İsfahan'da Birinci Gün
Nihayet adını çok duyduğum, “dünyanın yarısı” “rüya şehir” “hayal kent” adlarıyla da anılan İsfahan şehrindeyiz. Safevîler döneminde söylenen “İsfahan dünyanın yarısıdır” cümlesi günümüzde de geçerli. Burası gerçekten de geleneksel İran mimarisine ait tarihi eserleri ve İslam mimarisinin en değerli yapıtları ile İran’ın en güzel kenti. Aynı zamanda ülkenin en büyük, dünyanın ikinci büyük meydanı ile de ünlü bir şehir İsfahan.
Dillere Destan Bahçesiyle Abbasi Otel
Ünü dünyaya yayılmış bu şehirde yine kendisi gibi ünlü olan, özellikle de bahçesi dillere destan olan bir otelde kalacağız: 5 yıldızlı Abbasi Otel. Ben gittiğim ülkelerde otelleri önemsiyorum, genellikle kentin ya da yörenin en iyi otelinde kalmak istiyorum. Fiyatları çok anormal pahalılıkta değilse elbette 5 yıldızlı otelleri tercih ederim. Otellerde aradığım en önemli özellik temizlik ve hijyene önem vermesi oluyor. Bir de personeli güler yüzlü olursa harika olur tabii. İran’da kaldığımız oteller umduğumuzdan iyiydi. Abbasi Otel ile ilgili beklentilerimiz de yüksek.
Otelin bahçesine bakan odalarının diğer odalardan 150 Dolar farkla kiralandığının bilgisini aldık. Bu fiyat farkı bana anlamsız ve gereksiz geldi, zira otelde pek zaman geçirmiyoruz, sabah çıkıp akşam geliyoruz ve hatta bazen yemekleri otel dışında yiyoruz. Odadan bahçeyi izlemek yerine bahçede vakit geçirmek bana daha mantıklı geldi. Çok da isabetli bir karar olmuş, gerçekten bahçede kısa da olsa oldukça keyifli zaman geçirip odalarımıza sadece uyumak için gittik ve günün yorgunluğu ile hemen uyuduk.
Otele girdiğimiz anda müthiş bir lobide bulduk kendimizi. Her yer ışıl ışıl; duvarlar, tavanlar, kapılar, merdivenler ve süslemeler inanılmaz. Burası eski bir kervansaray. Bina cephesi eyvanlarla, tonozlarla ve harika süslemelerle gerçekten çok etkileyici. Bu tarihi bina sonradan ilaveler yapılarak otele dönüştürülmüş. Bahçesi ise gerçekten anlatıldığı kadar güzel. Çeşit çeşit ağaçlar var. Meyve ağaçları başta olmak üzere farklı türdeki çiçekler hemen dikkatinizi çekiyor. Ortadaki havuz, fıskiyeler, zarif ve dekoratif bahçe lambaları, başarılı peyzaj çalışması ile tarihi binanın güzelliğine güzellik katılmış. Çeşitli oturma gruplarında çay-kahve keyfi yapabilirsiniz. Bizim İran’da olduğumuz günlerde hâlâ yazdan kalma günler yaşandığı için akşam yemekleri de bahçede servis ediliyordu. Biz de hem yemek hem de çay-kahve keyfi ile bahçenin tadını bol bol çıkardık. Ancak odalar her ne kadar temizlik konusunda sorunlu olmasa da tesisat, dekor ve mobilya olarak oldukça bakımsız bırakılmış. Sanırım bahçenin ünü oteli pazarlamaya yetiyor ki odaları önemsemiyorlar.
Şehirdeki Önemli Yapılar
Biraz da şehir hakkında konuşacak olursak; Zagros Dağları’nın eteklerine kurulmuş, yol kenarlarındaki asırlık ağaçları, parkları ile iç açıcı bir yer olduğunu söyleyebiliriz. Burası şehrin tam ortasından geçen Zayende Imağı'nın her iki kenarındaki yeşil alanları ile de gönlünüzü kaptıracağınız bir şehir. İsfahan; mimari yapısı itibarıyla oldukça modern ve düzenli bir kent. İsfahan, ününü ve güzelliğini büyük ölçüde kenti Safavîlerin başkenti yaparak baştan inşa ettiren Şah Abbas’a borçlu. Yapılan imar planına tamamen uyularak inşa edilen şehir, 16. yüzyılda Pers İmparatorluğu'nun ikinci kez başkenti olduktan sonra daha da gelişmiş. Bugün bile, eski imar planına uygunluğunu ve geçmişteki ihtişamını korumakta. Şehir; birbirinden güzel bulvarlarıyla, köprüleriyle, saraylarıyla, cami ve minareleriyle ve bilhassa İslami mimariyi yansıtışıyla oldukça meşhur.
