Haziran, Temmuz derken sıcakların iyice bastırması, insanın tatil haline ihtiyacının iyice artması ve tabii ki her zamanki gibi Instagram’a yüklenen aşırı güneş-deniz-ayak içeren fotoğrafların verdiği gözü dönmüşlük sayesinde “bir yere gitmemiz gerek” düşüncesi sonucunda yola çıkmaya karar verdik. Nereye gideceğimiz büyük bir soru işareti iken iki arkadaşımız Saros – Kömür Limanı’ndan bahsetti. Deniz kenarında çadırlı bir tatil fikri cezbetse de güzel bir otelde kalıp, duş-tuvalet-yumuşak yatak-iyi restoranlar her zaman daha ağır basmıştı. Arkadaş grubundaki macera severlerin “iki gün çadırda kalıcaz, doğayla iç içe üüüff” bastırmaları ile gitmeye karar verdik.
Başlarda medeniyetten uzak kalacak olma fikri korkunç geldi, günlerce internetten Kömür Limanı ile ilgili araştırmadığım şey, girmediğim delik kalmadı ve okudukça vazgeçmeye daha da yaklaştım. Kendimi prenses sanmıyorum tabii ki fakat iki gün boyunca duş yapamayacak olmak, düzgün bir tuvaletin olmaması ve yerde yatacak olma fikri kafamdaki “beni dinlendirecek tatil” hayali ile hiç uyuşmamıştı. Tüm grup içinde sivrilip mızmızlık yapmayı bile göze aldım ama başarılı olamadım. Madem kaçamıyorum zevk almaya bakayım düşüncesi ile yola çıktım. Oraya gittikten sonra da büyük bir salaklık yaptığımı fark ettim.
Bizi bekleyen 5 saatlik yolculuğun yaklaşık 2 saatini İstanbul’dan çıkmaya harcarken, uzun yol klasiği olarak benzinciden alınan abur cuburlar biraz olsun teselli oldu diyebilirim. Sonunda İstanbul sınırından çıkıldığında keyifler anında yerine geldi ve garip bir heyecan başladı. Önce Tekirdağ, sonra azıcık Edirne derken Çanakkale’ye geldiğimizde hava karardı bile. Uzun yolculuklarda etrafı, geçilen yolları görmeyi sevenler için tavsiyem; yola sakın geç çıkmayın!
Gelibolu’ya geldiğimizde sanırım saat 22.00'ye gelmişti ve arabadaki herkes uyuklamaya başlamışken durduk. Neden? Çünkü kamp hayatı her zaman, her duruma hazırlıklı olmayı gerektirir, 1 numaralı kural bu olsa gerek. Markete girip bize yarın akşama kadar yetecek yiyecek-içecek stoğu yapmamız gerekiyordu. Allahım ne kadar zor bir şey planlı programlı olmak anlatamam. Öğlen ne yiyeceğimi bile bilemezken bir de ertesi günü düşünmek tam bir işkence.
Sevimli küçük belde marketinde gördüğümüze inanamadık; her şey dahil mangal! Ufak bir mangal, içinde tek sefere yetecek kadar kömür, çıra, 6 tabak-bardak-çatal-bıçak, eldiven, çöp torbası vs. Bunu yapmak kimin aklına geldiyse kendisini tebrik ederek, et reyonuna yöneldik. Bu tarz durumlarda sanırım en kolayı mangallık sucuk-sosise yüklenmek. Sandviç ekmeği, lavaş, ısınsa bile içilebilir içecekler, çikolatası yüzünden erimeyecek abur cuburlar ve en çok su. Şişelerce su. İlk gidiş için mutlaka alınması gerekenler diyebilirim.
Market alışverişi bittikten sonra bildiğimiz kadarıyla 45 dakikalık yolumuz kalmıştı ve yolculuğun en zorlu kısmı ile karşılaştık. Gelibolu içinde bir köy yoluna saptık ve bir süre sonra taşlı toprak bir yolda kendimizi bulduk. Yol aydınlatması olmadığını söylememe sanırım gerek yok. Arabanın altı son derece alçak olduğu için maksimum 10 km hızla koya doğru inmeye başladık. Dağdan koya doğru, karanlıkta, kenarları uçurum olan toprak bir yolda gitmek ne kadar korkutucu tahmin edin. Derken farlar sayesinde karanlıkta iki göz parlıyor, bir bakıyorsun tilki. Bu yol gerçekten güzel bir yere çıkmalıydı yoksa herkesin burnundan getirecektim.
