Lotus Çiçeğinin İçindeki Mücevher: Nepal

“Burası Nepal… Anlatmak çok zor, ancak yaşanırsa anlaşılır.” dediler. Kısa bir duraksamadan sonra “Ben anlatabilirim, hatta yaşatabilirim” dedim. Bu sefer de “Çok iddialısın” dediler.

Anlayacağınız üzerime ağır bir yük aldım. Şimdi ise bilgisayarın başında “Nasıl anlatacağım?” diye kara kara düşünüyorum. Öyle bir anlatmalıyım ki en küçük ayrıntıyı atlamamalı, gördüklerimi, hissettiklerimi, yaşadıklarımı, tattıklarımı görmüş, hissetmiş, yaşamış ve tatmış gibi olmalısınız.

 - - -

Adını yıllar önce “Işık Doğudan Yükselir” belgeseli ile duyduğumda, bir gün oraya gidebileceğimi hayal etmek bile ne kadar uzaktı. Sanki babaannemin masallarındaki bir ülkeydi... Masaldaki kahraman, motoruyla oraya giden bir gazeteci... En güzel şarkılarından birini orada yazan bir müzik insanı... "Tanrılar ile insanların kucaklaştığı ülke" diyen bir yazar... Altmışlı yılların başında "City of Love" olarak adını dünyaya duyurmuş, çiçek çocuklarının akınına uğramış bir özgürlükler ülkesi...

Masallarda da gerçek payı varmış... Ya da bazen insan birden o masalın kahramanlarından biri olup, kendini oralarda buluverirmiş. Ben de yıllar sonra onlardan biri oluverdim birden. Uzaklar yakın oluverdi gitmeye karar verince... ve...

- - -              

Bir gün, dağların arasında kalıvermiş bir vadinin tapınakları ile, Buda’sıyla, Şiva’sıyla, Tanrı’nın insanlığa armağan ettiği tüm renkleri, bin bir çeşit baharatları, yüzlerinden gülümseme eksik olmayan insanları, inekleri, maymunları ve filleriyle, insanı kendinden geçiren lezzetlerin, bir cümbüşün tam ortasında buldum kendimi…

İşte o günden bir gün önce, Sevgili Füsun ve Melih Eriş ile İstanbul uçağına binmek üzere havaalanında buluştuk. İstanbul’a vardığımızda farklı şehirlerden, henüz tanımadığımız, diğer gezginlerin gelmesini beklerken Nepal Havaalanı'nda alacağımız vizenin formunu doldurup, sayımız tamamlanınca da işlemlerimiz için bankonun önüne geçtik ve Air Arabia'nın yeni bir uygulamasıyla karşılaştık. Bazılarımızın bagaj hakkı olmadığını öğrendik. Görevliler bilet kesilirken tıklanması gereken bir kutucuğun tıklanmamasından kaynaklanan bir sıkıntı olduğunu söylediler. Kısa bir uğraş sonrası sorun çözüldü.

İstanbul’dan aktarma limanı olan Sharjah’a gideceğimiz uçağa bindiğimizde gece yarısını bir saat on dakika geçiyordu. Uçağın kapıları kapanır kapanmaz hoparlörlerden yükselen “Allahü Ekber” sesi ile önce irkilsek te, Air Arabia havayollarının uçaklarında kalkışta dua okunduğunu sonradan öğrendik. Yolculuk öncesi uzun uçak yolculuğunu gözümde büyütsem de beklediğim gibi olmadı. Yol çabucak bitiverdi. Yerel saat ile 6:30 civarında iniş yaptık. 7:25’teki Kathmandu uçağına kılı kılına yetiştiğimizi düşünürken erteleme olduğunu öğrendik. Havaalanında bizimle birlikte İstanbul’lu gruplar olduğu gibi dünyanın pek çok ülkesinden turistler de vardı. Bekleme salonu çeşitli renk ve şekillerdeki bir insan mozaiğine ev sahipliği yapıyordu. Çok uzun olmayan bekleme sonunda bizi Nepal’e götürecek uçağa bindik. Uçakta menüden ağız tadımıza en yakın yiyecekleri seçip, karnımızı doyurabildik. Toplam 10 saatlik bir yolculuk sonrasında ülkemizden 2 saat 45 dakika daha ileri bir saat dilimdeydik.

