Lavantanın İzinde: Provence Bölgesi

Yıl 2006 idi. İşten izin almış Kanada’nınToronto kentine İngilizce eğitimine gitmiştim. Yaz aylarında farklı farklı festivallerle dolu olan bu kentte elbette Yemek Festivali de yapılıyordu. Bu farklı ulusların mutfak kültürleriyle tanışmak, çeşitli yemeklerin tadına bakmak için de iyi bir fırsattı. Bu fırsatı değerlendirmek lazımdı…

Festival alanı Toronto Senfoni Orkestrası ve Toronto Mendelson Korosu’na da ev sahipliği yapan Roy Thomson Hall’un hemen arkasındaydı. Festival alanında gezip değişik yemeklerin tadına bakarken alanın yakınındaki kırmızı halı ve birtakım gazeteciler ve araçları dikkatimi çekti (Sanırım iyice doymuş olmalıyım). Birden içimdeki merak duygusu depreşti ve festival alanından çıkıp gazetecilere doğru yürümeye başladım. Öyle ya Kanada’da Toronto’daydım ve bir de kırmızı halı anım olsundu.

500 metre kadar yürüdükten sonra gazetecilere yaklaşıp “burada ne olduğunu” sordum. “17.00’da Russell Crowe gelecek, onu bekliyoruz” diye cevap verdiler. Meğer o gösterişli büyük binada 2006 Toronto Film Festivali kapsamındaki bazı filmlerin galaları da yapılıyormuş. O gün de yönetmenliğini Ridley Scott’un yaptığı başrollerini Russell Crowe ve Marion Cotillard’ın oynadığı “Good Year” filminin gala gösterisi varmış.

Ben de toplanan kalabalığın arasına karışıp beklemeye başladım.”Beatiful Mind”ın ve “Gladyatör”ün başrol oyuncusu Russell Crowe’ı görecektim. Eh biraz heyecanlıydım. Çok fazla beklemem gerekmedi. Bir süre sonra kırmızı halıda Russell Crowe boy gösterdi. Etkileyiciydi. Kompleksiz bir şekilde kalabalığa yaklaşıp selamlaştı, imza dağıttı. Kalabalık çığlık çığlığaydı. Ben gülmekten fazla yaklaşamadım. İlk defa Russell Crowe’ı ve böyle bir hayran kitlesini görmekteydim. Gerçekten “Good Year”(İyi Bir Yıl)” dı.

"Good Year" filmi beni Provence'a sürükledi

Aynı yılın ekim ayında ülkeye döndüm. Takip eden günlerde filmi alıp seyretmiştim ve filmin geçtiği Provence’a hayran kalmıştım. Bu naif ve keyifli filmi pek çok kez izledim. Ne zaman canım sıkılsa ne zaman bir yerlere kaçma isteği duysam aklıma gelirdi ve kendimi Provence üzüm bağları arasında bulurdum. Belki de çocukluğumda yazları geçirdiğim üzüm bağları ile çevrili köyümü hatırlatıyordu. Belki de Max gibi ben de finans oyunlarından sıkılıp çocukluğumun geçtiği yerlere ya da çocukluğuma dönmek istiyordum.

Ama takip eden yıllarda pek çok kez gittiğim köyümde de çocukluğumun anılarını bulamamıştım. Russell Crowe’suz olsa bile Provence ise hala hayallerimi süslüyordu.2014 yazında annemi akrep sokup hastaneye kaldırıldığında yine aklıma bu film gelmiş ve anneme ”Lavende Lavande” deyip yazlık köy evinin pencereleri önüne lavanta koymasını önermiştim. O da “nerde bulurum ben şimdi lavantayı” deyip beni azarlamıştı. Ben sana bir koşu Provence’tan getiririm diyememiştim.

Türkiye'de Lavanta Yetiştiriciliği

Ama öğrendim ki lavanta Türkiye’de Isparta’nın Keçiborlu ilçesinde yetiştiriliyormuş.
Lakin ben ne Keçiborlu’ya ne de Provence’a gidecek bir fırsat bulabilmiştim. Ama Russell Crowe Türkiye’ye gelmiş ve Çanakkale ve Fethiye Kayaköy’de bir film çekmişti. Orijinal adı “Water Diviner”  olan film Türkiye’de “Son Umut” adıyla Çanakkale Savaşları’nın 100. yılı anısına Aralık 2014’te sinemalarda gösterilmeye başlanmıştı ve ben filmi 2015 yılının Ocak ayında izledim.