Şehrin tam ortasından geçerek, kenti batıdan doğuya kesen Zayende Irmağı’nın da şehre bambaşka bir güzellik kattığı kesin (biz göremesek de hayal etmek kolay). Nehrin üzerinde 3 adet köprü bulunuyor. Bunlardan ilki Allahverdi ya da Si-o-se-pol (33 kemer) Köprüsü. Bu köprü şehrin iki büyük ve önemli caddesini birbirine bağlıyor. Tarihi 1602’ye kadar uzanan köprü, Şah Abbas tarafından inşa ettirilmiş. 360 metre uzunluğunda ve 14 metre genişliğinde olan köprü aynı zamanda küçük bir baraj olarak da kullanılmış. 3 katlı köprünün ayakları ise 4 metre kalınlığında. Bizim orada olduğumuz günlerde ne yazık ki nehirde hiç su yoktu ve kupkuruydu, bu nedenle köprünün sular içinde kalan bölümlerini de gezebildik.
İkinci köprü ise Kacu Köprüsü. Diğerlerine göre daha kısa (132 metre) olmasına rağmen buranın en ünlü köprüsü. İkinci Şah Abbas tarafından nehir kenarındaki kraliyet yapıları için ve yapay bir gölet oluşturmak için yapılmış. İki katlı köprünün alt katında baraj kapakları bulunuyor. Kacu Köprüsü diğer köprü gibi baraj vazifesi de görüyor. Köprünün ortasında hoş bir bölüm dikkat çekiyor. Burası Şah Abbas için yapılmış küçük bir pavyonmuş. Bir zamanlar Şah Pehlevî'nin, belki içkisini yudumlayarak keyif yaptığı ve nehri seyrettiği özel locasıymış. Her ne kadar fazla kalmamış olsa da çini süslemeler yer yer görülebiliyor.
Üçüncü ve son köprü ise Şehristan Köprüsü. Ayaklarının Sasani ve Ahamenişler döneminden, yapının tamamının ise Selçuklu döneminden kalma olduğu düşünülüyor. 143 metre olan köprüde toplam 13 kemer bulunmakta.
Her üç köprü de o tarihlerde gerçekten ileri mühendislik bilgisi ile yapılmış.
Nehrin her iki kenarı da yeşil alanlar ve parklar ile gerçekten harika. Asırlık ağaçların altında aileler çocukları ile geziyor, koşuyor ve piknik yapıyor. İçinde kafe de dâhil olmak üzere hiçbir yapılaşma yok. Parkların içindeki modern heykeller de dikkat çekiyor.
Şehrin Zengin Tarihi
Şehrin tarihinden kısaca bahsetmek gerekirse; İsfahan’ın tarihi Yontma Taş Devri'ne kadar dayanıyor. İlk yerleşimin Medler zamanında olduğu biliniyor. O zamanlar kent, Medler'in en önemli şehirlerinden birisi olmuş. M.S. 642'de Müslümanların eline geçmiş. Selçuklu hanedanının kurucusu Tuğrul Bey de 11. yüzyılın ortalarında kenti başkent yapmış. Onun torunu Melikşah'ın yönetiminde ise kent büyüyüp zenginleşmiş ki ünlü İsfahan Mescid-i Cuma'nın yapımına da bu dönemde başlanmış.
Selçuklu hanedanının yıkılışından sonra İsfahan gerileme dönemine girmiş.13. yüzyılda kent, önce Cengiz Han tarafından alınsa da yıkılmamış. Ancak 14. yüzyılda Timur tarafından yağmalanmış ve kent halkı katledilmiş. Safevîler zamanında tekrar gelişmeye başlayan kent nihayet Şah I. Abbas’ın İsfahan'ı başkent yapmasıyla yeniden inşa edilmiş. Ülkenin en büyük ve en güzel kentlerinden birisi olarak gelişmiş. Böylece mimari harikası birçok eserle İsfahan’ın en parlak dönemi başlamış. Daha önce de söylediğim gibi İsfahan ününü Şah Abbas'a borçludur. Bu devirde birçok batılı sanatçı ve zanaatkârın İsfahan’da yaşıyor olması sebebiyle kent, dünyanın önemli merkezlerinden birisi hâline gelmiş. Bu parlak dönem bir asırdan fazla sürmüş. Daha sonra şehir Afgan işgaline uğramış ve başkent Nadir Şah tarafından Meşhed’e taşınmış. Tahran’ın başkent oluşu ise Kaçar Hanedanlığı döneminde gerçekleşmiştir. Rıza Şah Pehlevi döneminde (1925-1941) yeniden imarına başlanan kentteki tarihi yapıların birçoğu onarılmış. İsfahan’da ise bu dönemde el sanatları, çini, halı ve pamuklu kumaş gibi geleneksel ürünler gelişmeye başlamış.
