Akşamdan uykuya yatırılıp bahar sabahında uyansam, Vieux Port’un (eski liman) eşsiz manzarasını izlerken kahvaltımı yapsam ve sırtımı güneşte ısıtsam. Bu kış çok üşüdüm artık ısınmak ve Marsilya’da baharı karşılamak istiyorum.
Marsilya öyle hemen sokulan, gülümseyen, kendini sevdiren bir şehir değil. Sevilmek için anlaşılmak isteyen insanlar gibi. Gel beni tanı, kokla, dinle, dokun ve sev diyor. Günün sonunda sevmezseniz çok da umursamıyor. Kaldığı yerden kendi çılgın enerjisini yaşamaya devam ediyor.
Fransa’nın bu asi delikanlısı 2600 yılı devirerek “Avrupa’nın En Eski Şehri” unvanını almış. M.Ö. 600 yılında Phokaia halkı (Foçalılar) burayı yerleşmeye değer bulmuş ve yeni bir yaşama adım atmışlar.
Marsilya’nın tarihinde ikinci önemli dönüm noktası 1789 yılında Fransız Devrimi sırasında yaşanmış. Buradan 6 bin gönüllü devrime katılmak için Paris’e yürümüş ve yolda dillerinden düşürmedikleri marş “La Marseillaise”, Fransa milli marşı olarak kabul edilmiş.
Marsilya’ya gitmeden önce şehirle ilgili çalışırken hangi kaynağa baksam karşıma La Caravelle diye bir caz bar çıkıyordu. Mutlaka gitmeliyim listeme ilk önce bu barı ekledim. Bir veya birkaç gece burada caza doyar, yorgunluk atarız diye kafama yazdım, altını çizdim.
Kalacağımız otel Vieux Port’ta, limanın dibinde, eski, eğri büğrü ama çok kıymetli binalardan biriydi. Pencereyi açınca deniz kokusu odaya doluyor, ama valiz ve iki kişi zor sığıyordu. Tuvalet deseniz buzdolabı kadar anca var ama olsun pencereden bakınca karşı tepede Basilique Notre Dame de la Garde bizi selamlıyordu.
Yorgunluktan farkında değildim ama otelle ilgili ağzımı kulaklarıma vardıracak sürpriz, alt katta beni bekliyormuş. Meşhur La Caravelle Bar bizim salaş ama asil otelimizin birinci katındaymış. Sonraki bütün akşamlar ve sabahlar La Caravelle bizi eski, ahşap, samimi ortamında ağırladı. Kahvaltılar, atıştırmalıklar ve güzel içkiler ikram etti. Beni, “Marsilya’ya yerleşsem La Caravelle’de garson olup lacivert-beyaz enine çizgili Marseillaise tişörtümle, tasasız bir hayat sürsem” hayallerine sürükledi.
Vieux Port bölgesi şehirde en merkezi nokta. Sabah çok erken saatlerde (06.00 gibi) kurulan balıkpazarı neredeyse bizim dibimizdeydi. O nedenle bir sabah çok erken kalkıp pazara gittik. Deniz kestaneleri, yılan balıkları, ahtapotlar, denizatları, ıstakozlar, kalamarlar ve adını sanını bilmediğimiz pek çok deniz canlısı ile karşılaştık. Ben şu turuncu kabuklulardan aldım, dönüşte kolye ve küpe yaptırdım.
Denizden çıkan canlı çeşidi bu kadar fazla olunca bunun mutfağa yansıması da kaçınılmaz. Şehir irili ufaklı sushi restoranları ile dolu. Birkaç öğle yemeğimizi bu restoranları deneyerek geçirdik. Onun dışında deniz kestanesi çok tüketiliyor. Buz dolu tabakların içinde servis ediyorlar. Bizim Ayvalık’ta da hemen deniz kenarında balıkçılar deniz kestanesi açıp ikram ederler. Ama ben ilk Marsilya’da yedim ve her deniz canlısına duyduğum gastronomik sempatiyi deniz kestanesine de duydum.
Bütün bu deniz ürünlerinin ötesinde, şehirde bir başka gastronomik efsane var: Bouillabaisse (bulabeyz diye okuyunuz). Kendisi, Marsilya’ya gelen herkesin yemesi için önceden çeşitli yollarla şartlandırıldığı tarihi balık çorbası olur. Bu şartlanmalar neticesinde şehre indiğiniz ilk andan itibaren nerede en lezzetli ve uygun fiyatlı “Bouillabaisse” yerim telaşına düşer, fiyatlar karşısında birkaç gün debelenir durursunuz. Kafanıza koyduğunuz şeyi mideye indirme hırsı ile fiyatların her yerde yüksek olduğuna kanaat getirip teslim olursunuz. Neyseki biz en iyi yerlerden birine, Le Miramar’a teslim olduk.