 - - -

“Himalayaların eteklerindeki Kathmandu’ya önceleri Kantipur, daha sonra “tahta sığınaklar ülkesi” anlamına gelen Kasthamandap denmiş. Vadide bağımsız bir şehirken, Bhaktapur Krallığı'na bağlanmış. Daha sonra Kathmandu, Patan ve Bhaktapur olmak üzere üç krallığa ayrılmış. Krallıklar yüzyıllar boyunca savaşmışlar. En sonunda birinin  hakimiyetine girmişler ve ülkenin başkenti de Kathmandu olmuş.”

Uçağımız Tribhuvan Havaalanı'na indiğinde saatlerimiz 13:30’u gösteriyordu. Tütsü kokan havaalanı binasına girerken bizi ilk önce Ncell’in mor renkli “Wellcome to Nepal” afişleri karşıladı. Burası Nepal'in en büyük ve tek uluslararası havaalanı olmasına rağmen, koyu renk dalgalı mermer yer karoları, kahverengi sütunlara asılmış ahşap aynaları ile sıradan bir havaalanından farksızdı.

Nepal’e girer girmez ilk öğrendiğimiz sözcük Sanskrit dilinde “eğilmek” anlamına gelen “namas” ile “sen” anlamına gelen “te” sözcüklerinin birleşiminden oluşan ve “Önünde saygı ile eğilmek”, “Ruhum, ruhunu selamlıyor” gibi anlamları olan “Namaste” oldu. Bir nevi "Merhaba…" Böylece biz de karşılaştığımız herkesi “Namaste” ile selamlamaya başladık.

Vizelerimizi alabilmek için İstanbul’da doldurduğumuz form, fotoğraf, 25 Dolar ve pasaportumuzu hazırlayıp, kuyruğa girdik. Güleryüzlü görevlilerden vize belgelerimizi alır almaz bagajlarımızı almak üzere merdivenlerden aşağıya indik. Çabucak alıp, çıkışa ilerledik. Bizi Melih’in Nepal’deki iş ortağı Samir karşıladı. Samir alnının ortasındaki “tika” adı verilen kırmızı boya ve gülen yüzü ile o kadar sempatikti ki hemen kaynaşıverdik. Bizim için ayarlanmış aracımıza, kalabalığın arasından geçip, ulaşır ulaşmaz, Samir boyunlarımıza turuncu kadife çiçeklerinden yapılmış kolyeleri taktı. Hareket ederken dışarıda arkada duran muavinin araca ritmik vuruşlarının bir sensör görevi yaptığını anlamamız uzun sürmedi. Kathmandu'da yolculuk öncesi pek çok bilgi edinmiş olmamıza rağmen şehrin karmaşası hafif bir şok yaşattı. Yarım kalmış eski evlerin, tozlu sokakların, bozuk yolların, motorsiklet seslerinin, araba kornalarının, elektrik direklerinden sarkan tellerin, eski tip araçların arasından otelimizin bulunduğu Thamel'e doğru ilerledik. Adı Vaishali olan otelimze varınca kimimiz lobide, kimimiz otelin merdivenlerinde, kimimiz de sarılı turunculu çiçek saksılarının çevrelediği havuzun basamaklarında oturup, hoşgeldin içeceklerimizi yudumladık. Daha sonra bavullarımızı odalarımıza yerleştirir yerleştirmez keşif için Thamel sokaklarına dağıldık.

