeken mevzu oldu.
Biraz vakit geçirip trafik lambalarından karşıya geçiyor ve İngiltere’nin meşhur kitabevi zinciri Waterstones’a giriyoruz. Üç katlı devasa kitapçıda kendimizden geçiyoruz. Konu başlıklarının detaylandırılması karşısında şaşkınlık yaşıyoruz. Kırtasiye bölümü beni benden alıyor. Oldum olası kalem, defter almayı çok severim. Çocuk kitapları bölümü ise bizdeki büyük kitabevlerinin tamamı kadar. Sadece çocuk kitapları bölümünde onlarca konu başlığı var. Burada saatlerimizi geçiriyoruz. Kitapçıdan çıktığımızda hava kararmak üzere.
Günü bitirmenin ve yapılacaklar listesinde yavaş ilerlemenin verdiği telaşla otobüse atlayıp soluğu Westminster Abbey’de alıyoruz. Burası yüzlerce yıldır kralların taç giydiği ve gömüldüğü büyük kilise. Saadet ve hüzün yan yana. Biraz ilerleyip BigBen’i ve sonrasında London Eye’ı görüyoruz. Bilet sırası uzun değil fakat soğuk, rüzgarlı hava ve zil çalan karınlar yüzünden yine otobüsle Chinatown’a geçiyoruz. Güzel bir Çin yemeği ile ikinci akşamı da bitiriyoruz.
İkinci gün yağmurlu bir Londra sabahına uyanıyoruz. Bu şehirde yaşayanlar, yılın 300 günü böyle sabahlara uyanıyor olabilir, diye düşünüyourum. Tom’s Kitchen’a gidip kuru fasulye, sosis, black pudding, poşe yumurtadan oluşan tam bir İngiliz kahvaltısı yapıyoruz.
Karınlar doyunca birkaç sokak ötede Natural History Museum’a (Doğa Tarihi Müzesi) geçiyoruz. Giriş katında poz veren ve iskelet yapısının tamamına yakını bulunmuş olan kocaman Tyrex’i inceleyip müzenin derinlerine dalıyoruz. Dünyanın oluşumu, volkanlar, depremler, ilk yaşam belirtileri, dinazorlar gibi mevzuların hem çocukların hem de yetişkinlerin ilgisini çekecek şekilde hazırlandığı şahane bir müze gezisi kendimizi iyi hissettiriyor.
Müze çıkışı Notting Hill semtine gitmek üzere 360 numaralı otobüse biniyoruz. Aktarma yapmak için birkaç durak sonra indiğimizde çantamı otobüste unuttuğumu fark ediyorum. Feryat, figan bağırdığım ilk an şaşkınlığını attıktan sonra dönüp aynı durakta beklemeye karar veriyoruz. İçimde bir fırtına kopuyor, ama benden daha üzgün kızımı rahatlatmaya çalışıyorum. “Hiç merak etme. Dünyanın her yerinde iyi insanlar var. Bir tanesi de o otobüste. Çantamı alıp şoföre verecek” diyorum. Birkaç tane 360 numara geçiyor. Hiçbirinde yok. Ümidim giderek zayıflıyor. Yarım saat sonra gelen 360 numaranın şoförüne de derdimi anlatıyorum. Adam kaşlarını kaldırarak beni dinliyor. Bir süre yüzüme bakıp gülümsüyor ve tataaaa! Elinde benim çanta. Mutluluk ve şaşkınlık karışımı bir ruh haliyle adamın boynuna sarılıyorum, kahkahalarla gülüyoruz.
Bu ruh haliyle Notting Hill’e geçiyoruz. Yıllar önce Hugh Grant ile Julia Roberts’ın aynı isimli filminde görüp vurulduğum semt burası. Portobello sokağında kalabalığın arasında cıvıl cıvıl dükkanları dolaşıyor ve bir pub’ta günü bitiriyoruz.
