Sabiha Gökçen Havaalanı'ndan 22.35’te kalkan uçak ile, 3-3,5 saat süren bir yolculuktan sonra Türkiye saati ile gece 2'de Marsilya’daydık. O saatte şehre gitmek için herhangi bir toplu ulaşım aracı yok. Taksi desen pahalı… Mecburen terminalde sabahlayacağız. Neyse ki yalnız değilim. Uçaktan benimle inen bir kadın öğrenciyle havaalanında sabahı ediyoruz. Saat 5’e doğru terminaldeki kafelerden biri açıldı. O kendine bir kahvaltı ben de bir kahve aldım. Saat 5.30’da o metro shuttle’ına yöneldi ben de şehir merkezine gitmek için otobüse…
Şoförden satın aldığım biletin ücreti 8 euro. St. Charles Garı'nda otobüsten indim. St. Charles’ın merdivenlerinden, tepedeki Notre Dame de la Garde Kilisesi’ni fotoğraflamaya çalıştım. Sabahın ilk ışıkları fotoğraf için iyiydi. Biraz oyalanmış oldum. Sanırım saat 7.00’ye doğru oteldeydim. Rezervasyona göre otele 13.00’de giriş görünüyor. Ama ben sabahın köründe buradayım. Bana geçici olarak, odam hazır olana kadar dinlenebilmem için boş bir oda verdiler. Biraz dinlendikten sonra Eski Liman’a indim. Eski Liman şehrin merkezi gibi.
Limanın sağ yanında güzel restoranlar var. Bir yerlerde salata yedim. “Niceoise”. Salata doyurucuydu. Servis iyiydi. Limanın sol yanında ise hediyelik eşya satan dükkanlar, kafeler ve bir de “Sabun Müzesi” var. Tabii adı “müze” aslında lavanta üzerine bir satış mağazası…
Yemekten sonra Turizm Ofisi'ni aradım. Canabier Caddesi’nin Eski Liman'a çok yakın bir noktada: Office de Tourisme et des Congres de Marseille. Yani kısaca Marsilya Turizm İnfo diyelim biz buna. Ofisin içerisi geniş ve serin. Oldukça düzenli. Broşür ve materyallerle dolu. Pek çok genç görevli var. Bunlardan biri, ki adı Gabrielle, bana çok yardımcı oldu. Güleryüzle tüm sorularıma cevap verdi. Planlama için zaman tanıdı. Marsilya ve Aix Provence haritaları verdi. Verdiği bilgiler ve broşürleri inceleyip değerlendirdikten sonra iki tura katılmaya karar verdim. İlki 20 Haziran’da yapılacak “Provence’da Bir Gün”, ikincisi ise 21 Haziran’daki “Luberon Köyleri” turları. Biraz pahalı olacak bu günübirlik turlar ama hiç değilse güvenli ve zaman kazandırıcı. Yarın ise Aix en Provence’a gitmeyi düşünüyorum.
Turizm ofisindeki planlamadan sonra tekrar Eski Liman’a döndüm ve yine sağdan devam ettim. Hava çok sıcak. 8 euro ödeyerek küçük tren bileti aldım. Aslında Panier turu satın aldığımı sanıyordum. Ama görevli onun yerine Notre Dame de la Garde (denizcilere adanmış tepedeki kilise) bileti vermiş. Trenle kiliseye çıkıp içinde dışında bol bol fotoğraf çektim.
Manzara şahaneydi. Marsilya’yı yukarıdan seyretmek için iyi bir fırsat.
Sonra kilisenin müzesini gezdim (Bu arada müze ücretinde öğrenci indirimi var). Müze iyi düzenlenmiş. Kilise hakkında detaylı bilgiler var.Başka bir küçük trenle aynı yoldan Eski Liman’a döndük. Buradan Katedral Mayor’e yöneldim. Kapanmadan 5 dakika önce (18.25) yetişebildim. İçi güzeldi. Ne çok gösterişli ne de soğuk. Ama azametli. Farklı bir stilde… Kilisenin kapanış çanlarına aldırmadan sağda solda fotoğraflar çekerek bir on dakika daha kaldım. Kilisenin etrafında dolaşarak birkaç fotoğraf da dışarıda çektim.