Uzun bir süre bu şartlarda yola devam ettikten sonra sonunda koya inebildik ve Kömür Limanı’na gece saat 00.00 gibi adım attık. Burası için öncelikle bilinmesi gereken ilk şey; elektrik yok. Karanlıkta sahile doğru ellerimizde çantalarla ilerledik ve taşların üzerine (!) çadırları kurduk. Kamp denince mat-uyku tulumu ikilisi genelde yeterli olurdu fakat taşlı bir kumsalda çadır kuracaksanız en büyük ihtiyaç şişme yatak. Bunu sakın unutmayın : ) Aynı zamanda çadırı kurduktan sonra, içeri büyük taşlar yerleştirmek gerekiyor çadırın uçmasını önlemek için fakat siz siz olun koyduğunuz taşları iyice inceleyin; bizimkilerden birinin içine doğal ortamında sevimli olsa da renklerinden zehirli olduğu belli olan dev bir örümcek yavruları ile yuva yapmıştı ve bunu fark etmemiz ertesi sabahı bulmuştu.
Eşyaları yerleştirip, her şey dahil mangalımızı da yanımıza aldık ve romantik sahil ateşi başında sohbet eden arkadaşlarımızın yanına gittik. Sahilde ateş yakmak inanılmaz zevkli, ısınmak ve böceklerin uzak durması tabii ki tartışılmaz ama biraz da gözlerinizin yanmasına ve duman solumaya itirazınız yoksa.
Bu kız her şeyden yakınıyor dediğinizi duyuyorum şu an ve güzel kısımlara geliyorum: Sabah oldu ve gün ışığında çadırdan çıktığımda ne kadar güzel bir yere geldiğimizi anlamam uzun sürmedi. Koyun etrafındaki tepeler sayesinde 10.00’a kadar rahattık çünkü güneş sahile anca o saatte ulaşıyordu. Deniz o kadar berraktı ki gözlerime inanamadım. Oturduğum yerden bir taş atsam dibe çöküşünü izleyebilirdim. Kalkıp ayaklarımı sokmaya niyetlendim ve haliyle su epey soğuktu.
Benimle aynı anda uyanan diğer çadır sakinlerinin uyanır uyanmaz denize girişini izledim. Gözleri açtığın gibi denize girebilmek güzel bir his diye düşünürken kafamdaki ampül yandı; e tabi tuvalet biraz uzakta ve çok da sevimli bir yer değildi : )
Koyun evcil kedi ve köpekleri ile vakit geçirip diğerlerinin uyanmasını beklerken saat 11.00’i geçti, çok çok çok acıkmış bir haldeydim, sanırım bol oksijenin bünyeye böyle bir etkisi oluyor. Yakınlardaki Fındıklı Köyü’nün işlettiği, çadır bezleri, ilkokul sıraları ve sandalyelerinden oluşan restauranta gittik, herkes çok acıkmıştı ve siparişleri almaya gelen küçük Berkin’in kafasını karman çorman etmeyi başardık. Normal bir kafe menüsünde görmeyi bekleyeceğiniz pek çok şey vardı; menemen, gözleme, tost, kahvaltı tabağı, hamburger, sosisli… Tek farkı, köyün tarlasında yetişen domateslerin verdiği inanılmaz lezzet. Giderseniz eğer, karışık gözlemeyi ve menemeni şiddetle tavsiye ediyorum.
Cumartesi öğlen saatlerine doğru ilerledikçe çadır sayısında artma olduğu hemen fark ediliyor. Sebep ise buraya genellikle dalış için geliniyor olması. Aktivite başladığında dalgıçların tüplerini doldurmak için sabahtan akşama aralıksız çalışan makinelerin sesi başlarda kulak tırmalasa da sonraları alışılıyor.
Siz de benim gibi kumlu denize girmeyi sevenlerdenseniz, Crocs tarzı bir terliğe veya deniz botuna mutlaka ihtiyacınız olacak. Denizin hem taşlık, hem de kestane ile dolu olduğunu düşünürsek, yüzmek istiyorsanız giderken yanınıza almayı sakın unutmayın.
Denizin ne kadar iyi geldiğini ve keyifli olduğunu söylememe hiç gerek yok. Güneşlenmek isterseniz eğer, taşların üzerinde uzanmak epey zor bu yüzden matınızı çadırdan çıkarmaya üşenmemelisiniz, taşlar gerçekten çok çok acıtıyor.
Akşamüstü güneşin batışını izlerken bir kere daha buraya gelmekle ne kadar iyi yaptığımıza ikna oldum. Doğa şartları zordu, medeniyetten uzak kalmak, telefonun bir çekip bir çekmemesini bırak, şarj etmenin bile çok da kolay olmadığı bir yerde, alıştığın hayattan uzak kalmanın paniği yerini huzura bırakıyor. İnsan gerçekten her şeyden, sıkıldığı tüm şeylerden uzaklaştığını hissediyor.