Son günümüz Pazar. Pazar kahvaltısı ritüelini neden Londra’da yaşamayalım? Hem de Hyde Park’ta göle karşı, kuğuları izleyerek yapsak bu kahvaltıyı hoş olmaz mı? Olur elbet. Şu İngilizler iyi, hoş, nazik, yardımsever, dürüst, çalışkan vs. Fakat kahvaltıdan anlamıyorlar. Daha doğrusu dünyaya hükmedeceğiz, güneşi batırmayacağız derken mutfak işlerini epey boşlamışlar. Jamie Oliver’ın bu boşluktan yararlanıp başarıyı yakaladığına olan inancım bu gezide kuvvetlendi. Kahvaltımızı gölün hemen kenarında Serpentine Bar & Kitchen’da yapıyoruz. Hyde Park’ta yağmurun altında koşanlar, ata binenler, ortalıkta sessizce dolaşan sincaplar ve gölde yüzen kuğular... Pazar kahvaltısını keyifli kılan detaylar.
Mesafeler, yürümeyi seven bizleri korkutmuyor. Ama yağmur yüzünden yine iki katlı otobüslerden birine atlıyor ve Buckingham Sarayı’na geçiyoruz. Bizim küçük gezgin sarayı görecek olduğu için heyecanlı. Kafasında tam olarak ne canlandırdığını bilmiyoruz, ama sarayın tepesinde dalgalanan İngiliz bayrağını görünce biraz üzülüyor. “Kraliyet bayrağı olmadığına göre, kraliçe burada değil” diyerek hayalkırıklığını belirtiyor. Kraliçe sarayda olsa bizi Pazar çayına davet edecekti diye mi düşünüyordu acaba? Eh ne yapalım bir kafede mola verip çayımızı içeriz biz de...
Çay molasında bir sonraki rotamızı belirliyoruz. Fakat yolda Rainforest Cafe görünce küçük gezgini memnun etmek için bir mola daha veriyoruz. Buranın renkli dünyasında biz de geçmiş anıları tazeleyip Tracy Tree’ye ve kocaman timsaha selam verip British Museum’a doğru yollanıyoruz.
Kendimize orman temalı birer kitap ayracı almayı da ihmal etmiyoruz.
British Museum, Londra’nın kendisi gibi ayrı bir dünya. Galerilerin tamamını gezmek, 7 milyondan fazla antik ve modern objeyi görmek günler sürebilir. Binanın kalbi olan Great Court’tan giriş yapıp önce buranın tadını çıkarıyoruz. Burası bir zamanlar okuma salonuymuş. Kaynaklara göre Marx, Das Kapital’in bir bölümünü burada yazmış. Sherlock Holmes’un yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle ve başka sayısız yazar kitapları için burada araştırma yapmış. Bir mekanı benim için önemli kılan şey burada var. Yani yaşanmışlık.
Önceden tasarladığımız gibi yapıp müzenin Mısır ve yakın Doğu, Amerika ve Asya galerilerinin bir kısmını gezip birkaç saat geçiriyoruz. Bukadar bölümü görünce bile şaşkınlık yaşıyoruz. İngiltere dünyayı bu binaya taşımış. Eksik olmasın, ücret almadan halka açmış.
Müze çıkışı hemen karşıda yer alan Museum Street üzerinde birkaç ilginç dükkan geziyoruz. Londra’da son akşamımızı geçirmek üzere yürüyerek Soho’ya geçiyoruz. Ünlü saksofoncu Ronnie Scott’ın kendi adıyla anılan jaz kulübünde birer kadeh içki içip müzik dinliyor ve turun yetişkinlerini mutu ediyoruz. Sonrasında yine Soho’da yenilen bir akşam yemeği ile Londra’ya veda kadehlerimizi kaldırıyoruz. “Kısa bir süre sonra tekrar görüşeceğimizi hissediyorum Londra. Aklımın bir köşesini sende bırakıyorum, dönüp alacağım” diyorum.