Sonra hemen karşıdaki Belediye Binası’na yöneldim. Bir fotoğraf sergisi varmış. Onu gezdim. İlginçti… Deneysel bir çalışma. İki fotoğraf alt alta… Üstteki fotoğraf orijinali alttaki ise işlenmiş… Cam boyama gibi… Sonra müzik sesini, hoş Fransız şarkılarını (chanson) duyup arka bahçeye yöneldim. Sahnede bir erkek sanatçı şarkı söylüyor. Sıra sıra dizilmiş sandalyelerin hepsi dolu. Yaşlı, genç, şık, kadın ve erkekler… Ben de arka sıraya geçip ayakta biraz dinledim. Sonra boş bir sandalye bulup oturdum. Meğer bu aktivite, yerleşmek için Marsilya’ya yeni gelenlerle kaynaşmak amacıyla düzenlenen geleneksel bir kokteyl imiş. İkinci erkek sanatçı da bir şeyler söyledikten sonra kokteyl başladı. Anonsla birlikte herkes ikram masasına yöneldi. Burada da durum aynı yani… Bu arada şarkılar devam etti. Özellikle ikinci bölümde söyledikleri opera şarkıları gerçekten güzeldi. Opera eğitimi aldıkları ve çok deneyimli oldukları anlaşılıyordu. Sahne performansları çok iyiydi. Ama pek çok insan yeme-içmeyle ilgili görünüyordu. Benim içinse sürpriz bir müzik ziyafetiydi. Elbette sonuna kadar değerlendirdim."La Chante mi cantare”ye eşlik ettim. Öyle ki birileri İtalyan olup olmadığımı bile sordu. Bu da günün geyiği idi… Bu şahane konserden sonra Eski Marsilya olarak adlandırılan Panier (“Sepet” demekmiş) sokaklarında dolaşmaya başladım. Haritasız, herhangi bir yeri aramadan, plansız dolaşmak güzeldi. Bir kafede Latin bir müzik grubuna rastlamak, bir duvar resminin altındaki gençlerin fotoğrafını çekmek ve bir camda eski bir artistin fotoğrafını görmek güzeldi.
Rast geldiğim Charter (Sanat ve Arkeoloji Müzesi) kapalıydı. Tabii saatin epey ilerlediğini de hatırlattı bana… Fotoğraf çekerek République Caddesi’ne indim. Oradan tekrar Eski Liman (Vieux Port). Restoranın birinde doğal pişirilmiş midye ve patates kızartması ile karnımı doyurdum. Hava oldukça geç kararıyor ve Marsilya’da yapacak pek çok şey vardır mutlaka. Ama ben çok yorgunum.
Ertesi gün Aix-en Provence'taydım.Bir sonraki gün ise "Provence'da Bir Gün" turunda. Sonraki gün Luberon köylerini gezdik İtalyan bir grupla...
Marsilya’ya ulaştığımızda saat sanırım 17.30’du. İtalyan grupla ve rehberle vedalaştık. Ardından Canabier’de biraz yürüdüm. Tam 18.00’de Cantini Müzesi önündeydim. Ama kapandı. Modern sanat eserlerinden oluşan koleksiyonlar barındıran bu müzeyi gezemedim. Ama bahçe kapısını kapatmaya hazırlanan görevli müze binasının birkaç fotoğrafını çekmeme izin verdi. Teselli niyetine…
Ardından yukarı doğru Castellone Meydanı’na çıktım. Meydandaki anıtın fotoğraflarını da çektim. Prada Caddesi’nden yürüdüm. Parc Chanot’ya girmedim. Stade Velodrome’un merdivenlerinden yukarı çıkıp biraz etrafı seyrettim.
Bilseydim oradan Radieuse’e (renkli bir toplu konut uygulaması) geçerdim. Ama Bulvar Barnal’den Parc Borely’ye doğru yürüdüm. Parka girerken görevlinin biri bazı kapıları kapatıyordu. Geçmeme izin verdi ve bir müzik etkinliğinden bahsetti. Ama bulamadım. Parkın içindeki saray gibi bir binayı fotoğraflamakla yetindim.