İsfahan’ı “dünyanın yarısı” denecek kadar ünlü yapan İslami eserler, İran’daki diğer tüm eserleri gölgede bırakacak kadar ihtişamlı. Şimdi ülkenin sanatını anlamamızı sağlayacak eşsiz mimari eserleri gezmeye başlayabiliriz.
İsfahan'da İkinci Gün
Dün gece otelimizin güzel bahçesinin keyfini epeyce çıkardık, dün anlattığım gibi bahçe harika ama odalar bakımsız. Yemekleri ise felaket, hatta İran’da yediğimiz en kötü yemekti diyebilirim. Ama geldiğimizden beri o kadar çok yemek yedik ki bu yemekler keyfimizi bozamıyor. Bahçenin güzellikleri arasında çayımızı içiyor ve erkenden odalarımıza çekilip dinleniyoruz. Yezd’den buraya 4 saatlik otobüs yolculuğunun ardından yorgunluğumuzu atıyoruz. Zira gezimizin son 2 günü ve görecek, gezecek çok yer var.
Pir-i Bakran Türbesi
Sabah kahvaltısından sonra ilk ziyaret edeceğimiz yer şehre 30 km mesafedeki, 14. yüzyıla ait ve İlhanlı Olcaytu döneminde yapılmış olan Pir-i Bakran Türbesi. Girişten baktığınızda harap bir bina görüntüsü varmış ve sanki içeride görülecek fazla bir şey yokmuş gibi. Bahçe kapısı kilitli, fazla gelen giden olmadığı belli. Rehberimiz bekçiyi arıyor ve kapıyı açtırıyor. İçeri girdiğimizde ise mescidi andıran bir avlu ile karşılaşıyoruz. Bir ara yerden geçiyoruz ve bir anda hepimiz gördüklerimizle şoka giriyoruz. Sivas Divriği Ulu Cami’sinin kapısına benzer ancak çok daha muazzam bir görüntü var karşımızda. Sülüs ve Kufi yazıları içeren, muhteşem “stükko” larla bezenmiş, dört bir taraftaki taş ve mermer duvarların üzeri kabartılarak muhteşem süslemeler yapılmış bir eser bu. (Stükko; kil, alçı, taş gibi işlenebilir malzemelerin yüzeyinde bulunan alçaklı, yüksekli şekiller)
Fotoğraflar sanırım anlatamadıklarımı çok daha iyi anlatacaktır. Buraya gelmekten, çok önemli ve güzel bir türbeyi görmekten dolayı çok memnunum. Sanırım burayı gördükten sonra Divriği’deki camimizi gezmek, görmek ve anlamak çok daha isabetli olacaktır. (Sivas Divriği Ulu Camii; Ahmet Şah tarafından 13. yüzyılda inşa ettirilmiş, üzerindeki ince oymaları ve kapısındaki taş işçiliği ile tam bir sanat eseridir. Ayrıca UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndedir.) Duvarlardaki mozaikler yer yer dökülmüş olsa da hâlâ çok etkileyici.
Türbenin bulunduğu köy aynı zamanda Ester Hatun Mezarlığı’nın bulunduğu yer olması nedeniyle İran Yahudilerinin önemli bir ziyaret noktası. Bu nedenle Türkiye’den gelen turların bu köye gelmediğini öğrenince çok şaşırıyorum. Çünkü gerçekten görülmesi şart bir yer burası.
Güvercin Kulesi
Şehri gezmek görmek için İsfahan’a dönerken enteresan bir yapıya uğruyoruz. Dışarıdan bakıldığında basit bir görünümü var ama kerpiç binanın tuğlaları büyük bir ustalıkla üst üste yığılmış. Bu sebeple halk mimarisinin güzel bir örneği. Yapının içine girdiğimizde şaşırtıcı bir görünüm, enteresan ve güzel bir mimari ile karşılaşıyoruz. Üst üste yığılmış tuğlalar ve aralarındaki boşluklar yüzlerce güvercine yuva olmuş.
