Ekim 2013Starbucks Orlando
Bu kafeye her gelişimde oturduğum, camın tam önündeki masadayım yine… Klasik Bavyera mimarisin hâkim olduğu, pencerelerinden sardunyalar sarkan; zenginliği, fakirliği, sanatı, yıkımı, savaşı, barışı ve daha nicelerini görmüş yaşlı binalarla çevrili bu güzel sokağı izliyorum. Devamlı olarak değişen bir şehirden gelen biri için alışılmadık bir his var içimde… Sanki aradan geçen yıllarda defalarca turist olarak geldiğim bu şehirde her şeyin tanıdık olmasıyla artık yarı oralıymışım gibi hissetmemi sağlayan bir duygu bu… Münih'in bu saklı köşesine abimle ilk geldiğimde hem şaşırmış hem de mutlu olmuştum. Esasen tam da Marienplatz ve Maximillian Strasse gibi bilindik turistik noktalarının hemen yanı başında olmasına rağmen, yol üstünde kalmayan ve ara sokakları takip ederek ulaşılabilen bir meydan burası…
Adı her ne kadar Orlando am Platzl diye geçse de ben kendi her tarafı karalanmış haritama çizdiğim dairenin yanına Schuhbeck olarak not almışım buranın ismini. Çünkü Almanya'nın bu ünlü şefi, adeta buradaki her binanın bir yerlerini satın alarak kendi dağınık gastronomi sokağını yaratmış; aşçılık okulu, çikolata mağazası, çay-kahve mağazası vb. Her kafa çevirişte kendisinin yakışıklı fotoğrafıyla burun buruna gelmekse kaçınılmaz. Bu her anlamda niş pazara yaptığı cüretkâr girişle sokağı istila etmiş gibi olsa da bana göre buranın en karakteristik yeri yine de dev Hofbrauhaus Restoranı… Klasik bir Bavyera yemeği yemek ve bira içmek için yılın her mevsimi tercih edilebilen, tam olarak insana nereye düştüğünü hissettirebilecek güzel bir restoran burası. Binaya her baktığımda, koridorunda yürürken garsondan yediğim kol darbesiyle Bavyera kültürünü nasıl da hızla kavradığımı hatırlıyorum. Oktoberfest'e ilk defa gelecek olan herkes önce bu restoranlardan birine gitmeli bence… Yoksa çadırın ortasında kendisine bağıran ve ittiren garsonlara, gürültülü kalabalığa şaşkın ördek gibi bakması çok olası…
Bir yandan arada derede kalmış gibi duran bu yerin kalabalığını izlemek her zaman çok keyifli… Yıllar geçtikçe meydanın, zarif Münihliler ve artık daha çok zengin Uzakdoğulu veya Arap turistlerle dolduğunu görebiliyorum. Şahsi gözlemim; Roma'dan sonra erkeklerin kadınlardan daha bakımlı olduğunu en çok fark edebildiğim yer burası…
Münih zaten pahalı bir şehir… Buraya gelirken hesaba katılması gereken önemli bir konu bu… Sürekli olarak açılan lüks butiklerle dolu bölgecikler şaşırtmıyor. Daha da zenginleştikleri ve zincirlerini kırarak daha da çok tüketmeyi öğrendikleri aşikâr… Ancak bu kadar yeninin olduğu bir şehirde, eski dokunun hiç bozulmaması dikkatten kaçacak ve şaşılmayacak gibi değil. Oturduğum kahve zincirinin, kamufle olmak için gösterdiği çaba da yaptırımların kanıtı olsa gerek. Öyle ki koyacak yer bulamadıkları tuvaleti; kafenin dışında eski, ağır, demir bir kapıyı zorla açarak ve dik merdivenlerinden inerek girilebilen bir mahzene konuşlandırmak zorunda kalmışlar. Mühendisliğin ana vatanında, tarihle teknolojinin kombinlenme sanatını imrenerek gözlemliyorum.
Kendisiyle ilgili önyargılara inat yılın farklı zamanlarında bambaşka keyifler sunan bu şehre bir sonraki gelişimin, yaz aylarında olmasını umuyorum. Bu coğrafyaya kar, sıcak şarap ve çikolatadan daha çok yakışan bir şey varsa o da güneş, yeşil ve bira keyfidir. İşte o zaman üstümde bu kıyafet kalabalığı olmadan, çantama kitabımı atıp önce Englischer Garten'da See Haus'ta dev bir bretzel yemeyi sonra da buraya gelip aynı masada oturup her şeye mola vererek; biraz okuyup, biraz seyredip kitabımın boş olan sayfalarını günlüğe çevirmek istiyorum. Güneşli, mutlu bir yaz gününde tekrar yeni satırlar karalayabilmek dileğiyle...