Slovenya’ya gelirken ülkeyle ilgili bildiğim 2 önemli şey vardı. Birincisi ünlü Bled Gölü. O kadar çok fotoğrafını gördüm ki artık Balkanlar’ın bu ünlü gölünü görmem gerekiyordu. Diğeri ise dünyanın en büyük mağara kalesi Postojna.
Postojna aslında, kuzeydoğu Slovenya’da geleneksel Carniola Bölgesi’nde bulunan, İtalyan kenti Trieste’ye ise 35 kilometre uzaklıkta bulunan bir kasabanın ismi. 33 kilometrekarelik bir alanda kurulu olan kasabanın nüfusu yaklaşık 9.200. Pivka Nehri’nin kenarında bulunan kasabadaki yerleşimden ilk olarak 13. yüzyıldaki yazılı kaynaklarda bahsedilmiş ancak yapılan kazılardan sonra burada bulunan mağaralar sayesinde bölgenin Paleolitik Çağ’dan beri yerleşime açık bir bölge olduğu anlaşılmış. Kasaba, Orta Çağ’ın sonlarından itibaren Carniola Dükalığı ve dolayısıyla da Habsburg Monarşisi’nin bir parçası olmuş. 1918’den 1943’e kadar İtalya hâkimiyetinde olan Postojna o dönemde Trieste eyaletinin bir parçasıymış. Bu kasabanın bir diğer özelliği de İkinci Dünya Savaşı’nda bir toplu mezar alanı olması.
Postojna’nın kelime anlamı ise kasabanın kuzey tarafından yükselen Sovy Tepesi üzerinde bir zamanlar yuva kuran “beyaz kuyruklu kartal”dan geliyor.
Bütün bu bilgiler iyi hoş ama bizi esas ilgilendiren Postojna kasabası değil, Postojna Mağarası. Dünyanın en büyük karstik mağaralarından biri olan Postojna Mağarası (İngilizce “Postojna Cave”, Slovence “Postojnska Jama”) burada Postojna’da bulunuyor ve Slovenya’nın en popüler turistik yerlerinden biri.
Slovenya’da artık birkaç gün beraber geçirdiğimiz için epey de kanka olduğumuz rehberimiz Alesh bizi mağara girişine kadar getirdi. Orada bize ev sahipliği yapan turizm ofisi yetkilileriyle tanıştık ve vakit kaybetmeden bizi mağaranın içine aldılar. Böyle “mağara” dediğim içini girilip çıkılan ufak bir yer zannetmeyin sakın. Yürüyebileceğiniz ve ilginç oluşumların olduğu yere kadar gitmek için mağaranın içinde trene biniyorsunuz çünkü yol çok uzun :).
Girişte biletinizi aldıktan sonra size konuştuğunuz dile göre bir rehber atanıyor. Türkçe maalesef mevcut dillerden biri değil. Bizi İngilizce gruba koydular ve trene binip yol almaya başladık. İlk hissettiğim şey soğuk oldu. Dışarıda hava 30 derece olduğu için, biraz da fazla üşümeyen, hatta sıcağı da pek sevmeyen yapımdan dolayı yanıma mont almayı düşünmüyordum ama herkes uyarınca “Herhalde bir bildikleri var” diye düşündüm ve katlanır montumu çantama koydum. Tren hareket eder etmez yaptığım delikanlılığın gereksiz olduğunu fark ettim ve montumu giydim. Hava cidden 10 derecenin altında, inanılmaz nemli ve de tren hareket edince daha bile soğuk hissediyorsunuz.
İlk trene bindiğinizde biraz lunapark havası yaşıyorsunuz. Sanki birazdan dev bir yokuştan aşağı kayan bir roller coaster’da gibi. Aslında tren hiç de yavaş sayılmaz. Karstik oluşumların, sarkıtların altından ve duvarların yanında oldukça yüksek bir hızla geçiyor. Açıkçası hiç korkmadım desem yalan olur, biraz korktum. Öyle fotoğraf çekeyim, sağa sola sarkayım derseniz bir duvar parçasında eliniz kolunuz patlayabilir. Hatta boyunuz biraz uzuncaysa dikkat edin kafanızı eğmeniz gereken yerler bile olabilir. Ne de olsa trendeyim diye pek güvenmeyin yani.
Ama bir de şu var ki trenle giderken göreceğiniz manzaralar M-U-H-T-E-Ş-E-M! :).
Sanki bir masal dünyasında gibisiniz. Ne bileyim Superman’in yalnızlık kalesi ya da Kızılmaske’nin mağarası gibi bir fantastik ortamdasınız. Bu dünyadan bir yer olduğuna inanmak hayli zor.