Renk cümbüşü sokaklarda adım adım ilerlerken trafiğin soldan akışını yadırgasak ta yine çabucak alışıverdik. Kargaşaya karşın, insanlar alabildiğine güleryüzlü. Birbirlerine teyet  geçen motosikletler, az daha çarpışacakmış gibi burun buruna gelen, aniden köşe başından çıkıveren araç görüntüleri son derece olağan. El arabalarında yapılan kızartma yiyecekler, her köşe başında tapınaklar, ellerinde çiçek ve yiyecekler ile tapınakların kapısında kuyruk olmuş insanlar, sokaklarda, çeşme başlarında elbiseleri ile yıkanan insanlar, aynı çeşmede bulaşık yıkayan kadınlar, kaldırıma serdiği hasırın üzerinde sakal traşı yapan sokak berberi, kendisi için yetiştirdiği küçücük sebze ve meyvelerden ihtiyacından fazla olanı yerdeki hasırın üstünde satışa çıkarmış kadınlar, camsız pencerelerden etrafı seyreden çocuklar, tahta kerevetlere oturup sohbet eden kadınlar, dağcılık malzemesi satıcıları, bir nevi Nepal öküzü olan “yak” yününden yapılan battaniyeler, pashminalar, cashmir şallar, yerel kıyafetler, keçeden yapılmış binbir çeşit oyuncak, aksesuar ve hediyelik eşya satan dükkanlar, ahşap büstler, kitap ve cd  satıcıları, üzerlerinde Buda'nın gözleri olan cüzdan ve çantalar, singing bowl satıcıları gibi saymakla bitmeyecek görüntüler o kadar olağandı ki yaşadığımız şaşkınlık anları çok kısa sürdü. Birden bu büyülü dünyanın bir parçası oluverdik...

"Singing bowl" (dua kasesi)  meditasyon esnasında aklı tek noktada tutmak için kullanılan bir kase. İçine su doldurulup, küçük bir çubuk ile kenarlarına dokunulduğunda kap titerşmeye başlıyor ve ses çıkarıyor. Avucun içinde hissedilen titreşim vücuda yayılarak kan dolaşımını hızlandırıyor.

Daha sonraki günlerde gözümüz kapalı dolaşacağımız yolların keşfini yaptıktan sonra otelimize dönüp akşam yemeği için hazılandık. Nepal yemekleri ile tanışacağımız ilk akşam yemeğini yiyeceğimiz Newari Restaurant'a girerken kapıda bizi karşılayan görevliler alnımıza şans getirmesi için kırmızı boyalarımızı sürdüler. Masamız biz gelmeden önce hazırlanmıştı.

Başlangıçta minik toprak kaplara konulan rakşilerimizi  bir dikişte bitiriverdik. “Rakşi” pirinç veya mısırdan yapılmış geleneksel, ev yapımı, alkollü içecek. Dünyanın en lezzetli  içecekleri arasında bile yerini almış. Fasulye çorbamızın ardından küçük pirinç tabaklarda mantıya benzeyen, yanında domates sosu ile momo denen bir yiyecek geldi.  Momonun içine mantıdan farklı olarak ince kıyılmış tavuk, keçi, yak, koyun, manda, domuz eti veya sebzeler, patates, peynir soğan ve kişniş ile karıştırılarak dolduruluyormuş. Buğulama ya da kızartma olarak yapılabilen ve Nepal’in en beğenilen yemeklerinden biriymiş. Biz de çok sevdik ve daha sonraki günlerde de bol bol yiyeceğimiz momolarımızı afiyetle yedik. Nepal’de bizim alıştığımız ekmekleri bulmak biraz zor ama lavaşa benzeyen çapati de ayrı bir lezzet. Masaya gelir gelmez anında tükendi.

Ana yemeğe geçildiğinde önümüze tepsi büyüklüğünde pirinç tabaklar getirildi. “Dal bhat” servis başlamadan et, tavuk ya da sebze tercihlerimizi söyledik. Sırayla tabaklarımıza önce pirinç olmak üzere baharat ve soslar ile karıştırılmış karnıbahar, kabak, patates, havuç,  mantar ile yapılmış başka bir karışım, ıspanak ve tercihimize  göre etlerimiz geldi. Pirincimizin üstüne mercimek sosu dökerek afiyetle yedik. Yanına söylediğimiz kırmızı şaraplarımız ve arada yapılan rakşi servisi ile yemeğimiz devam ederken önce yerel dansçıların danslarını izledik, daha sonra biz de onlara eşlik ettik. Nepal’de tatlı kültürü pek fazla değil. Su muhallebisine benzeyen bir tatlı yine pirinç kaplarda servis ediliyor. Tatlılarımızı da yedikten sonra kalkıp, yine Thamel sokaklarında turlayıp, ardından müzik dinlemek için bir yere gittik. Burada Türk bayrağı görmek başka bir sürpriz oldu. Everest birası ile de ilk orada tanıştık. Yol yorgunu olduğumuz için çok fazla oturamadık ve otelimize dönüp erkenden yattık.