İstanbul’a dönüş zamanı geldiğinde itiraf ediyorum: Üzüldüm! İki gün öncesine kadar “ben çadırda nasıl kalırım” diye kafaları yediğim, tuvaleti ayrı dert, duşu, elektriksizliği, pisliği, sıcaklığı, çadırı ayrı dert olan bu tatil hiç beklemediğim şekilde iyi gelmişti. Hatta deniz ve doğa o kadar güzeldi ki, tüm eksileri yok etti, koca çakıl taşlarının üzerinde zar zor uyumak bile keyif verdi.
Özetle burası veya başka bir yere, eğer kampa gitmek gibi bir planınız varsa belki işinize yarar, oralarda zor durumda kalmayın diye bu notlara bir bakın derim…
Kampa gideceklere tavsiyeler
*Çadır alacaksanız, o çadırda kaç kişi kalacaksanız 2 kişi fazlasını almalısınız. Şart değil ama eşyalarınıza rahat rahat yer kalsın istiyorsanız, 2 kişi için 4 kişilik bir çadır kullanışlı olur. Güleceksiniz belki ama biz çadırı gitmeden önce Bim’den çok komik bir fiyata almıştık. Üstelik çantasından çıkarıp tek bir ipi çekerek 1 dakika gibi kısa bir zamanda kurabiliyorsunuz. Toplaması da aynı şekilde çok kolay. Kampta pratiklik çok önemli : )
*Uyku tulumu, mat ve ufak bir yastık öncelikli olarak ihtiyaç. Yerde yatmayı sorun etmeseniz de bir süre sonra sırt ve bel ağrıyor ister istemez. İmkan varsa şişme yatak götürün. Büyük marketlerin çadır-bahçe bölümlerinde satılıyor. Şişirmek için ya ciğerlere kuvvet ya da etraftaki çadır komşularınıza sorabilirsiniz : )
*Çadır demek biraz dağınıklık ve pislik demek. Ne kadar dikkat etseniz de yine de dağılıyorsunuz, eşyalar çok kolay kaybolabiliyor. Çadırdan aldığınız şeyi tekrar içeri fırlatmak hoş bir davranış değil, anne terliği hak eden bu hareket başa dert açar haberiniz olsun. Sonrasında toparlanmak ve “yaa benim deniz gözlüğümü gördünüz müüüüğ?” diye etrafta gezmek istemiyorsanız ipleri baştan sıkı tutun derim. Hatta bir de çadırın fermuarlı kapısı için ufak kilitlerden almanızı tavsiye ederim. Kömür Limanı’nda telefonunu bir yerde bıraksan ertesi sabah aynı yerde bulursun ama her yer aynı olacak değil tabi. Temkinli olmakta fayda var.
*Yanınıza birkaç paket ıslak mendil alın. Duş veya akan su olmayan bir yere giderseniz sürekli ihtiyacınız olacak. Özellikle denizden çıktıktan sonra tuzlar üzerinizde kuruduğunda gerçekten hayat kurtarıyor. Mümkünse alkolsüz olanları tercih edin.
*Geceleri beklenmedik şekilde serin olabilir, kalın bir üst, belki bir tayt ve çorap üşüme ihtimalinize karşı yanınızda bulunsun.
*Alerjik bir bünyeniz varsa, böcek ısırıklarına karşı yanınıza bir krem alsanız iyi edersiniz. Çünkü doğa ile iç içe olmak bazen böceklerle, örümceklerle takılmayı gerektirir : )
*Kömür Limanı’nda elektrik yoktu. En büyük dert de telefonları şarj edememek oldu. Şarjlı kılıflar veya taşınabilir şarjlar büyük ihtiyaç. Dalgıçların tüplerini dolduran çadırlar oluyor, onlardan rica edilebilir ama genelde çoğunlukla kendi başınasınız, bu ihtimale güvenmeyin, hazırlıklı gidin.
*Denizin taşlı, yosunlu olması ihtimali ve deniz kestaneleri gibi sevimli ama dertli şeyler için dediğim gibi bir Crocs veya deniz ayakkabısı şart. Denize girerken boogie yapmayı istemezsiniz, insanlar gülüyor : )
*Şemsiye, özellikle de bakkal şemsiyesi olursa sizi sabahtan akşam batana kadar güneşin altında oturmaktan kurtarır.
*Gittiğiniz yere göre değişir ama gözlük-palet-şnorkel üçlüsü yanınızda olsun. Denizin dibini keşfetmek her zaman eğlenceli. Özellikle bir de Go Pro’nuz varsa dev eğlence sizi bekliyor.