Bu yapının amacı güvercinlerin dışkılarının toplanarak kavun tarlalarında gübre olarak kullanılmasını sağlamakmış. Biz yine sportmen 3 kişi, yüksek basamaklı ve daracık merdivenlerden çıkarak kalenin en tepesine ulaşıyoruz. Çıkmayanların pişman olacağı bir manzara ile karşılaşıyoruz. Kulenin dört bir tarafından İsfahan’ın tüm manzarasını kuşbakışı izliyoruz. Yorgunluğumuza değiyor doğrusu.
Bu arada yukarı çıkan tek hanım olarak, diğer hanımların bizi beklerken keşfettiği ve meşhur İran çayının satıldığı bir markete ben de dalıyorum tabii ki. Sanırım bizden sonra dükkânda çay ve hurma kalmamıştır :)
İsfahan Cuma Camii
Sırada Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki bu muhteşem yapı var. Ulu Camii olarak da bilinen cami 8. yüzyıldan kalma ve Selçuklu mimarisinin izlerini taşımakta. Burası 16. yüzyılın Barok Safevî mimarisinin tüm özellikleri ile eşine ender rastlanan bir İslam müzesi adeta. İran’daki İslam mimarisinin vazgeçilmez planı olan kubbeli, dört eyvanlı, büyük ve açık avlulu cami, sonraki dönemlerde inşa edilen camilere de İran’a özgü bir mimari olarak örnek teşkil etmiştir. Hatta buraya İslam mimarisinin en güzel örneği diyebiliriz.
Camiye Selçuklu dönemine ait görkemli ve eyvanlı, çinilerle süslü kapıdan giriyoruz. Önümüzdeki avlu İran’da gördüğümüz en büyük avlu ve ortasında büyük bir havuzlu şadırvan yer alıyor. Avluyu çevreleyen 4 cephenin ortasındaki harika görünüşlü eyvanlar iki katlı, kemerli ve tümüyle 15. yüzyıla ait çinilerle kaplı. Dış cephede mavi ve turkuaz renkler, mavi-beyaz kaligrafiler kullanılırken iç cephede sarı tonlar kontrast oluşturmuş. Camideki mihrap salonu, tuğla örme kubbe, muhteşem sütunlar ve süslemeler, büyük bir yangın atlatmış ve neyse ki az hasarla kurtulmuş. Kompleksin içinde bulunan mescidin mihrabı, Pir-i Bakran Türbesi'nde gördüğümüz “stükko” motiflerle bezenmiş ve kaligrafi ile kaplanmış.
Hiçbir İslam eserinde böylesine etkili bir görünümün olmadığı, kelimelerin kifayetsiz kaldığı bu muhteşem yapıyı daha iyi anlayabilmeniz için ben sözü yine fotoğraflara bırakıyorum… İran gezimizde sözcüklerle tarif edemeyeceğim o kadar güzel mimari eserler gördük ki, fotoğraflar bu konuda bana destek oluyor.
Vank Katedrali
İsfahan'da ve ülkenin güney bölgelerinde yaşayan Ermenilerin en önemli ibadet merkezlerinden olan Vank Katedrali'nin tarihi, Şah Abbas dönemine uzanıyor. Şah Abbas şehri başkent yaptıktan sonra, şehirde yeterince gayrimüslim olmamasından ve ticaretin gelişemeyeceğinden endişe duyarak Azerbaycan’ın Culfa kentinden Ermeni tüccarları İsfahan'a, nehrin güneyine getirtmiştir.
Katedralin giriş kapısının üzerinde saat kulesi bulunuyor. Giriş bölümünden sonra bahçeye girer girmez göze çarpan çan kulesinin tarihi ise 1774'e dayanıyor. Yapı dışardan bakıldığından oldukça sade. Ancak içeri girer girmez zengin resimlerle kaplı duvarlar ve işlemeli tavan görülmeye değer. Kubbeye Adem’in cennetten kovuluşunu anlatan yaratılış efsanesi resmedilmiş. Diğer resimlerde ise Tayfun, Nuh’un gemisi, Babil, Son Akşam Yemeği, İsa ve ailesi, Musa ve Meryem’in çeşitli evreleri gibi birçok konu işlenmiş. Resimler 17. yüzyıla ait ve Müslüman Pers, İtalya ve Hollanda resim sanatı karışımı.
