Amerika’nın Rivierası sayılan Santa Barbara’dan sonraki kalış noktamız Monterey ama oraya ulaşana kadar amacımız sahil şeridinin ve okyanusun keyfini çıkararak ilerlemek.

Los Angeles’a ilk vardığımız iki gece bir değişiklik yaparak Airbnb’den kiraladığımız bir ailenin evindeki odada kaldık. Kris ve Dennis, Huntington Beach’deki ev sahiplerimizdi ve onlarla olmaktan inanılmaz keyif aldık. Doğrusu ilk deneyim bu kadar güzel olunca bir sonraki Airbnb deneyimimi iple çekiyorum. Bizim sahil yolundan San Francisco’ya gideceğimizi duyunca Kris’in önerilerinden biri Hearst Kalesi oldu. Avrupa’nın her köşesi inanılmaz kale ve şatolar ile dolu olduğu için aslında bizler bu konuda daha şanslıyız; ne de olsa ABD'nin tarihi Avrupa’nınki kadar gerilere gitmediği için şato fikri ilk başta şaşırtsa da "aklımızda tutalım yolda rastlarsak girebiliriz" deyip kafamızın arkasında bir yerlere not alıyoruz.

Pasifik Okyanusu kenarındaki dönemeçli yollarda araba kullanmak oldukça zevkli. Keyfimize göre durup, kısa molalar veriyoruz. Hearst Kalesi’ne ulaştığımızda saatimiz daha 10.00’ı gösterdiği için içeri girmeye karar verdik. Ama bir sonraki turun 11.30’da başlayacağını öğrenince beklemekten vazgeçip yola devam ediyoruz. Eğer vaktiniz olursa ilginç bir deneyim olabilir ama önerim önceden yer ayırtmanız: www.hearstcastle.org 

Hearst Castle’dan tekrar okyanus kenarına indiğimizde bizi inanılmaz bir güzellik karşılıyor. Deniz aslanları ve fok balıklarını gözlemleyebileceğimiz bir yere varıyoruz. İnanılmaz güzellikteki bu hayvanları bu kadar yakından izleyebilmek olağanüstü. Doğal hayatta vahşi ve saldırgan olabilen hayvanlara bu kadar yakınlaşabilmek ise hakikaten özel. Hem de en önemlisi onları kendi doğal ortamlarında izleyebilmek, rahatsız etmeden. Bazılarının neredeyse çağlar öncesinden kalan dinozorumsu görüntüleri çok enteresan. Kimisi denizin içinde dalgalarla oynaşıyor, ya da kavga ediyor kimisi diğer yanda kumları üzerlerine örtüyor ya da kumlarda yuvarlanıyor. Çektiğimiz resimler gerçekten de çok hoş çıkıyor.

Monterey, Kaliforniya sahil şeridinin belki de en güzel şehirlerinden biri. San Francisco’da yaşayanlar için bizim Şile vari, hafta sonu kaçılabilecek bir mekan. John Steinbeck’in Cannery Row ve Tortilla Flat adlı romanlarının geçtiği şehir. Monterey aslında 1950’lere kadar bir balıkçı kasabası olmaktan ileri gidememiş ama günümüzde Kaliforniya’nın ilk tiyatrosu, ilk halk kütüphanesi, ilk gazetesinin kurulduğu yer olduğu için oldukça özel bir yere sahip. Ayrıca caz festivaliyle de adından oldukça söz ettiriyor.

Pasifik Okyanusu'nun 3,2 km uzunluğundaki tek deniz altı kanyonu olan Monterey Kanyonu burada.  Bu da özellikle bilim adamları ve dalgıçlar için bölgeyi inanılmaz popüler yapıyor. Monterey’in tarihi Fisherman’s Wharf adındaki iskelesi, ilk 1845 yılında inşa edilmiş ve 1870 de tekrar düzenlenmiş. Bugün turistlerin en çok ziyaret ettiği yerlerin başında geliyor. Çünkü inanılmaz lezzetli deniz ürünlerinin servis edildiği restoranların birçoğu iskelenin üzerinde. Santa Barbara’da olduğu gibi buradan da Whale Watch (Balina İzleme) turunu almak mümkün. Ayrıca belki de deniz altı kanyonunun özelliğinden, burası aynı zamanda susamurlarının doğal yuvası.

Cannery Row adını verdikleri cadde mutlaka görülmesi gereken yerler listesinde, iskeleden sonra en fazla popülasyonu burada görmek mümkün. 1920’lerde sardalya konserve imalathanelerinin olduğu basit bir sokakken, 1950’lerde sardalyaların fazla avlanıp tüketilmesiyle tüm sanayi çökmüş. Neredeyse 1980’lere kadar boş kalan şehir, Monterey Akvaryumu'nun açılması ile etraf şehirlerden turist çekmeye başlamış. El Estero Gölü de, Monterey Parkı içerisinde botlar ile dolaşabileceğiniz bir göl. Zaten şehre ilk girişte bütün güzelliği ile sizi karşılıyor.

Deniz ürünleri yemekten hoşlanıyorsanız; Old Fisherman’s Grotto ve Scales iyi restoranlarından. İskelede ve şehirde dolaşırken üzerimize düşen küllerin millerce ötede yanan ormandan geldiğini öğrenince biraz rahatsız oluyoruz ama bu yol boyunca sis diye değerlendirdiğimiz havanın basıklığını da açıklıyor. Neyse ki birkaç gün içerisinde Kaliforniya’da çıkan yangın bir şekilde kontrol altına alınabildi.

Bir sonraki günkü hedefimiz San Francisco ama sadece bir gün kalmayı planladığımız ve bu da büyük bir şehre yetmeyeceği için orayı detaylı yazmayacağım. Sadece önerim mutlaka bir hop on/off otobüs turu alıp aslında ne kadar ilginç bir şehir olduğunu keşfedin ve mutlaka ama mutlaka Golden Bridge’in diğer yakasındaki Sausolito’da zaman geçirin. Ben oraya bayıldım, aklım kaldı. Pier 39 en canlı ve en turistik yerlerinden, hemen arkasında Alcatraz adasının görüntüsü çok güzel.

Bir de herkesin düştüğü ‘Aman nasılsa Kaliforniya’ya gidiyorum orası sıcaktır’ diye düşünmeyin. Çünkü San Francisco’nun yazı Ekim sonu başlıyor. Biz oradayken gece sıcaklığı 12 dereceye kadar düşüp gündüz de en fazla 19-20 derecelerde dolaştı. San Franciscolular bu durumla ciddi eğleniyorlar. Çünkü zavallı turistler geldikleri gün donarak aldıkları San Francisco yazılı anoraklar ya da sweatshirtler ile zaten avaz avaz ‘ben turistim’ diye bağırıyorlar.

Golden Bridge köprüsünün fotoğraflarından hep etkilenirdim, bu yazı vasıtasıyla oranın resmini çekebilen arkadaşlara da tebriklerimi iletiyorum. İklim özellikleri nedeniyle denizin üzerinde bulunan sis tabakasından köprünün tamamının görünebilmesi ancak senede birkaç gün olabiliyormuş ya da sabırla elde fotoğraf makinası ile beklemek lazım ki net görünebildiği birkaç dakikada çekilebilsin. 

Bir sonraki yazımda Yosemite Ulusal Parkı’nı bulabilirsiniz. 

BANU DEMİR

Yazar Hakkında

BANU DEMİR

İstanbul Üniversitesi Radyo-TV bölümü ve Marmara Üniversitesi Contemporary Business Management’tan (gece bölümü) mezun olduktan sonra İngiltere Nescot College’da okudum.