Park çok büyük ve yakın gibi görünen bir yer en az birkaç kilometre… Bense çok yorgunum, zorlukla adım atıyorum. Yanımdan gülerek, birbiriyle şakalaşarak geçen insanlardan sanırım enerji alarak dayanıyorum. Parktan çıktım. Çıktığım cadde Parc Borely Caddesi imiş. Oradan tekrar Prada Caddesi’ne geçtim. Bir yerlerden müzik sesleri gelmeye devam ediyordu. Ama ben bulamamıştım. Plaja göz atmak için halim yok. Tam kavşaktaki “Le David” yazan yere kendimi zor attım. Ardından bir şeyler içerek burada birkaç saat dinlenmeye çalıştım. Hoş bir kadın şarkıcının şarkıları eşliğinde… Ardından taksi ile otele dönüş.
Ertesi gün ise, dünün yorgunluğunu atmak bayağı uzun sürdü. Öğlene kadar odada dinlendim. Güzel bir kahvaltının ardından yine yollara vurdum kendimi. Noilles’den Garibaldi Bulvarı’na çıktım. Palais Des Arts’ı görmek istedim. Haritaya göre geldiğim yerde güzel bir bina var. Dışardan fotoğraflarını çektim. Ama orası mı değil mi emin olamadım. Zira kapının sağında “konservatuar” yazıyor. İçeri girince sanata ev sahipliği yaptığı hemen anlaşılıyor. Ama görevli kadın ilgi ve nezaketle, Palais Des Arts’ın Borely Parkı'na taşındığını söylüyor. Oradan, Cours Julien’e geçtim. Aslında kaldığım yere bu kadar yakın olduğunun da farkında değilmişim. Cours Julien’de, havuzun yanında bulunan bir kafede oturdum. İyi geldi. Hafiften esen yel, yorgunluğumu da alıp götürdü. Ruhum dinleniyor. Şehrin gürültüsünden uzak; huzur var burada. İnsanlar dinleniyor. Öğle vakti. Bir yandan yemek yiyip bir şeyler içiyor bir yandan sohbet ediyorlar. Sanki herkes birbirini tanıyor gibi… Komün gibi yaşayıp gidiyorlar sanki… Bir adam köpeğiyle top oynuyor. Köpek de nasıl heyecanlı ve mutlu görünüyor. ”Haydi, at çabuk, ben yakalayacağım”. Sahibi olağan bir şekilde atıyor. O heyecanla havuza girip yakalıyor ve oyun böyle devam edip gidiyor...
Meydanın sol köşesinde evsizler var. Kimi yatıyor, kimi birbiriyle konuşuyor. Kuşlar masaların altında kısmetini arıyor. Garsonlar hem herkese yetişmeye çalışıyor hem de acele etmiyormuş havasındalar. Cours Julien’in kendine özgü bir ritmi var çünkü... Bu ritmi bozmak istemiyorlar.
Sanat her yerde Cours Julien’de. Boyanmamış, çizilmemiş bir duvar yok gibi…
Ben de Fransız usulü bir cafe noir ile etrafı seyredip düşünüyor ve yazıyorum. Burada olmaktan mutluyum ve tuhaf bir şekilde sakin ve huzurluyum.Tabii bu durum uzun sürmüyor. Sınırlı zaman akıp gidiyor ve bir yanım Marsilya’daki sürenin kısaldığını hatırlatıp duruyor. Gitmek istediğim başka yerler var daha: If ve Frioul adaları, Vallons des Autres Limanı…Ama onlardan önce Moda Müzesi yolumun üzerinde… Zilde müze adını buluyorum. Ama ısrarlı çalışlarıma cevap alamıyorum. Hemen yandaki Turizm Ofisi'nden onun da Borely Park’a taşındığını öğreniyorum. Bari gelmişken If Şatosu ve Frioul Adası’na nasıl gidileceğini de öğreneyim. Eski Liman’daki Navette’e gittiğimde son If Adası botunu kaçırdığımı öğrendim. Onun yerine Frioul’ı önerdi görevli. Zaten If adası da küçük bir ada kale diyerek… Frioul’den geç saate kadar dönüş imkanı varmış. Saat 22.00 için dönüş biletimi de satın aldım. Frioul Adası oldukça sakindi, biraz yürüdüm. Kayalıklarda güneşlenip denizi seyre daldım. Güneş içimi ısıttı. Denizi ise hep sevmişimdir.