Bahçenin bir köşesinde ise bir ateş yanmakta, hepimizin bildiği Ermeni katliamı anısına…
Bizim katedrali ziyaret ettiğimiz günden bir gün önce katedralin 350. kuruluş yıl dönümüymüş. Bu nedenle düzenlenen törene, Ermenilerin önde gelen dini liderlerinden I.Aram, İsfahan Belediye Başkanı Murtaza Şekainejad, Zerdüşt, Yahudi ve Müslüman din adamları da katılmış. Bu misafirlerden bazıları da bizim otelimizde kalıyordu. Konuklar kırmızı halılarla karşılanmıştı. Ancak biz ekibin ayrılmasından sonra otelden çıkışımızı yaptığımız için kırmızı halıya yetişemedik, üstünde yürüyemedik :)
Kırk Sütun / Çehel Sütun Sarayı
İsfahan’ın en güzel saraylarından, tarihi yapılarından biri olan, "40 sütun" anlamına gelen Çehel Sütun, gerçekte 20 sütunluymuş. Peki neden 40 sütunlu denmiş, anlatayım.
Saray 400 yıllık bir geçmişe sahip. Yüzölçümü 67.000 m² olan cennet gibi bir botanik bahçesinin içinde yer almakta. Önünde ise dev bir havuz bulunuyor. İşte diğer 20 sütunu görebilmek için, sarayın hemen önüne uzanan bu dev havuza ve onun yansımasına bakmamız gerekiyor… Ama bakıyoruz 20 sütunun hepsi aynı zamanda aynı kareye pek de yansımıyor. Her şeyden önce havuzun suyu oldukça kirli ve bulanık. Dolayısıyla 20 sütunun birden yansıdığı bir nokta bulamadık. Her neyse biz büyüyü bozmayalım da ben size sarayın güzelliklerinden bahsedeyim.
I. Şah Abbas zamanında yapımına başlanan saray, Şah’ın eğlence ve kabul törenlerinde kullanılmak amacıyla yaptırılmış. Ahşap sütunların taşıdığı tavan süslemeleri ve alındaki süslemeler oldukça yıpranmış görünüyor. Bu sütunların ardından saraya giriş avlusuna gidiliyor. Saraya giriş kapısı yine bir eyvan içinde ve tavan yine petek tavan, yine ayna süslemeler ile bezenmiş.
Sarayın içine girince gördüğümüz seramikler ve üzeri fresk tablolarla süslenmiş duvarlar, özellikle de tavan çok hoş görünüyor. Duvarlardaki tablolarda bazı tarihî olaylar anlatılmakta. Bunların arasında I. Selim ile yapılan Çaldıran Savaşı da mevcut. Tarihî olayları betimleyenlerin yanı sıra, içeriği pek tarihî olmayan, geleneksel minyatür tarzında yapılmış ve daha estetik duran kompozisyonlar da bulunuyor. Örneğin; verilen davetlerde ve ziyafetlerde çengiler, hatunlar, zenneler hatta oğlanların dansları.
Ömer Hayyam’ın söylediği gibi:
Cennette huriler varmış kara gözlü,
İçkinin de oradaymış en güzeli.
Desene biz tam cennetlik olmuşuz,
Bak bir yanda şarap diğer yanda sevgili…
Rehberimizin verdiği bilgiye göre zaman içerisinde sarayın seramik panellerinden birçoğu yerinden çıkarılmış ve ne yazık ki batıdaki büyük müzelerde yerlerini almış.
Sarayın girişinde Unesco Dünya Mirası amblemini görünce şaşırdık. Zira benim elimdeki listede bu saray yok. Türk rehberimiz de konuya yabancı, yerel rehberimiz ise amblemi doğruluyor. Ancak benim araştırmalarım olumsuz…
Yazımın devamında dünyanın en büyük ikinci meydanı olan İmam Meydanı ve camiler yer alacak.
İsfahan'da Üçüncü Gün
İmam Meydanı (Nakş-ı Cihan)
Bu meydan için ne desem, ne yazsam bilemedim. Zira ne söylesem az söylemiş olurum. Görmek, yürümek, yaşamak gerekli. Bizim böyle bir meydanımız neden yok, hatta olanı neden bozmak için gayret ediyoruz bilmiyorum ama kıskandım desem yalan olmaz. Hem de bu yapıyı 17. yüzyılda düşünmüş ve yapmışlar.
İmam Meydanı, dünyanın en büyük meydanlarından. Hatta Pekin’deki Tiananmen Meydanı’ndan sonra dünyanın ikinci büyük meydanı. Nakş-ı Cihan Meydanı (İmam Humeyni Meydanı) Dünya Miras Listesi'nde de yerini almış durumda. Meydana adım atar atmaz bir ferahlık ve huzur hissettim. Fotoğraf çekmek için nereden başlasam, ne çeksem, tümünü bir kareye nasıl sığdırabilirim diye şaşkın şaşkın bakındım etrafa.
