Kasım ayının ortası, Avrupa'da soğuklar başlamış, hava tahminleri 3 gün yağış veriyor ve ben torunum Alaz'ımı da alıp 3 günlüğüne, denize kıyısı olmayan ama müthiş bir tabiata sahip küçücük bir ülkeye gidiyorum. Benelüx ülkelerinin en küçüğü, ancak şehir içindeki gezilecek görülecek tarihî yerleri, yemyeşil ormanların arasındaki şatoları, kaleleri ile ziyaret etmeye değecek bir ülke: Lüksemburg.
Başkenti de ülke ile aynı adı taşıyan; Benelüks ülkelerinden Lüksemburg Büyük Dükalığı. Küçücük bir ülke diye düşünürdüm hep ancak gezilecek yerleri, görülecek güzellikleri çok fazla ve bunların arasından özellikle şatoları müthiş.
Şatolar diyarı diye başlık atmam da boşuna değil. Küçücük ülkenin boyundan büyük şatoları var desem hiç abartı olmaz. 130 şato ya da kale olduğu söylense de bazıları küçük ve mütevazi yapılar, şatodan ziyade resmî konutlar.
Küçücük ülke dedim, yüzölçümü yaklaşık olarak 2.586 kilometrekare, tahminen Eskişehir kadar. Nüfusu derseniz yarım milyonun biraz altında.
"Parlamenter temsili demokrasi" ile birlikte "Anayasal Krallık" sistemi ile yönetilen ülke, Grandük ünvanlı Monark tarafından yönetiliyor. Eski dönemlerden günümüze ayakta kalan en büyük dükalık. Kişi başına düşen milli gelir ortalamasında ise birinci sırada. Fransızca ve Almanca'nın yanı sıra kendi dilleri de var.
Ülkenin kültürel yapılanmasında büyük etken, Roma ve Cermen kültürlerinin kesiştiği bir noktada bulunan Lüksemburg şehrinin tamamı, UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde.
Şehir surları içindeki tarihî yapılar da dâhil, şehrin içinde ve yol kenarlarında muhteşem ormanlar görüyorsunuz, yine kıskançlık duygularım kabarıyor. Bizim hasret kaldığımız bu kadar ormanı, yeşili nasıl kıskanmam?
Şehir engebeli bir bölge üzerine kurulmuş, dümdüz sokaklarda yürürken birden kendinizi bir uçurumun kıyısında bulup aşağı bakıyorsunuz; bir cennet. Her türden değişik bitkiler ve ağaçlar, hele de sonbaharın o güzelim renkleri arasında tarihî yapılarıyla o kadar güzel ki, fotoğraf çekmeye doyamıyorsunuz.
Nereleri gezelim derseniz, tıpkı bizim yaptığımız gibi sadece yürüyün, tüm tarihî yapılar karşınıza çıkacak, kaybolurum diye korkmayın. Şehir küçücük, her yol sonuçta merkezdeki meydana çıkıyor. Otelinizden bir şehir haritası alarak da dolaşabilirsiniz, takip etmesi zaten çok kolay.
İlk durağımız otelimizin hemen karşısındaki Place de la Constitution ve Gelle Fra Monument of Remembrance. 1. Dünya Savaşı sırasında gönüllü çarpışanların ve savaş mağdurları anısına yapılmış bir anıt bu.
21 metre uzunluğundaki dikdörtgen granit anıtın en tepesinde yaldızlı bronz bir kadın heykeli, elindeki defne yapraklarından yapılmış çelenk ile ülkesini ve kahramanlarını taçlandırıyor gibi. Alt kısmında ise Fransa'ya gönüllü olarak giden Lüksemburglu askerleri temsil eden iki bronz figür bulunuyor. Sonrasında yaşanan olaylar nedeniyle Nazi yönetimine karşı bir anıt haline gelmiş.
Meydanda yeni yıl ve Noel için epey hazırlık yapılmış. Biraz ileriye yürüdüğümüzde bir terastan aşağıda şehrin müthiş görüntüleri çıkıyor karşımıza. Şehir içinden geçen Alzette Nehri ve etrafı alabildiğine ağaç. Salkım söğütler, kavaklar ve çeşitli asırlık ağaçların hepsi de sonbahar renklerine bürünmüş. Uzaktan, sonbahar renklerinin arasından nehrin üzerindeki zarif Adolphe Köprüsü giriyor görüntümüze.
Şehrin merkezi ise Place d'Armes. Birçok otel, restoran, kafe ve bar, çokça çikolata ve pasta dükkânlarının ve mini satış kulübelerinin bulunduğu kalabalık ve popüler meydan burası. Kurulmuş pazar tezgahlarıyla Noel’e hazır görünüyor.
Bu arada öğlen olur ve acıkırsanız meydana açılan sokakların içinde müthiş hamburger ve sandviçleriyle ünlü Charles'ı kaçırmayın derim. Sonra da karşısındaki pastacının iştah kabartan vitrinine bir göz atın.
Şimdi sıra geldi yediklerimizi eritmeye. Kenti arşınlamaya başlıyoruz. Bizim 4 yıldızlı küçük ama şık ve güzel otelimiz Simoncini Hotel'in de lokasyonu süper.