Daha sonra biraz yürüdüm ve aşağıda küçük bir koy gördüm. Plajında güneşlenen birkaç kişi vardı. Biraz yürüdükten sonra adadaki sitenin içine girdim, bir meydana çıktım. Aşağıdan fotoğrafladığım şapel ordaydı. Liman manzarası da önünde… Ayrıca farklı tarzlarda uyumsuz eşyalarla dolu bir tapas barı vardı. İçerideki insanlar çok dostça görünüyordu, birbirleriyle hoş bir sohbete dalmışlardı. Etraflarında iki köpek neşeyle dolanıyordu. Biri kar beyazı bir terrier, diğeri de şebek bir orta ırk. Biraz sevdim. Ardından bir kahve söyleyip üçlü koltuklardan birine kendimi attım.
Kahveden sonra kıyıdaki yola çıktım. Limana dönmek yerine eski hastane yönünde yürümeye başladım. Vakit epey ilerlediğinden adadaki plajlardan limana doğru geri dönenlerle karşılaşıyordum. ”Millet gider Mersin'e ben giderim tersine” durumu yani… O kadar yürümeme rağmen hala hastaneye ulaşamamıştım. Hala uzak görünüyordu. Gitmekten vazgeçtim. Kıyıdan sola dönüp bir tepeye tırmanarak, hiç değilse tam karşıdaki Marsilya’yı bir de bu yükseklikten seyretmek istedim. Yolda hiç kimseler yok. Sadece kuşlar var ve sesleri feryat figân. Ama ne korku veriyorlar ne de herhangi bir huzursuzluk duyuyorum.Bana Yaşar Kemal’i ve “Kuşlar da Gitti” romanını hatırlattı.
Bu atmosferde “Kuşlar da Gitti” diye bir film çekilse nasıl olurdu diye de düşünüyorum… Sürekli kuş çığlıkları... Evet, tek kelimeyle “çığlıklar” eşliğinde korku filmlerini aratmayacak, yıkık dökük kale ortamında “insan, insanın yalnızlığı ve varoluş sorunları” üzerine bir film. Kuşların çığlığı, insanların çığlığı, sürekli esen rüzgârlar ile şehir gürültüleri arasında benzerlikler kurarak, metaforlar oluşturarak tam da Avrupa Sineması'na yakışır bir film çekilebilir burada. Kafkaesk bir yalnızlık içindeki ben, elinde fotoğraf makinası ile bir tepeye tırmanıyor. Ulaştığında gördüğü şey: Kayalıklar, kayalıklara çarpan dalgalar. Duyduğu ise sadece dalgaların sesini bile bastıran kuş çığlıkları… Karşısında ise olanca eskimişliği, olanca karmaşıklığı ile uzaktaki Marsilya dünyası ve onunla arasında If Adası… If…” Tepeden terk edilmiş karantina hastanesi olan Caroline de görünüyor. Değişik bir bitkinin yukarı doğru dik uzanmış dallarını doğal çerçeve olarak kullanıp fotoğrafını çekiyorum Caroline'in ve ardından If Adası'nın.