Ertesi sabah kahvaltıda alışkın olduğumuz menüyü bulamayacağımızı biliyorduk. Sabah kahvaltılarında baharatlı patates, muhtelif sebzeler ile yapılmış omletler, sosis türü yiyecekler ve çay var. Peynir, zeytin, bal gibi bize özgün kahvaltılıklar ancak marketlerde bulunuyor. Bu gün ilk durağımız Katmandu’daki en önemli Budist Tapınak’larından biri olan Boudhanath Stupa. “Stupa” içine girilmeyen Budist tapınağı anlamına geliyor.

Çin işgalinden sonra Nepal’e gelen Tibet’li Budistler için ülkeleri dışındaki en kutsal tapınak, bir çeşit hac yeri olan, dünyanın en büyük Stupa’larından Boudhanath’ın bulunduğu yer rengarenk evleri, hediyelik eşya dükkanları, otelleri, restorantları, irili ufaklı tapınakları, daracık, kıvrımlı sokakları ile turistik bir mahalle.

Giriş ücretimizi ödeyerek alana girerken dükkanlardan “om ma-ni pad-me hum” (lotus çiçeğinin içindeki mücevher kutlu olsun) mantrasını duyduğum anda büyülü bir dünyanın içine girdiğimi hissettim. Tanrılar ile insanların buluşma noktasına gelmiştik. İşte o an masal başladı ve  ben de  artık masalın içindeydim.

Yukarıdan bakıldığında evrenin sembolize edildiği bir mandala şeklindeki, tabandan yukarı doğru azalan üç büyük platformdan oluşan Stupa’nın tabanı toprağı, kubbesi suyu, tepesi ateşi, şemsiyesi havayı sembolize ediyor. Şemsiyenin nirvanaya giden merdiveni simgelediği de başka bir söylenti. Rüzgarda uçuşan ve üzerinde Buda’nın sözleri yazılı renkli bayraklar, Buda’nın öğretisini dünyaya yayıyor. Bayraklar uçuşurken üzerindeki  "om ma-ni pad-me hum" yazısı havaya yayılınca yeryüzünün her noktasının kutsandığı söyleniyor.

Bayraklar beş renkte. Kırmızı ateşin, yeşil suyun, mavi gökyüzününün, beyaz bulutların, sarı toprağın simgesi. Kubbenin üzerine çizilmiş Buda’nın gözleri dünyanın her yanını görüyor ve Sanskrit dilinde “eylem, faaliyet, edim” anlamına gelen, “karma”mızdan kaçamayacağımızı yani bu dünyada düşündüğümüz her şey ya da yaptığımız her eylemin sonuçlarının, bizi bu yaşamımızda ya da sonraki yaşamımızda etkileyeceğini temsil ediyor. Gözlerin ortasındaki Nepal dilindeki bir sayısı şeklindeki çizgi her şeyin bir olduğunu anlatıyor. Kubbenin altında Buda'nın kemiklerinin olduğu da bir başka inanış.                           
Dünya mirasları listesindeki Stupa’nın çevresinde saat yönünde ve tek sayıda turlar atarak dönüldüğünde karmanın temizlendiğine ve dileklerin  gerçekleşeceğine inanılıyor. Bu nedenle gün boyu kırmızı ve bordo renkli giysileri ile rahip ve rahibeler ellerinde tesbihlerle mantralar söyleyerek, dönüyorlar. Çan çalarak ta günahları korkutuyorlar. Bu dönüşü yılda yüzsekize tamamlamaları gerekiyor. Çünkü insanın içinde kurtulması gereken yüz sekiz kötülük olduğuna inanıyorlar. Ancak bir gün içindeki dönüş sayısı da üçten fazla olamıyor.