Tarihî yapılar, şehrin ortasından akan bir nehir ve etrafı cennet ormanlar. Tüm güzellikleri harmanlamış, daha da önemlisi korumayı başarmış bir ülke. İlginç bir şehir, bir tepeye kurulmuş, bu tepenin altına uzanmış birçok galeri ve tüneller, salkım söğütlerin gölgesindeki nehir, üzerinde zarif köprüler, şehir surları tarafından etrafı sarılmış Eski Şehir, Petrus Vadisi. Lüksemburg’da tepeden vadinin eşsiz manzarasına ve fotoğraf çekmeye doyamayacaksınız.
Minik şehri yürüyerek gezeceğiz. Gezimize otelimizin hemen yakınındaki Katedral'le başlıyoruz.
Notre-Dame Cathedral, dinî yapı alanında ülkenin en büyüğü. Gotik tarzdaki Katedral 17. yüzyıla tarihleniyor. 3 kulesi ve Rönesans tarzı mimarî özellikleri taşıyan cephe ve iç mekân görülmeye değer.
Büyük Dük Sarayı (Grand Ducal Palace) 16 ve 18. yüzyıllar arasında belediye binası olarak inşa edilmiş. Saray yıllardır kentin Hükümet binası, Dük ve Düşeslerinin konutları. Yılın belirli dönemlerinde rehberli turlar ile gezilebiliyormuş.
Şehrin sokakları arasında dolaşırken birden kendinizi şehir surlarının tepesinde bulacaksınız. Nehrin iki yanına, ağaçların arasına kurulmuş “Eski Şehir” ve tarihi yapılar ayaklarınızın altında uzanacak. Burası, Bock Casemates, Bock Tahkimatı. Yarattığı savunma avantajını fark eden Kont Siegfried tarafından üzerine kale inşa edilen kayalık, içine oyulan tünellerle birlikte yıllarca şehri düşman akınlarından korumuş. Sağladığı güvenlikle şehrin kurulma sürecini hızlandıran tepenin altında bulunan galerileri ve tünelleri gezdikten sonra üst kısmına çıkıp Petrus Vadisi’nin eşsiz manzarasını seyredebilirsiniz.
Sonbaharın sararttığı yaprakların üzerinde yürürken sabah uzaktan gördüğümüz köprü şimdi tam karşımızda.
Adolphe Köprüsü 20. yüzyılda Petrus Nehri üzerine inşa edilen, 153 metre uzunluğunda tarihi bir köprü. Tren garı ile şehir merkezini hem araçlar için hem de yayalar için bağlıyor. Lüksemburg görülecek yerler listesinde önemli yerlerden olan köprü ülkenin bağımsızlığını simgeliyor.
Neumünster Abbey Keşişler tarafından 17. yüzyılda inşa ettirilen bir yapı. Güvenlik amacıyla ve askerî amaçlı kullanılmış. 2004 yılında halka açılan manastır binası, heykeltıraş Lucien Wercollier’in eserlerinin sergilendiği bir galeriye ev sahipliği yapıyor.
St. John Church’de Barok mobilyalar, 18. yüzyıl yapımı piyano, siyah renkli Bakire Meryem heykelini görebilirsiniz. Gotik tarzdaki şehrin en eski dinî yapısı Saint Michael’s Church. Müze gezmeyi severseniz burada çok mutlu olacaksınız.
1854 yılında kurulmuş Ulusal Tarih ve Sanat Müzesi’nde, Roma dönemine ve Orta Çağ’a ait eşyaların yanı sıra 18.-20. yüzyıl arasında Lüksemburglu sanatçılar tarafından yaratılan heykellerin ve tabloların sergileniyor. 17. ve 19. yüzyıllarda inşa edilmiş Luxembourg Şehir Tarihi Müzesini gezebilirsiniz. Bunların dışında Ulusal Doğa Tarihi Müzesi, Kent Sanat Galerisi ve Modern Sanat Müzesi gibi çok sayıda müzeyi de gezebilirsiniz.
Bir hafta sonuna sığdırabileceğiniz Lüksemburg şehri gerçekten çok ama çok güzel, çok da şirin bir şehir.
Biz tüm şehri çok detaylı gezemesek de görülmesi gereken önemli yerlerini gezdik ve bir güne sığdırdık.
Lüksemburg’da 3-4 gün kalacaksanız şehir dışına çıkın, yakınlarda küçük ama çok şirin, güzel kasabalar ve köyler var. Sure Nehri’nin kenarına kurulu küçük köy Esch-sur-Sure, muhteşem köylerinden biri.
Echternach kasabası ise, doğa yürüyüşü ve bisiklet sevenler için adeta bir cennet. Göl, kenarında yemyeşil bir park var ve harika bir orman var. Ormanda yürüyüşler yapabilirsiniz. Buradaki 7. yüzyıla ait Benedictine Manastırı ve St. Willibrord Bazilikası görülmesi gereken yerler arasında.
Biz yarın şehrin yakınlarında şatosuyla ünlü şipşirin bir kasabada, Vianden’deyiz.