Daha önce bahsetmiştim; İsfahan güzelliklerini Şah Abbas’a borçludur diye. İşte yine bu durumu bir kez daha anlıyoruz. Şah Abbas İsfahan’ı imparatorluğuna başkent yapmaya karar verdiğinde burada eşi benzeri olmayan, imparatorluğunun gücünü gösterecek bir meydan yaptırmak istemiş. Mimar Ali Ekber de bu müthiş parkı Şah’a ve İsfahan halkına armağan etmiş. İşte Fransız şair Mathurin Regnier bu meydana hayran kalır ve “Dünyanın Suretinin Meydanı” anlamına gelen “Nakl-ı Cihan” diyerek hayranlığını anlatır.
513 metre uzunluğunda, 163 metre genişliğindeki meydan, Moskova’daki Kızıl Meydan’ın iki misli büyüklükte. Dört bir yanı iki katlı kemerli yapı ile çevrilmiş. Ortası ise alabildiğine yeşil, çimen, çiçekler ve ağaçlarla dolu. Tüm bunlar insanın içini huzurla dolduruyor.
Meydanın kuzeydeki kısa ucunda Şah Kervansaray ve içinde her türlü hediyelik eşyanın, ünlü İsfahan kumaşından yapılmış örtülerin satıldığı bir çarşı bulunuyor. Batı kenarında Ali Kapı Sarayı, doğuda Şeyh Lütfullah Mescidi, güney ucunda İmam Camii bulunmakta. Hepsini gezeceğiz ama bir gün yeterli olacak mı bilmiyorum.
İmam Camii (Mescid-i İmam)
Yine muhteşem bir yapıt tüm heybetiyle karşımızda. Giriş, İran’ın en büyük portallerinden ve İmam Meydanı’ndan olan, meydanın bir parçası gibi duran, 30 metre yüksekliğinde eyvanlı bir kapıdan yapılıyor. Yarım kubbeli iç alan, mukarnas benzeri küresel üçgenlerle derinlik kazanmış. Her iki yanında ise 42 metre yüksekliğinde ve turkuaz rengin hâkim olduğu birer minare bulunuyor. Caminin süslemelerinde bolluk ve bereketi simgeleyen geleneksel İran çiçek motifleri kullanılmış.
Cephe masmavi çinilerle bezenmiş. Ancak rehberimiz bizi uyarıyor; Şah Abbas ölmeden eserin tamamlandığını görmek için acele edince cami kaplamasının büyük kısmı çini mozaik yerine başka bir teknikle yapılmış, yine de büyük bölümü ölümünden önce bitirilememiş.
Caminin zemin planı ve mimari tarzı İslamiyet’in sadelik yaklaşımına uygun olarak tasarlanmış. Avlusu klasik Selçuklu düzeninde, dört tarafında birer eyvan, bir tanesinin üzerine ise bir kule yapılmış. Avlunun ortasında ise havuzlu bir şadırvan bulunuyor.
Caminin tüm ağırlığı görüş açısının geniş olmasını sağlamak amacıyla sekizgen sütunlara taşıtılmış. Ana kubbesi mavi zemin üzerine beyaz ve altın yaldız arabesklerle bezeli. Kubbenin fotoğraflarını çekerken çok ilginç bir görüntü yakaladık. Belli bir noktadan bakıldığında kubbenin en tepe noktasına, süslemelerin üzerine üçgen bir ışık huzmesi vuruyordu. Gerçekten çok etkileyiciydi.
Ana salon tek bir kubbe ile örtülmüş. Ancak çatısı akustiği sağlamak amacıyla iç içe geçmiş 38 ve 50 metre yükseklikteki iki kubbeden oluşmuş. İlginç bir araştırmaya göre, salonun içinde sesin 49 kez yansıyarak her tarafa yayıldığı ancak insan kulağının bunlardan yalnızca 12’sine duyarlı olduğu saptanmış. Cami tümüyle ve tek kelimeyle muhteşem, bu meydana yakışır güzellikte. Hele de akşam olup da havanın kararmaya başlaması ve tüm binaların, camilerin, meydanın aydınlatılmasıyla birlikte meydanın atmosferi yavaş yavaş değişiyor ve oluşan güzellik daha da artıyor. Cami, 17. yüzyılda Şah Abbas’a ithafen yapıldığından adı Şah Camii iken İslam devriminden sonra ismi İmam Cami (Mescid-i İmam) olarak değiştirilmiş.