Stupanın çevresi üzerlerinde mantralar (dualar)  yazılı olan büyük çarkları ile çevrili. Dönerken bir yandan da bu çarkları çeviriyorlar. Bu çarkların hiç durmaması gerekiyor. Çünkü dönerken Buda’nın mesajlarının evrene yayıldığına inanılıyor. Girişteki fırının sağında ve solunda bir çift fil bizi karşılıyor. Solundakinin üstünde kılıç sallayan, sağındakinin üstünde ise elinde kalkan olan biniciler var. Efsaneye göre burası bir kralın metresi tarafından yapılmış. Kral kadına bir ineğin derisini kullanarak, çevreleyebileceği kadar arazi vaad etmiş. Kadın da deriyi çok ince şeritlere keserek, Stuba'yı çevreleyen alana sahip olmuş. Ticaret yolu üzerindeki olduğu için tüccarların dinlenme yeri olarak da kullanmış. Etrafında pek çok manastır olan Stupa adeta bir odak noktası.

Burada bir de rahip okulu var. Önce girip, rahipler ile dua ederek mantra yazdırdık, mumlarımızı diktik. Daha sonra tapınağın çevresinde dolaşıp, çarkların dönmesine katkıda bulunduk. Bir ara gruptan ayrılıp, bir taşın üzerine oturarak, çevreyi seyrettim, yaşamı hissetmeye çalıştım. Burada insanların odağında din var. Günün her saati Tanrı'ları ile buluşma halindeler. İç huzurunu buldukları yüzlerinden okunuyor. Dolaşırken hediyelik eşya satıcıları etrafımızı bir anda sarıverse de ısrarcı değiller. İstemediğinizi söyleyince yanımızdan hemen ayrılıyorlar. Burada zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık, burada olmaya doyamadık, gitme zamanı geldiğinde gözümüz arkada zorunlu olarak yolumuza devam ettik...

Yıkım, yeniden doğuş, değişim ve dansın efendisi... Burası Nepal’de en kutsal sayılan Baş Tanrı Şiva’nın dünya mirasları listesine geçmiş Tapınağı  Pashaputinah... Boynuna doladığı yılan gücün, saçlarının arasından fişkıran Ganj Nehri doğanın, alnının ortasındaki üçüncü göz bilgeliğin, elindeki çalgı evrenin kalp atışlarının, yüzündeki ifade huzurun temsilcisi. Üzerinde oturduğu kaplan postu ve fondaki lotus çiçeği ise evrenin yaratıcı gücünün simgesi. Rivayete göre karısını bırakıp, savaşa giden Şiva, geri döndüğünde karısının yatağında bir erkek görmüş ve kılıcı ile erkeğin kafasını kesmiş. Karısı, kafasını kestiği erkeğin kendi oğulları olduğunu söyleyince de buna çok üzülen Şiva karşısına çıkan ilk hayvanın kafasını oğlunun bedeninin üzerine yerleştirmiş. Bu hayvan fil olduğu için oğlu Vişnu’nun kafası fil şeklinde imiş. Bu yüzden fil Hindu inancına göre kutsal olan hayvanlardan bir tanesi.