“Son Umut” her ne kadar bazı klişeler içerse de güzel bir filmdi. Birbiriyle savaşmış iki tarafa dair hikayesi ve güzel görüntüleri ile etkileyiciydi. Susan Sontag’ın “Başkalarının Acılarına Bakmak” kitabında da dediği gibi; “Aslında, modern hayatın (belirli bir mesafeden, fotoğraflar aracılığıyla)  başkalarını acısına bakmak açısından sunduğu sayısız fırsatın çok çeşitli yararları vardı.

…Bu bir barış çağrısı olabilir ve ‘kurgusal bir farkındalık’ yaratabilirdi”.

Evet Avustralya’lı bir aktör gelmiş “savaşan kayıp oğulları”nı arayan bir babanın hikayesini hem filme çekiyor ve hem de başrolde oynuyordu. Onu İstanbul’un o tarihteki karmaşası içinde bir çocuğun peşinde koşarken ya da ilk kez gördüğü Sultanahmet’e hayran hayran bakarken görüyorduk filmde. Takip eden sahnelerdeki Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’ın oyunculukları da gerçekten başarılıydı. Filmde Avustralya’daki kuyunun rüzgar gülü ve dönen semazenler de başarılı ve etkileyici geçişlerdi. Evet dünya yuvarlaktı ve dönüyordu. Adını unuttuğum genç bir Fransız yazarın dediği gibi  “ideal olan dünya”ydı. Ben de bu yolda kendimce gezmeye ve fotoğraf çekmeye çalışıyordum.

Sanıyorum yine o günlerdeydi. Bir fotoğraf sunumu ile ilgili olarak bulunduğum bir tur şirketinde, oturduğum koltuğun önündeki sehpada bir Fransa fotoğraf albümü duruyordu, dikkatimi çekti. Kapak fotoğrafı lavanta tarlalarını gösteriyordu ve ben o albümün sayfalarını sanki oradaymışım gibi hissederek çevirmiştim.

Şubat ayında mail kutuma indirim kampanyaları düştüğünde “tamam” dedim “gün bu gündür”. Bu yaz Fransa’ya gitmeli ve lavanta tarlalarında Fransa albümünde gördüğüm fotoğrafları çekmeliyim ve anneme lavanta dolu keselerden getirmeliyim. Ve hemen Marsilya biletini aldım. Haziran ayında gayet hesaplı bir şekilde Marsilya’ya uçacak ve oradan gün gün Provence’ı gezecektim. Dünya yuvarlaktı ve dönüyordu ve evren benimle işbirliği içerisindeydi. Ve ben haziranda Marsilya’daydım. Ilık bir esinti vardı. Her yaz olduğu gibi lavanta bahçeleri yine çiçeklenmiş ve o ılık esinti bana kokularını getirmişti sanki…

Provence'a giriş noktası olarak Marsilya

Marsilya’yı merkez alarak 6 gün boyunca Provence’ta dolaştım. Arles, Avignon, Aix-en-Provence ve Luberon köylerini gezdim. Marsilya turizm ofisindeki (http://www.marseille-tourisme.com/en/) güleryüzlü Gabrielle’in önerisiyle aldığım “Luberon köyleri” turu kapsamında Gordes’e de gittim ki  “Good Year” filminin bazı sahnelerinin çekildiği meydanı ve restaurantı (Le Renaisance) gördüm. “La Siroque”a gitmedik ama yol boyunca pek çok benzerini görmüş olduk.

Luberon turu kapsamında lavanta tarlalarına da uğradık. Ama bana yetmedi ve yine Gabrielle’in önerileriyle trenle önce Manosque’a oradan Sumian şirketinin  kırmızı ojeli, mini kot etekli hoş şoförüyle  Valensole köyüne gittim ve göz alabildiğine lavanta tarlalarında bol bol fotoğraflar çektim. Bu fotoğraflara baktıkça lavanta kokusunu hissedebiliyorum artık. Umarım fotoğraflar sizlere de “lavanta kokusu”nu getirir ve bilumum akreplerden, yılanlardan, çıyanlardan ve börtü böcekten sizleri korur. Tek mor “lavanta moru” olsun…

Şimdi size yukarıda bahsettiğim Gabrielle'nin önerisiyle lavantanın izinde gittiğim Manosque'den ve Valensole Köyünden bahsetmek istiyorum.

Manosque ve Valensole Köyü

Lavantanın izinde Manosque’a gidiyoruz. Marsilya St. Charles Tren Garı’nda 12.42 treninden (SNCF) gidiş-dönüş biletimi aldım ve gidiş-geliş neredeyse 4 saatten fazla sürdü. O yüzden iyi planlamakta fayda var.