Şeyh Lütfullah Mescidi
Bu küçük cami de İmam Meydanı kompleksinin içinde yer alıyor. Bu mescit adından da anlaşıldığı üzere İmamî tarikatının ileri gelenlerinden biri olan ve İsfahan’a yerleştikten sonra çok sevilen, sayılan Şeyh Lütfullah için yapılmış.
Caminin göze çarpan özelliği ise minaresinin olmaması. Sırtı çini ile kaplı, 13 metre çapındaki kubbesinde ise sarı-bej, beyaz, mavi ve siyah renklerdeki süslemeler de mevcut.
Yapının minaresi olmadığı gibi avlusu da yok. Küçük bir cami, hatta mescit diyeceğimiz yapıyı daha zengin göstermek için kare plan yerine sekizgen plan kullanılmış.
İmam Camii ve Şeyh Lütfullah Mescidi’ndeki tüm kaligrafiler Tebrizli hattat Ali Rıza Abbasi’nin eseri. Buraya bir dönem “Kadınlar Mescidi” de denmiş, bunun nedeni ise Ali Kapı Sarayı ile arasında olduğu söylenen gizli bir tünelden saray kadınlarının kimseye görünmeden bu camiye ibadete gelmeleriymiş.
Ali Kapı Sarayı / Kakh-ı Ali Gapu (Ali’nin Kapısı)
Şeyh Lütfullah Mescidi’nin karşısında yer alan saray 17. yüzyılda ait, 6 katlı ve 48 metre yüksekliğinde. Şah Abbas’ın önemli kişilikleri ve elçileri kabul ettiği, gününü geçirmeyi sevdiği, aynı zamanda kraliyet ailesinin meydandaki faaliyetleri, şenlikleri de izlediği bir saray burası.
Sarmal merdivenlerle üst katlara çıkarken gördüğümüz mozaik ve kabartmalar epey hasar almış. En üst katta yer alan müzik odalarındaki nişler hem dekoratif hem de akustik amaçlı yapılmış. Biz yine 3 kişi binanın en üst katına kadar çıkıyor ve İmam Meydanı’nın kuş bakışı muhteşem görüntüsünü fotoğraf karelerimize ekliyoruz.
Öğle yemeği için gittiğimiz restoran bu güzel meydana yaraşır güzellikteydi. Yemekleri çok lezzetli ve hoş bir mekândı. Bir kahve içmek için gittiğimiz kafe ise oldukça ilginç bir yerdi; yüzlerce antikayla dolu, kalabalık ama enteresan bir mekân. Nargile içilmesine izin verilmeseydi ve duman içinde olmasaydı, gerçekten tavsiye edilecek bir mekân olabilirdi.
İsfahan'da Dördüncü Gün
İsfahan’da çok önemli ve değerli iki insana ziyaretimiz oldu. Her ikisine de randevu ile gittik, sohbet ettik, bilgi aldık.
Ateş Tapınağı
İsfahan’daki son günümüzde sabah ilk randevumuz bir Ateş Tapınağı. İran yazılarımı takip edenler hatırlayacaktır; Yezd şehrindeki Ateşgede – Ateş Evi ziyaretimizi anlatırken Zerdüştlerden de bahsetmiştim. (http://gezimanya.com/GeziNotlari/ruzgari-yakalayan-sehir-yezd)
Bugün İsfahan’da da önemli bir Ateş Evi ziyaretimiz var. Rahip ya da “Muz” ile randevumuz var. Felsefelerini bir de ondan dinleyecek, merak ettiklerimizi ve öğrenmek istediklerimizi soracağız.
Kendisi bizi güler yüzle karşılıyor, tabii her evde olduğu gibi sürekli yanan bir ateş var burada da. Bize gösterdikleri sıralara oturup sohbete başlıyoruz. Önce bize kısaca Zerdüştlerden ya da Meccuzilerden ve Mandeizmden bahsediyor.
Kısaca felsefeleri şu şekilde: "Doğru düşün, doğru söyle, doğru yap. Adam gibi adam ol yeter!"
Hiç sönmemek üzere içinde yakılan ateşin anlamı şu: Ateş tüm kötülükleri yok eder, ateşin olduğu yerde kötülük barınmaz, ateş aydınlık verir, yolu aydınlatır, ışık verir. Işığın ve aydınlıkların, Tanrı Ahura Mazda’nın fiziksel temsili olduğuna inanırlar. Yoksa asla ateşe tapmıyorlar (Ben döndükten sonra internette Zerdüştlerle ilgili bilgileri araştırıp okurken dikkatimi şu cümle dikkatimi çekti: “Ateşe tapanlar”. Oysa bu bey bize bunun kesinlikle yanlış olduğunu söylüyor.)