Film devam ediyor galiba… Sonra arkama dönüp aslında çok eski bir geçmişi olan ama daha düne kadar kullanıldığı beton bloklardan ve duvarlardan anlaşılan yıkıntılara bakıyorum. Artık kuşlara ev sahipliği yapıyor. Sanırım bir de benim gibi yolunu şaşırmış sürpriz ziyaretçileri ağırlıyor. Hoş bir gün batımı sunuyor bana. Kuşlarla seyre dalıyoruz. Manzara müthiş…
Ama saat neredeyse 21.00 ve vapurun 22.00’de kalkacağını hatırlayıp kestirme bir iniş arıyorum. Kuşlara sevgiyle bakıp selamlıyorum. Hatta bir ara onlarla konuşmaya başladığımı da hatırlıyorum. Tepeden hızla inerken, düşmemek için gayret sarf ediyorum. Karşımdan gelen birkaç kişi beni gördüklerine şaşırmış görünüyorlar. Nazikçe selamlayıp yanlarından geçiyorum. Ama gözlerindeki şaşkınlığı hala hatırlıyorum. Tepeye çıkış oldukça zorluydu. Ama iniş kısa sürdü. Sanıyorum saat 21.20 ya da 21.25’ti ve vapura daha vakit vardı. Vapurdan ilk indiğim yerden sola devam edip restoran ve kafelerin olduğu kıyıda bir tur daha attım. Sonra iskeleye geri gelip ayaklarımı denize sarkıtıp çocuklar gibi sallamaya başladım. Sanıyorum balıklar da bana eşlik etti.
21.45’e doğru vapur iskeleye yanaşmıştı ve dakikalardır yalnız olduğum girişi birden insanlar doldurmaya başladı ve tam vaktinde, 22.00’de vapur hareket etti. 20 dakika sonra Marsilya Eski Liman’a yanaşıyorduk. Tabii ben adaya giderken olduğu gibi heyecanla bir o yana bir bu yana koşturarak fotoğraf çekmeye devam ediyordum. Biliyorum, hareket halindeki bir vapurda çekim hele de gece çekimi zor. Ama ışıklarla Marsilya o kadar çekici görünüyor ki… Mavi ışıklarla MuCEM’de (Akdeniz ve Avrupa Medeniyetleri Müzesi - Musée des Civilisations de l'Europe et de la Méditerranée) güzel görünüyordu.
Vapur limana yanaşıp yolcularını boşalttığında bile ben hala fotoğraf çekiyordum. Görevlilerin uyarısıyla bulunduğum üst kattan hızla inip kendimi vapurdan kıyıya attım.
İtalya yolcusuyum bugün. Fransa’da son günüm. Ne çabuk geçti. İsteksiz ve geç kalktım. Keşke Milano’ya gitmeseydim dedim kendi kendime. Milano için hiç heyecan duymuyorum. Ama biletini internetten almıştık bir kere… Marsilya’da son bir yer daha göreyim çabasıyla Eski Liman’dan 83 numaralı otobüse bindim. Vallons des Autres’a gittim. Bu küçük liman için iyi şeyler yazıldığını okumuştum. Küçük, şirin bir liman gerçekten. Sakinleri işinde gücünde. Renkli evleri ile bana birçok fotoğraf verdi. Sakin sakin çektim ben de.
,
Ardından küçük bir kafeteryanın dışardaki üç masasından birine yerleşip bir kahve içtim. Kahveden sonra kalkıp köprünün deniz tarafındaki dik merdivenlerden tekrar yola çıktım. Ayak Anıtı'nın son bir fotoğrafını da çekip yolun karşısına otobüs durağına geçtim. İki kullanımlık (aller-retour) biletimle son kez otobüse bindim. Sabun Müzesi'nde inip orayı da gezdim. Bu butik müze güzeldi. Ama fiyatları pahalı geldi. Oradan çıktıktan hemen birkaç adım sonra gördüğüm indirimli mağazasından lavanta keseleri ve küçük bir kutu aldım. Canabier’ye açılan bir sokakta gördüğüm pazar yerine daldım. Öğle olmuştu ve ben çok acıkmıştım. Yerel yiyecekleri tatmak için ve de fotoğraf çekmek için pazar yerleri iyi fırsatlar sunar her zaman. Nitekim öyle oldu. Aldığım provencial patatesimi (ki bildiğimiz domatesli, patatesli, soğanlı sebze kızartması) yiyip tekrar yola koyuldum. Son olarak Reform Kilisesi’ni (Eglise Saint-Vincent de Paul) ziyaret ettim.
,
Ardından St. Charles Garı’ndan manzaralı trenle Milano’ya doğru harekete geçtim.
Bu seyahetle ilgili diğer yazıları okumak için aşağıdaki başlıklara tıklayabilirsiniz:
MANZARALI TRENLE MARSİLYA'DAN MİLANO'YA