Garda beklerken bir fotoğraf dergisini inceledim. İnsanları gözlemledim. Gar’da bir piyano vardı. Yolculardan biri de gayet profesyonelce bir şeyler çalıyordu. Yanındaki arkadaşı da sanki bir suç işliyorlarmış gibi muzipçe etrafı gözlüyordu. Onlara teşekkür edip fotoğraflarını çektim.Bu arada tren saati yaklaşıyordu. Hemen ilgili perona geçtim ve trene bindim.  Yolda trende yine yazıyordum. Günlüğümden notlar;

“Manosque yolunda trendeyim. Lavanta tarlalarında fotoğraf çekeceğim. Gidiş-dönüş 37 Euro tuttu. Biraz pahalı ama buraya geliş amacımız lavanta tarlalarında fotoğraf çekmek değil miydi? Manosque hakkında fazla bilgim yok. Lavanta yollarını gösteren broşürü veren Gabrielle, Marsilya’ya en yakın yerin Manosque olduğunu söyledi. Bu bilgi de benim için yeterli, gerisi sürpriz olsun. Provence köylerine doyamadım zaten. Eminim Manosque ve köyleri de güzeldir.

Trenin penceresinden manzaralar akıp geçiyor. Bu da sevdiğim şeylerden biri… Tren içindeki insan manzaraları da ilgi çekici olabiliyor bazen… Karşımdaki kadın uyukluyor, yanındaki genç delikanlı tabletinde bir şeylere bakıp ara sıra gülümsüyor. Çapraz karşımdaki genç kız da pencereye yaslanmış tabletinde bir şeylere bakıyor. Onun yanındaki yaşlı ama hoş kadınla ara sıra göz göze geliyoruz. Belli ki meraklı ama gözlem işini de nezaketle yapıyor. Onun arkasındaki kız bir şeyler atıştırdı, kızın karşısındaki bayansa bir dergiye göz atıyor. Çok ilgili mi? Hayır…Bir istasyona yaklaşılırken bir anons duyuluyor. Bildik Fransız aksanıyla gelinen istasyon söyleniyor. Bu durakta inecekler var. Bir sonrakinde de…Nasılsa her durakta inecekler var…”

Manzarayı seyrederek, yazarak ve tekrar seyre dalarak Manosque’a vardım. Garın adı “Manosque Greaux Les Bains”. Pencere ve kapıları su mavisi boyalı, duvarları beyaz güzel bir istasyon binası…

Manosque Gar

Gişeden şehir merkezinin yakın olup olmadığını, nasıl gidebileceğimi öğrenmeye çalıştım. Ama söylediklerinden hiçbir şey anlamadım. Kapıdan dışarı çıktım. Dışarda hoş uhrevi bir aydınlık vardı. Taze su etkisi uyandırdı bende ya da hafif bir yağmur sonrası etkisi… Hava ne çok sıcak ne de serindi. Ama hoştu… Şehrin ilk etkisi güzeldi, bu iyiye işaretti.

Gar ve Meydan

Trenden benimle birlikte inen birkaç kişi dışında dışarda toplam 5-6 kişi vardı. Bunlardan birine, genç bir bayana şehir merkezine nasıl gidebileceğimi sordum. O otobüs falan derken tam önümüzden bir minibüs geçti ve birkaç metre ilerde durdu, kız ivedilikle onu gösterdi. Ama ben yetişemeden minibüs hareket etti ve hızla uzaklaştı. Ben de minibüsün gittiği yönde yürümeye başladım. Tam gar meydanını çıkışta “Centre Ville 1300 m” yazan bir tabela gördüm. 1,3 kilometre yürür müyüm, yürürüm.

Tabelaları okuya okuya ve elbette fotoğraf çeke çeke ve de arada bir doğru yönde miyim diye sora sora  turizm ofisini buldum.

Şehir Merkezi'ne yürürken

Ama ondan önce yolda manav ve şarküteri karışımı bir yer gördüm ve leziz bir keçi peyniri aldım. Leziz diyorum çünkü hemen tadına bakıp lezzeti karşısında dayanamayarak hepsini mideye indirdim. Gerçekten enfesti.

Şarküteri

Turizm ofisinden lavanta tarlalarının olduğu köyün Manosque’a çok yakın olan Valensole Köyü olduğunu öğreniyorum.  Saat 17.15’e kadar köye gidiş-dönüş otobüs servisi varmış. Ama son servis olan 17.15 servisinin şehre dönmediğini de belirtmekte fayda var.