Ödenen para ve lezzet arasındaki ters orantı bir zamanların fakir yemeği olan Bouillabaisse’e yakışmıyor doğrusu. Çünkü zamanında bu yemeğin ortaya çıkış sebebi yoksulların karnını doyurmakmış. Milattan önceki tarihlerden beri balıkçılar sabah erken saatte limana döner, ticari değeri olan balıkları satar, geriye kalan kaya balıkları gibi satılmayanları ise fakir mahallelerde kaynayan kazanlara atarlarmış. O zamanlar deniz suyuyla yapılan çorba, şimdi balık stoğu ile yapılıyor. 20. yüzyıl başından itibaren de fakir yemeği olmaktan çıkan Boullabaisse, bugün sahip olduğu astronomik ve gastronomik tahta o yıllarda çıkmış anlaşılan.
Marsilya’da yapılabilecek en güzel şeylerden ilki sokaklarında avare avare dolaşmak. Bu avarelik sırasında size dünyayı unutturacak ama başka kapılar açacak sanat galerileri, sabun üretim atölyeleri, antikacılar, sahaflar ve butiklerle karşılaşmak garanti.
La Panier semti böyle bir yer. Limanın kuzey yamacında kalan La Panier, 20. yüzyılın son çeyreğine kadar batakhane ve fuhuş merkeziymiş. Sonra hızlı bir modernizasyon yaşamış. Bugün sanat galerileri, küçük barlar ve atölyelere ev sahipliği yapıyor. Daracık sokaklar; yokuş in, merdiven çık şeklinde dolaşılıyor. Fakat hemen her bina duvarındaki graffitiler ve sevimli vitrinler mecburi molallar verdiriyor. Yorulmadan geziliyor bu şahane semt. La Panier’in batı kıyısında liman kalesi Fort Saint-Jean ve hemen ucundaki modern müze kompleksi MuCEM’i de bu tura eklemek gerek.
Yokuş inip çıkmalara rağmen “Hala günlük egzersiz ihtiyacımı karşılayamadım” diyen hareket bağımlılarındansanız, gün batarken bir tepeye daha tırmanmalısınız. Limanın güneydoğusunda tepede yer alan Notre Dame de la Garde Katedrali’nden bahsediyorum. Burada gün batımını izlemek, şehri tepeden, turuncuya boyanmışken görmek eşsiz bir deneyim. Diyelim ki eski limandan tekneye binip dibine kadar gitmeye vaktiniz yok (benim gibi), meşhur İf Adası’nı da bu yükseklikten görebilirsiniz. Fransa’nın Alcatraz’ı olarak bilinen İf Adası Şatosu, yüzyıllarca hapishane olarak kullanılmış. Alexandre Dumas’ın “MonteKristo Kontu” romanı ile ada, asıl ününü kazanmış. Tepede turuncu günü batırdıktan sonra frenlerinizi boşa alıp yokuş aşağı kendinizi bırakabilirsiniz. İnmek, çıkmaktan daha kolay.
Sanılmasın ki Marsilya’da yürünecek düz alan yok. Var elbette. Limanın arka sokakları yine güzel dükkanları, kafeleri ve lokantaları ile çok cazip. Bu sokaklardan birinde çok enteresan bir dükkan var. Buraya dükkan demek haksızlık olabilir aslında. Yatay şekilde konumlanmış dev bir mağaza. Adı Maison de l’Empereur. İlk anda imparatorların alışveriş yaptığı bir yer gibi algılansa da bende yarattığı derin merakı dindirmek için yaptığım küçük araştırmadan sonra, kurucusunun soyadının Empereur olduğunu öğrendim. 1827 yılında kurulmuş bin metrekarelik mağazada ürün yelpazesi çok çılgın. Birinci bölümde kaliteli tekstil ürünleri var. Her şeyden az sayıda. Saf yün iç çamaşırları, oduncu gömlekleri, ev ayakkabıları gibi...
İkinci bölüm ise Paris’te Dehillerin ve Amsterdam’da Duikelman mağazaları gibi mutfak aletleri cumhuriyeti. Pasta kalıpları, tahta kaşıklar, spatulalar, bıçak setleri, çeşit çeşit termometre, bakır sosluk ve tencereler... Bizim mutfak sevdalısını çılgına çevirecek bir ortam. Gittiğimiz bütün şehirlerde oyuncakçı arar gibi “mutfakçı” aramamız bundandır. Üçüncü bölüm ise bahçe malzemeleri, hırdavat, marangoz ve ev aletleri sergiliyor. Her şey öyle cazibeli ki hiç ihtiyacımız olmadığı halde elimizde çeşitli boyda çengeller, desenli ipler, döküm tava ile bulduk kendimizi. Sonra aklımızı başımıza toplayıp hepsini yerlerine bırakıp çıktık bu büyülü dükkandan.
Marsilya’nın kendisi de bu dükkan gibi. Her zevke ve keseye hitap edecek bir şeyler bulmak, büyülenmek mümkün.