Her yıl binlerce hacıya ev sahipliği yapan, dünyadaki en kutsal Hindu tapınaklarından biri, Ganj nehrinin kollarından kutsal Bagmati Nehri'nin kıyısındaki tapınağa Hindu olmayanlar giremediği, Hindu’ların ise deri kemer, cüzdan, çanta ve ayakkabılarını bırakarak, yalın ayak girebildikleri  tapınağın ancak kapısından bakabilsek te ölülerin yakma törenini uzaktan izleyebilme şansımız oldu. Törende ölenin ailesindeki erkekler son görevlerini yerine getirirken, kadınlar uzaktan seyrediyorlardı. Çünkü doğurgan olan ve “yaşam”ı simgeleyen kadının, “ölüm” ile yan yana gelmemesi gerektiğine inanılıyor. Bu ilginç ritüel, ölünün nehirden alınan sularla yıkanması ile başlıyor, sonra kalasların üzerine yerleştiriliyor. Ölünün sarıldığı beyaz kefenin üzerine kadife çiçekleri dökülüyor. Ailenin erkekleri cenazenin etrafında üç kez döndükten sonra büyük oğul tarafından ateş yakılıyor. Hindu inancına göre ölüler yakılmadan ruhları huzura kavuşmuyor. Bu nedenle tören ölünün yakınları için çok önemli. Yakma işlemi bittikten üç saat sonra kalan kemik ve küller nehre atılıyor ve kutsal Ganj’a doğru akan sular arasında kayboluyor. Küllerin nehre dökülmesinin en önemli nedeni ruhun cennete daha kolay ulaşmasını sağlamak. Biraz içimiz burkulsa da nehrin karşı kısmındaki platformdan biz de töreni izledik.

Pashupatinath’da uzun saçlı ve sakallı, dünya nimetlerinden elini çekmiş, kendini dine vermiş, sadece meditasyon ile özgürlüğe ulaşmaya ve kendini Tanrı’yı düşünmeye adamış, tüm maddi ve cinsel bağlarını bırakarak hayatını tapınaklarda geçiren insanlar yaşıyor. Yüzlerini ve vücutlarını kül ile kaplayıp, ilginç renklere boyayan bu insanlara Sadhu deniyor. Kendilerini koruduklarına inanıldıklarından halkın çoğu onlara yiyecek getirirek yaşamalarına destek oluyorlar.
               
Bu tapınağın bir diğer özeliği de Şiva’nın en barışçı, en sakin ve sessiz hali olan Pashupathi’ye adanmış olması. Hayvanların tanrısı olarak kabul edildiği için de tapınakta hayvan kurban edilmiyor.  Etrafta da çok sayıda maymun serbestçe dolaşıyor. Tapınak kare bir zemin üzerine kurulmuş. Dört ayrı yöne bakan kapıları var. Bu kapılar Tanrı’nın her yönü gördüğünü sembolize ediyor. Tapınağın karşı kıyısında çok sayıda minyatür tapınak var. Bu tapınakların tam ortalarında Şiva’nın lingamı var. Bunun nedeni Şiva'nın yaratıcı özelliğinin, erkek cinsel organı şeklinde gösterilen "lingam" ile sembolize edilmesi ve buna ibadet edilmesi. Kimi zaman “Pirinç Şehri”, kimi zaman “Dindarlar Şehri”, kimi zaman da “Kendini Adamışlar Şehri” denmiş antik Bhaktapur şehrine. Katmandu başkent olmadan önce vadinin başkenti olmuş bir zaman.

Aracımızdan indiğimizde ilk karşılaştığımız görüntü yerlere serilmiş buğdayları ayıklayan kadınlar. Kendine özel ahşap mimarisiyle yapılmış evler arasından, pembe taşlı daracık sokaklarda karnımız zil çala çala ilerlerken birden karşımıza genişçe bir meydan çıkıyor. İşte şimdi yemek vakti. Yemeğimizi yiyeceğimiz restoranın adı Peacock. Nepal'de yemek siparişleri en erken yarım saatte geliyor. Bu günkü tercihim sebzeli noodle ve yine everest birası. Bir de üstüne sütlü tatlı. Meydandaki hayat çok hareketli. Yine rengarenk bir Nepal yaşamı var. Gelirken Nepalli çocuklar için getirdiğimiz kırtasiye malzemelerini dağıtırken çocukların mutluluğundan gözlerimin dolmasına engel olamıyorum. O kadar ihtiyaçları var ki, kapış kapış bir anda bitiveriyor armağanlar.

Bu arada yemeklerimizi yedikten sonra tahta oymacılığının en güzel örneklerini gördüğümüz dükkanları bir bir gezip, hatıra eşyalarımızı aldıktan sonra dükkandan çıkarken “resham firiri” şarkısı eşliğinde kendimizi sokak ortasında dans eder buluverdik. Dokumacılık ve çömlekçiliğin de merkezi olan şehirde thanka dükkanları ve eğitim merkezlerini de görebilme imkanı var. İnce oymalı ahşap evler yolumuzun üstünde bize eşlik ediyor. Meydanlar bir başka meydana açılıyor. Sanki bir açık hava müzesi. Kültürel olarak oldukça zengin ve büyüleyici bir şehir.