Zerdüşt olmak için inandığınız dinden çıkmanız, ayrılmanız gerekmiyor. Hem Müslüman, Hristiyan vb. dinlere mensup olup hem de Zerdüşt olunabilir. Evet, 20. yüzyıldayız; ateş yerine yolumuzu aydınlatacak elektrik var, doğru, onlar da teknolojiyi reddetmiyor bilakis kullanıyorlar. Mesela yanan ateş doğalgaz sayesinde hiç sönmüyor, evet kendisi de internet kullanıyor. Önemli olan ateşin, belki de içimizdeki ateşin hiç sönmemesi.
Dünyaca ünlü bir Minyatür ustası, dehası, piri olan Hossein Fallahi ile tanıştık. Şanslıyız, dünyanın her yerinden davetler alan Fallahi yurda yeni dönmüş, bizi içtenlik ve güler yüzle karşılıyor. Sohbete başlıyoruz, o anlatıyor biz de merak ettiklerimizi soruyoruz.
Minyatür
Çok ince işlenmiş ve küçük boyutlu resimlere minyatür denir. Minyatür, ince ince işlenmiş ve sayfa süslemesi olarak da kullanılan küçük resimlerden oluşan bir sanattır. Minyatür adı Latince “minimum” dan türemiş, anlamı ise “Boyaya kırmızı rengi veren kurşun oksit” tir.
İran, çok eskilere dayanan köklü tarihi ve gelenekleri ile birçok sanat dalına can vermiş bir ülkedir. Yazılarımda anlattığım ve birçok mekânda gördüğümüz ayna süslemeleri, cam objeler, çini, mozaik gibi süslemelerin yanı sıra minyatür de İran'da oldukça yaygındır.
Minyatür fırçası İran kedisinin kılından ve güvercin tüyünden yapılıyor. Üzerine minyatür yapılan materyal ise deve kemiğinden yapılıyor. Daha büyük ebatlar için kemiğin preslenerek kullanılmasının yanı sıra el yapımı kâğıt, deri ve nadiren de olsa fil dişi kullanılıyormuş. Tasvirler ise İran kültüründen sahneler, İran şairlerinin (Hayyam, Hafız, Firdevsi, Sadi gibi) şiirlerinden alınma konular, çoğunlukla da aşiret hayatı, polo oyuncuları, av sahneleri gibi konulardan oluşuyor.
Bu güzel ve bilgilendirici sohbetten sonra küçük bir kâğıda bir şeyler karalamaya başlıyor ve birkaç dakikada ortaya ustaca çizilmiş bir portre çıkarıyor. Burası onun hem satış yaptığı iş yeri hem de atölyesi, öğrencileri ile burada çalışıyor. Duvarlar çeşitli boylarda minyatürlerle dolu, hepsi birbirinden güzel, hangisine baksam bir başka güzellik görüyorum. Bu eserlerden mutlaka almak istiyorum. Fiyatlara göz attığımda bakıyorum bazen ufak bir tablo oldukça pahalı iken daha büyükçe biri çok daha uygun. Soruyorum, hocanın kendi elleriyle yaptıkları ve üzerinde ıslak imzası olanlar pahalı olanlar, daha ucuz olanlar ise hocanın öğrencilerinin yaptıkları. Öğrenci minyatürlerinin yanı sıra elbette hocanın imzalı eserlerinden de alıyoruz. Çay ikramlarından sonra ayrılıyoruz bu sevimli, cana yakın ustanın atölyesinden.
Bir geziyi daha sorunsuz tamamlayarak farklı bir ülkeye konuk olmaktan mutluluk duyuyorum. Anılarla evimize dönerken biraz düşündüm…
İran’a giderken beklentilerim hayal ettiklerimin ötesine geçmiyordu. Ama eski medeniyetler, dinler, mezhepler hakkında çok şey öğrenerek dönüyorum evime. Ayna, çini ve mozaik işçilikleri ile bezenmiş muhteşem İslami eserleri, geleneksel el sanatlarını, yöresel halıları görmek muhteşemdi. Dünyaca ünlü bir minyatür ustası ile tanıştım, çalışmasını izledim, kalemini nasıl ustalıkla kullandığına tanıklık ettim ve onun eserlerinden satın aldım. Gezimiz sorunsuz, keyifli ve dopdolu geçti. İran'a gittiğim için çok memnunum, sizlere de fırsat yaratmanızı ve gidip görmenizi şiddetle tavsiye ederim. Çok güzel eserler göreceğinizden emin olun…