Lavanta tarlalarından önce Manosque’da dolaşmayı tercih ediyorum. Turizm ofisinden bir şehir haritası alıyor ve hemen yakındaki surlarla çevrili Eski Şehir kapısından içeri giriyorum. Haritaya göre surlar içinde kalan Eski Şehir oldukça küçük ama dört adet kapısı var. Bu kapılarla başlayan 4 ana sokak ve pek çok meydanı dolaşmak için 2 saat yetebilir. Ama tercihe göre Manosque birkaç gün geçirmek için de alternatifler sunan bir şehir. Ben bir kapıdan diğerine güzel bir tur yaptım.

Meydanlarında oturup etrafı seyrettim. Güzel bir öğlen yemeği yedim.  Bu arada dondurması da enfesti.

Bir kilise de düzenlenmiş "Lavanta Kadını" konulu fotoğraf sergisini gezdim.

Kilisede düzenlenen Lavanta Kadını Fotoğraf Sergisi

Hediyelik eşya dükkanlarının çoğunluğu lavanta üzerineydi, fotoğraflarını çektim. Tekrar aynı yoldan eski şehre girdiğim sur kapısından çıktım.

Hotel de Ville

Sur kapısından çıkıp terminale yöneldim. Buradan 30 kilometre uzaklıktaki Valensole Köyü'ne hareket ve mor lavanta tarlalarında fotoğraf çekimi ve ardından Marsilya’ya dönüş. Bindiğim tren SNCF’nin Briançon-Gap-Manosque-Marseille treniydi. Marsilya’dan Briançon yönüne pek çok tren seferi var. Manosque yönüne giden başka bölgesel trenlerde varmış sanırım. Ama sıkıntı yaşamamak için gidiş-dönüş  süresini ve Manosque’da geçirilecek zamanı iyi hesap ederek tren biletlerini almak da fayda var.

Şimdi gelelim Gabrielle'nin önerisiyle yaptığım diğer geziye ki, bu çok hızlı bir tur olsa da bir günde genel anlamıyla Provence'ı özetledi. Hazırsanız başlayalım!

Provence'ta Bir Gün

“Provence’ta Bir Gün” (A day in Provence-) turu “Provence Connection” isimli bir şrket tarafından düzenleniyor. Fiyatı ise kişi başı 109 EUR.

Programa göre Arles’le (“Arle” diye okunuyor) başlıyoruz. Bouches du Rhone iline bağlı küçük bir şehir burası. Ama kocaman bir nehir var bu şehirde. 812 kilometre uzunluğu ileFransa’nın ikinci en uzun nehri olan ve suyu bol Rhône Nehri Arles’ten geçerek ve delta (Camargue Natural Regional Park) oluşturarak Akdeniz’e dökülüyor. Sanırım deniz ulaşımına da katkı yapıyor. Kocaman gemiler gördüm nehir üzerinde…

Ayrıca Roma Tiyatrosu ile ünlüymüş Arles. Sanıyorum restorasyondaydı. İçine giremedik. Ama oldukça büyük görünüyor. Etrafında dolanıp birkaç kare fotoğraf çektim ama daha sonra o fotoğrafları yanlışlıkla silmişim. Arenanın yanında bir de küçük tiyatro var. Küçük dediysem göreli olarak… O da oldukça büyük aslında. Rehber Simone’un söylediğine (ve gösterdiği makete göre) Büyük Tiyatro adeta yeniden inşa edilecek gibi…

Eski Arles’te dar sokaklar arasında dolaştık bayağı. Güzeldi. Ünlü ressam Van Gogh’un zamanında sıkça gittiği ve hatta resmini yaptığı kafeteryanın fotoğraflarını da çektim.

Van Gogh Kafe

Keşke biraz daha vakit geçirebilseydik Arles’de. Ama tekrar gelmeyi umut ediyorum (http://www.arlestourisme.com/en/ )

Arles’den sonraki durağımız Unesco Kültür Varlıkları Koruma Listesi’ndeki Port Du Grand’dı (Büyük Köprü- http://whc.unesco.org/en/list/1321 ). Oldukça etkileyici bir görüntü veren bu 3 katlı köprü de bir Roma eseri. Su kemeri halen kullanılmıyor ama köprüden karşıya geçilebiliyor, bizzat karşıya geçtim, fotoğraflar çektim ve hatta bu yüzden grubu beklettim.

Büyük Köprü

Vakit epey ilerledi neredeyse 13.30’a gelmek üzere ve dolayısıyla karnımız zil çalmaya başladı. Artık yemek molası zamanı. Ama mola Avignon’da verilecekmiş.