Yukarı baktığınızda tavandan yere sarkan yüzlerce hatta binlerce sarkıt görüyorsunuz. Kimi incecik ve sık aralıklı ve bunlara spagetti diyorlar, parmak kalınlığından daha az gibi düşünün, ama kimileri de var ki Dolmabahçe’deki dev avizeler kadar büyük, ihtişamlı sarkıtlar. Ha bu arada tabii ki mağara içinde göreceğiniz galerilerin boyutları da akıl almaz şekilde. Kimi odalar (Galeriler) rahatlıkla birkaç apartmanın sığacağı kadar büyük boşluklardı.
İlginçlikler yalnızca tavanlarda değil, etrafınızda nereye baksanız bu kireçtaşı oluşumlarını, yani yerden yukarı doğru uzanan dikitleri görüyorsunuz. Bunların da çok değişik şekil ve renkte olanları var. Her odada minyatür bir Kapadokya olduğunu düşünün. Bir de tepelerden ve altlardan yaptıkları ışıklandırmalarla inanılmaz bir atmosfer yaratmışlar.
Gruplar halinde mağaranın içerisinde yürüyorsunuz. Bir trende tahminen 80-100 kişi var. Arkadan yeni bir tren geliyor, bir o kadar insan daha iniyor. Bu iki grup arasında kalabiliyorsunuz, yani iki grup, rehberlerin tüm çabalarına rağmen bazen aynı odada/galeride denk gelebiliyorlar.
Ama alanlar o kadar büyük ki o 2 adet 100’er kişilik grup mağaranın odalarını dolduramıyor. Hâlâ daha geniş geniş boşluklar kalıyor.
Yürürken dikkat etmenizde ve rehberinizi çok gözden kaçırmamanızda fayda var. Kaybolmazsınız çünkü yürüyüş yolları ve yönü zaten belli ancak bizim gibi fotoğraf çekmek için fazla geride kalırsanız sonradan karanlık noktalarda bulabiliyorsunuz kendinizi. Sebebi ise şu; mağaranın için çok büyük olduğu için her an her noktasını aydınlatmıyorlar. Bir grubun rehberi anlattığı süre boyunca aydınlatma yapılıyor, grup oradan uzaklaşınca spot ışıkları sönüyor. Yürümeye yetecek kadar sağınızı solunuzu görüyorsunuz ancak etraftaki o muhteşem görünümlü sarkıt ve dikitlerin estetik görüntülerini kaçırıyorsunuz. Zaten fotoğraf çekmek için kendinizi o kadar da kasmanıza gerek yok, ne kadar ışıklandırırlarsa ışıklandırsınlar, alanlar o kadar büyük ve karanlık ki fotoğraflar asla harika çıkmıyor. Tabii elinizin altında iyi bir tripod ve iyi bir kamera yoksa :). Flaşı ise hiç düşünmeyin bile, mağaraya zarar vereceği için flaş kullanımı içeride yasak ve bu konuda sık sık uyarıyor ve sıkı kontrol ediyorlar herkesi.
Dönüşteki tren istasyonuna yaklaştığınızda ise bir sürpriz daha bekliyor sizi. Yolun ortasına konmuş dev akvaryumlarda buraya özel bir semender yaşıyor. Mağara semenderi denen bu türe İngilizce koydukları isim ise insan balığı (Humanfish). Bütün bir tür albino, belki de o yüzden yalnızca mağarada yaşıyorlar. Gözleri de derisinin altında olan enteresan bir yaratık bu. Dikkatli bakınca semenderi suda görebiliyorsunuz ama ışıktan rahatsız olan bu yaratığa zarar vermemek için ortam çok karanlık ve bu yüzden de fotoğraf çekmeniz pek de mümkün değil. O yüzden mağara semenderinin fotoğrafını size internetten bulup gösteriyorum.
Tren dönüş yoluna girince ilk girişteki macera tekrar başlıyor. Kafaları eğmek gerekiyor, üstünüze damlayan sularla birlikte soğuk bir havada yarı karanlık, etrafta muhteşem manzaralar izleyerek aynı yolu geri dönüyorsunuz. Final ise bence çok etkileyiciydi. Oldukça yüksek bir demir köprüden geçerek çıkış kapısının ışığına (Ve sıcağına :)) kavuştuk. Köprünün altında ise dev bir nehre birkaç metre yüksekten dökülen (Sanıyorum yapay) bir şelaleden ihtişamlı bir su sesi.
Postojna Mağarası macerası toplamda 1,5 saat kadar sürüyor. Gerçekten son derece etkileyici bir deneyim. Giriş ücretinin çok da ucuz olduğunu söyleyemem: Kişi başı 28 euro ama diğer gezilecek yerlerle kombine bilet alırsanız, örneğin Predjama Kalesi ile birleştirirseniz ikisine beraber 35,5 euro ödüyorsunuz. Predjama Kalesi neresi mi? :) O zaman sizi şu yazıya, yani bugünün diğer kısmını anlattığım yazıya alalım...