Bhaktapur’un en önemli eseri Kraliyet Sarayı oldukça gösterişli. Sarayın giriş kapısı altından yapılmış. Kapının üstündeki figür kralı temsil ediyor. Kapıdan geçip,  sarayın iç avlusuna girildiğinde, etrafında kobra yılanı figürleri olan havuz, ortasında bir çeşme, çeşmenin üzerinde de yine bir kobra figürü var. Kobranın Hindu dininde iki anlamı var. Biri yağmur veren tanrı, diğeri ise dostluk. Havuzun çevresindeki kobra figürleri  de kralın ve ailesinin kobra tarafından korunması ve kralın ormanın en güçlü hayvanı olan kobra ile dost olmasını, böylece tüm hayvanlar ile dostluğunu temsil ediyor. Sarayın içindeki dini işlerin yönetildiği bölüme Hindu olmadığımız için giremedik. 55 tane el yapımı penceresi olan sarayın altın kapısının hemen karşısında ise kralın heykeli bulunuyor. Burası da Unesco koruması altında.

Saraydan çıktıktan sonra karşımıza çıkan tapınak, Tanrı Şiva’ya adanmış ve etrafında insanlara cinsel eğitim vermek için yapılmış çok sayıda erotik figür var. Bu figürlerin tamamının Kamasutra cinsel eğitim kitabında olduğu söyleniyor. Beş katlı Nyapatola Tapınağı Katmandu vadisindeki en yüksek  tapınak. Ahşap oymacılığının en güzel örneklerinin sergilendiği tapınağın merdivenlerinde güçlü hayvan figürleri var. İlk basamakta sağlı sollu iki güreşçiden sonra yukarı doğru çıkarken sırasıyla iki fil, iki aslan, iki ejderha, en üste de iki tanrıça figürü. Her basamaktaki hayvanın on adam gücünde olduğuna, her figürün de bir alttakinin on katı güçlü olduğuna inanılıyor.

Tahta oymacılığı müzesi olarak kullanılan binanın tek bir parça ağaçtan yapılmış, tavuskuşu oymalı penceresi ise Bhaktapur’un en önemli eserlerinden biri. Bhaktapur Thanka Okulları ile de ünlü. “Thanka” pamuklu bez üzerine renkli boyalar ile mandala çizimi sanatı. Bizim tezhip sanatımızı andırıyor. Oldukça yoğun geçen bir günün ardından dönme vakti geldiğinde ayaklarımıza kara sular inmiş durumdayız. Otelimizin yakındaki Illy Café, Thamel’de kalan gezginlerin uğrak noktası. Her milletten insan ile karşılaşmak mümkün. Kahve ve kekleri ise muhteşem. Dimelna Garden Restoran’daki akşam yemeğimizde yine Everest bira eşliğinde değişik Nepal lezzetlerini deneme zevkini kaçırmıyorum.

Nepal’de geçirdiğimiz ikinci gün sonunda, sanki çok uzun bir zamandır buradaymışım gibi hissediyorum. O gece, uykuya geçerken tadı damağımda kalan günün etkisiyle önümüzdeki sekiz gün boyunca göreceklerimin hayalini , yani bir sonraki yazımın konusunu oluşturacak görüntüleri düşlemeye çalışıyorum. Siz bu yazıyı okurken ben de sonraki günleri yazmayı sürdüreceğim…
        Namaste...

SEMRA YEŞİL

Yazar Hakkında

SEMRA YEŞİL

YOLCULUK HİKAYELERİM...Çocukluğumdan bu yana yaşadığım yerden farklı coğrafyalardaki yaşam biçimlerine ve kültürlerine ilgi duymuşumdur…İnsanın gelişiminin ve düşünce şeklinin bu sayede zenginleşec