Avignon da Rhône Nehri kıyısında ve surlarla çevrili güzel bir kent. Fotoğraflarından bildiğim bir tarafı yıkılmış o meşhur köprüye yakın bir yerde park edip surlarda sonradan açılan ve bir tür Yeni Kapı olan kapıdan şehre giriyoruz. Biraz yürüdükten sonra Avignon’daki Papalık Sarayı’ndayız. Rehber sarayın oldukça büyük olduğunu isteyenin gezebileceğini ama geç kalınma riskinin yüksek olduğunu söyledi.

Papalık Sarı

Bu yüzden ben de molayı yemek ve dinlenme ile geçireceğim. Meydanda sarayı karşıma alınca hemen sağdan dönünce köşede yer alan Restaurant Le Lutrin’de öğlen yemeği. Günün tabağı ördekmiş. Gluten ve diğer alerji sorunları için menülerinde yemek içeriklerini  tablo halinde göstermeleri takdire şayandı.

Retaurant Le Lutrin menusu

Ama buğday alerjim nedeniyle yemeği sossuz isteyince ve üzerine bir de ördeğin tüylü derisini görünce kendimi biraz zorladığımı itiraf etmem lazım. Neyse ki yanında gelen kat kat patates, sunumu ve lezzeti ile biraz telafi etti. Ayrı küçük bir kapta gelen küçük küp küp doğranarak kızartılmış ve soslanmış sebzeler de oldukça lezzetliydi. Üzerine bir de kahve gelince elegant bir ortamda öğlen yemeği yemiş olduk.

Ördek

Yemekten sonra restaurantın bulunduğu cadde üzerinde biraz yürüdüm. Burada binalar oldukça dikkat çekiciydi. Bunlardan birisi Opera Binası’ymış bir diğer bina Belediye Binası ve binanın duvarında “Liberte Egalite Fraternite” (Özgürlük Eşitlik Kardeşlik) yazıyor.

Avignon Opera Binası

Avignon hakkında daha fazla bilgi için turizm bürosunun websitesini ziyaret etmenizi öneririm: (http://www.avignon-tourisme.com/home-1-2.html).Sonraki hedefimiz Saint Remy’deki ünlü ressam Van Gogh’a da ilham veren ve pek çok tablolarının konusunu oluşturan manzaraları fotoğraflamak… Önde Van Gogh’un resimlerinin fotoğraflarıyla tabii… Fotoğraf içinde fotoğraf. Sanat içinde sanat yani… “Etrafta zeytin ağaçları arkasında yaz “ dediği gibi şarkıcının… Yoksa o “önde zeytin ağaçları arkasında yaz” mıydı?

Les Baux-de- Provence da çok etkileyici güzel bir köydü. Wikipedia’ya göre “Les Baux adı Oksitanca'nın lehçelerinden Provançal ‘baou’ (kayalık sırt) kelimesinden” geliyormuş. Daracık sokaklar, yıllanmış taş duvarlar, taş ve demirin uyumu harikaydı. Hele de köyden manzara enfesti… (http://chateau-baux-provence.com/en/home )

Les Baux-de- Provence

Ama köyde her santimetrekareyi değerlendirmiş olduklarını görmek hem sevindirici hem de üzücüydü. Sevindiriciydi kısa zamanda pek çok fotoğraf sergisi ve bir de resim sergisi gezme olanağı verdi bana.

Les Baux-de- Provence

Üzücüydü çünkü hediyelik eşya satıcıları ve yeme içme yerleriyle doluydu. Taşlar Ortaçağ'a ait olsalar da satılık objeler ve sağdan soldan her yerden çıkan insanlar bugünü sürekli hatırlatıyordu. Çok kalabalıktı… Aslında köyün üst kısmında çok az insan yaşıyormuş. Ama bu küçük köy Fransa’nın en güzel köylerinden biri olduğundan her yıl milyonlarca turist ziyaret ediyormuş. Ben de o milyonlardan biriydim ve Les Baux-de-Provence’i görmekten mutlu oldum.

Les Baux-de- Provence

Saat 17.00’ı geçe bu köyden hareket ettikten sonra 18.00’a doğru tekrar Marsilya’da Canabier Caddesi’ndeydik. Turizm ofisi kapanmadan akşam şehirde ne gibi etkinlikler olduğunu öğrenmek istedim. Bu gece ücretsiz Flamenko gösterisi varmış. Longcham Palais’nin hemen arkasındaki parkta, S.Avanue metro çıkışı karşısında…

Gösterinin yapılacağı yeri zorlukla bulsam da günün bonusuydu. İspanya’da olsam böyle bir fırsat bulamazdım herhalde. İlk defa gerçek bir Flamenko gösterisi izledim. Özgün ve ilginçti. Adamın şarkı söyleyişi, kadının sert dansı ve yüz ifadeleri… Marsilya ve Provence’ta güzel bir gün daha…

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı