Amsterdam tek başına bir maskeli balo gibidir. Her seferinde farklı yüzüyle karşılar. Bazen tutar elimden şık bir akşam yemeği yedirir, ardından klasik müzik konserine götürür. Kimi gün bisiklete bindirir, soluk soluğa gezdirir. Parklarda mola verir, müzelerinde saatler geçiriririz. Keyfim yerinde ve gece modundaysam eğer, çılgın gece hayatını koklarız. Erkenden uykum gelir, gece fazla uzamaz. Doğaya çıkmaksa niyetim, bu kez çevrede kasabalarını, çiftliklerini gösterir. Konuğu bir çocuksa kollarını şefkatle açar ve çocukça yönünü sunar bu kez. Sınırsız sayıda seçenekler serer önünüze. İşte bu sebeple oraya aç gider, tok dönerim. Şehre son gidişimizde anne, baba ve çocuk üçlüsüydük. Tekne ev kiralayarak birkaç bohem gün geçirdik şehirde. Haouseboat, yani tekne evler Amsterdam’ın önemli bir karakteristiği. İlk olarak 60’lı ve 70’li yıllarda konut sıkıntısı sonucu ortaya çıkan evler, sanki her gidişimde sayılarını katlıyor.Bugün tekne evde yaşamak bir zorunluluk değil, yaşam tarzı seçimi. Hauseboatların bir kısmı gerçekten tekne olarak yapılmış ve sonradan ikamet edilir duruma getirilmiş. Bizim kaldığımız ev ise terası, bahçesi filan derken suyun üzerinde yüzen gerçek bir ev görünümündeydi.
Tekne evde her türlü imkan var. Örneğin yerden ısıtma sistemi, her türlü araç gereci ile çok zevkli bir mutfak, aşağı katta yatak odası ve bir banyo. Alt katın suyun içinde yer aldığını belirtmeliyim. Suyun içinde olduğunuza dair tek kanıt, yatak odasının gemi tarzı yuvarlak pencerelerinden yansıyan su hizasındaki görüntü. Yoksa en ufak bir sallantı hissedilmiyor.
Komşumuz Erick, yirmi küsur yıldır tekne evinde yaşıyormuş. Kanal evlere uygulanan çok sıkı yasalardan ve vergilerden bahsetti. Kullandıkları kanalizasyon ve atık suların arıtılması ile ilgili filtrasyon sistemlerinin yüksek maliyetleri karşısında, bu evlerde yaşamak için gerçekten tutkulu olmak gerektiğine karar verdim. Böyle söyleyince, eliyle terastaki kanal manzarısını gösterip “Sence her sabah bu manzaraya uyanmak için değmez mi?” dedi. Gülümsedim, ama ne yalan söyleyeyim beş sabah o muhteşem keyfi yaşamak bana yetti. Bu manzaraya uyandıktan sonra her sabah, kanal evimizden çıkıp kırmızı bisikletlerimize atladık ve şehri altına üstüne getirdik.
Bizim küçük gezgin, babası ile tandem denen iki kişilik bisiklete bindi. Ben de onları kendi bisikletimle takip ettim. Kimi gün yağmurun, kimi gün ılık güneşin altında pedal çevirdik. Evimizin karşısında dev şehir kütüphanesi vardı. Bir gün oraya gidip kitaplar arasında kaybolduk ve bol bol fotoğraf çektik. Kütüphanenin mimarisi o kadar güzel ki her köşe, fotoğrafik cazibeler barındırıyor. Ayrıca burada dev fare evini ziyaret ettik. Bu evin yüksekliği 3 metre civarında. Mahalle olarak dizayn edilmiş küçük yapıda fabrika, atölyeler, dükkanlar gibi pek çok bölüm var. Her türlü eşyanın minyatür boyutta yapıldığını ve bu evin bölümlerine yerleştirildiğini gözünüzün önüne getirin. Şaşırtıcı, büyüleyici, muhteşem gibi sözcükler ağzınızdan dökülmeye başlıyor. Evin fotoğrafları, Karina Schaapman’ın yazdığı, Türkçe çevirisi de bulunan “Sam ile Julia” isimli çocuk kitabını süslüyor.
Başka bir gün kütüphanenin yüz metre ilerisinde NEMO’yu yedik bitirdik. Burası çocuklar için bilim ve aktivite merkezi. Her türlü fiziksel, kimyasal, matematiksel hadise çocuklara oyunla sunulmuş. “Dene yavrucuğum, yanılsan da dene. Eğlenerek dene ve denemekten hiç vazgeçme!” diyen bir merkez. Bizim küçük ve sonradan Amsterdamlı, bayıldı buraya. NEMO’dan soluk soluğa çıktı ve “Bir daha nezaman geliriz buraya” diye planlar yaptı.
Güneşin pırıl pırıl ve vaat dolu olduğu bir başka günde, otobüse atlayıp kendimizi kasaba yollarına vurduk. Kasaba yolları deyince zihninizde canlanan, otobüsün tıngır mıngır sallanarak gittiği, asfaltın delik deşik, yolun sağında ve solunda derme çatma yapıların olduğu imajı derhal silin. Onun yerine fırçanızı yeşilin her tonuna bulayın ve sağlı sollu tarlalar, meralar yapın. Bu tarlalara serbestçe gezen, otlayan mutlu ve bakımlı inekler kondurun. Sonra, evinize getirip biblo yapmak isteyeceğiniz kadar güzel evler çizip etrafa belirsiz bir düzen içinde serpiştirin.
Düzen hep olsun, ama hiç rahatsızlık vermesin. Buralarda kimler yaşar, hiç dertleri tasaları var mıdır diye içiniz merak dolsun. Hatta bu huzuru kıskandığınızı utanarak farkedin.
Edam ve Volendam Amsterdam’a çok yakın kasabalar. Bu bölgeye “Waterland” (Su Diyarı) deniliyor. Edam, meşhur peyniri , Volendam ise küçük sevimli limanı ile hafızalara kazınıyor. Amsterdam müzecilik alanında her şehre örnek olabilecek yetkiye sahip. Büyük müzeleri şahane, evet. Ama, ev müzeleri ve spesifik konulara ayrılmış küçük çaplı müzeleri de görülmeye değer. Biz bu gezimizde Rembrandt ‘ın evini ziyaret ettik. Bu ziyarette Rembrandt’ın sadece bir ressam değil, aynı zamanda büyük bir sanat kolleksiyoncusu olduğunu gördük. Dünyanın dört bir yanından topladığı obje ve resimleri evinde sergileniyor. Fakat müzedeki esas şaşkınlığı dolap içine gizlenen karyolaları gördüğümüzde yaşadım. Ortalıkta hiç yatak yok. Sadece dolaplar var. Dolapları açınca da uzanabileceğiniz değil, oturabileceğiniz büyüklükte yataklarla karşılaşıyorsunuz. Sebep ilginç. O dönem uzanmak ölümle özdeşleştiğinden, batıl inançlı Hollandalılar oturarak uyurlarmış.
Müze evin çatı katında, yani Rebrandt’ın çalışma odasındaki düzen, sanki az önce ressam oradaymış gibi devam ediyordu. Odanın bir köşesinde Güzel Sanatlar Fakültesi, resim bölümünde hocalık yapan modern giyimli adam, o günki yöntemlerle boya elde etmeye çalışıyordu. Önünde duran küçük masada havanlar, spatulalar, çeşitli renklerde kökler, tohumlar ve mineraller vardı. Bizim Küçük Gezgin’i yanına davet edip eline bir havan tutuşturdu ve dövmesini istedi. Sonra da o dönem boya elde etmenin ne denli zor olduğunu anlattı ve binbir zahmetle çeşitli renkler elde etti. “Köşedeki kırtasiyeden iki tüp boya kapıp geleyim mi hocam?” diye söylenen içimdeki çocuğu büyük çabayla susturabildim.
Amsterdam müzecidir, sanat aşığıdır, çocukçadır, ama gastronomi meraklılarını da memnun etmeden bırakmaz. Dünya mutfaklarının güzel örneklerini önünüze serer. O halde gastronomi dosyasını açmanın vaktidir. İlk örnek sır gibi bir kafe-restoranla ilgili. Merkez İstasyon’un içinde, Platform 2B’de saklanıp kalmış 1E Klas adında çok eski ve şık bir kafe. Adını daha önceki birinci sınıf bekleme salonundan almış. Art Nouveau tarzlı, yüksek tavanlı bu yerde kendinizi Agatha Christie romanlarında sanabilirsiniz. Bir sabah kahvaltımızı burada yaptık. Yenilenler değil, ama atmosferi yaşamak için gidilir. Hotel de Goudfazant ise akşam yemeği için güzel bir deneyimdi. Adında otel kelimesi olduğuna bakmayın, sadece restoran. Deutsch mutfağını modernize ettikleri menülerinde balık, tavuk ve av etleri var. Restoranın binası da menüsü kadar hoş. Eski fabrikadan bozma kocaman bir bina. Kuzey insanın “ham bırakma” zevkinin bir yansıması. Çok beğendim ve çok keyif aldım buradan.
Amsterdam’ın semt pazarları ve buradaki sokak lezzetleri de keyif verir bana. Bu kez Waterloopleinmarkt’a uğrayıp tezgahlar arasında kaybolduk. Ekmek arası Haring (turşu ile servis edilen ringa balığı) yedik. Çin yemeği sevenler için de pek çok seçenek var. Fakat bizim komşu Erick, “Ben ve diğer pek çok Amsterdamlı Çin yemeğini sadece Nam Kee’de yer” deyince soluğu orada aldık. Sevmiş olmalıyız ki birkaç defa Nam Kee’ye misafir olduk. Şehir merkezinde olsun, ama geleneksel ve eski olsun diye ısrarcı olduğum bir öğle yemeğini ise Pantry’de yedik.
Burnuma biraz turistik kokular gelse de burayı da sevdim. Pantry’de geleneksel ve hikayeli bir yemek olan Hutspot yedik. Anlatılanlara göre Hollandalılar, türlüyü andıran bu yemeği Seksen Yıl Savaşları sırasında İspanyol askerlerinden öğrenmişler. Yedik, içtik, güldük, söyledik derken peynirleri unuttuk sanmayın. De Kaaskamer’e uğrayıp haftalık değil, aylık peynir alışverişimizi de yaptık. Böylece bir Amsterdam maceramızın sonuna daha geldik. Yazıyı bitirdim, gidip ucuz Amsterdam bileti bulabilirmiyim diye bakayım. Ziyadesiyle burnumda tüttü şehir.