Ölümsüz olmak nedir sizce? Sonsuza dek yaşamak mı? Ayrıca bunu kaç kişi ister? Ancak adınızın bir şehir ile birlikte anılmasına ne dersiniz? Onun adı söylendiğinde sizin, sizinki söylendiğinde ise onun akla gelmesi kulağa ne hoş geliyor değil mi?
Barselona ve Gaudi… Bu iki isim o kadar özdeşleşmiş ki Gaudi’siz bir Barselona’yı düşünebilmek çok zor. Ünlü mimar bu dünyadan ayrılmadan önce şehrinin her köşesine bir iz bırakarak, adeta üzerine kocaman bir imza atmış.
İşte onlardan birkaçı...
“Deniz formlu bir ev, fırtınalı bir günde dalgaları temsil ediyor” demiş Salvador Dali ondan bahsederken…
Casa Batllo (Kemikler Evi)
Önünde durduğunuzda, biraz sonra bir rüyanın içine girmek üzere olduğunuzu hissedeceğiniz peri masallarındaki ev, Casa Batllo … Dış yüzeyini rengârenk farklı şekillerde kırılmış seramik ve cam parçalarının süslediği, mask biçimindeki balkonları, kemik görünümlü sütunları, kafatası görünümlü duvar süslemeleri ile oldukça ilginç bir yapı… Bu nedenle “House of Bones” yani “Kemikler Evi” denmesine de hiç şaşırmıyor insan.
Binanın dışı kadar içi de görülmeye değer. Kapıdan girince denize girmiş gibi hissediyorsunuz. İçerideki su sesinin, önce açık kalmış bir çeşmeden geldiğini zannetseniz de öyle değil. Çatıdaki bir sistem ile binanın her yerinden duyulan bir su sesi oluşturulan binada merdivenler balığın sırtını, kapı kolları denizatını, tavan süsleri su damlacıklarını andırıyor. Mantar şeklinde şöminesi, şekilsiz oval pencerelerin ve kapıların üstündeki renkli cam ve çini işlemeleri, kemik şeklindeki taş sütunları şaşkın ve hayran bakışlarla izlerken, hiçbir detayı atlamamaya çalışıyorum. Binanın dışı gibi içi de kavisli. Bir bölümden diğerine geçerken karşılaştığımız yaratıcı sürprizler bizi bu dünyadan alıp, başka dünyalara götürüyor sanki.
Gaudi, doğadan esinlenerek hayata geçirdiği eserlerinin tamamında olduğu gibi bunda da her tür detaya önem vermiş. Örneğin merdiven tırabzanlarındaki tutunma yerleri ile kapı tokmakları elin şekline göre tasarlanmış. Binaya deniz hissi vermenin yanında tüm evin ışıktan en güzel şekilde yararlanabilmesi için apartman boşluğundaki mavi çinilerin rengi açıktan koyuya doğru kullanılmış. En tepedeki geniş pencerenin camlarından süzülen gün ışığı sanki binanın içine su gibi akıyor. Işığın tam ortasına kurduğu ağaçtan asansör ise hala çalışıyor. Balığın solungaçlarından esinlenerek yapılmış ahşap havalandırma delikleri, çamaşır odası, kurutma bölümü, her bir dairenin kapısındaki altın rengi harfler… Saymakla bitmeyecek o kadar çok detay var ki…
Binanın terası ise ayrı bir güzel. Teras duvarının kenar kısmı renkli dalgalı mozaik bir bordür ile bezenmiş. Duvardaki denizin altını andıran cam mozaik ile karşısındaki renk cümbüşlü mozaikler ise insanın içine neşe katıyor.
Binanın kavisli çatısı bir ejderhanın sırtına benzetilmiş. Farklı renklerde kiremitler kullanılarak omurgası canlandırılmış. Kiremitlerdeki renk geçişleri adeta canlıymış hissi veriyor. Sağdaki küçük üçgen pencere hayvanın gözünü simgeliyor ve eskiden bu üçgenin içinden La Sagrada Familia’nın görüldüğü söyleniyor.
Denizin dalgalarını andıran, her biri farklı birer heykel görünümündeki ferforje balkonları, bir mağarayı andıran dış görüntüsü ile Katalanca “taş ocağı” anlamına gelen La Pedrera yapıldığı dönemin alışılmış binalarından oldukça farklı. Önceleri halk tarafından pek sevilmese de sonraları ilgi çekmeye başlamış, hatta bir süre sonra şehre gelen yabancıların çoğunun gezdiği bir bina haline gelmiş.
Casa Mila
Unesco Dünya Mirasları Listesi’ndeki, diğer adı da Casa Mila olan bina Barselona’nın en özgün ve güzel binalarından olmakla birlikte aynı zamanda da Gaudi tarafından tasarlanan en büyük özel yapı.
İçeri girdiğimizde Ege’nin “Bunları yapan bir insan olamaz” sözlerine gülümserken aslında benim de içimden “Yaratıcılığın bu kadarı da olmaz. Binadan çok bir sanat eserine benziyor.” sözleri geçiyordu. Her katı, hatta tavan yükseklikleri bile farklı tasarlanmış binada düz çizgi görmek neredeyse imkânsız. Casa Mila’yı gezmeye binanın en ilginç bölümü ve şehrin simgelerinden biri haline gelen çatısından başlanıyor. Biz de asansör ile çatıda bulunan büyük terasa çıkınca karşılaştığımız rengârenk kırık cam ve seramikler ile bacaların üzerine yapılmış mozaikleri görünce hayranlık ve şaşkınlık arası hislerle çatıda dolaşmaya başladık. Aslında sıradan bir bacanın bu kadar estetik görüntülü heykellere dönüştürülmüş olması oldukça şaşırtıcı gelse de daha sonra göreceklerimiz yanında az bile kaldığını içeri girince fark ettik. Adeta insan formlu, 12 havariden esinlenerek yapılmış, peri bacalarını da andıran 12 bacanın arasında dolanırken sanki bir anda canlanıvereceklermiş hissini de yaşamaktan kendimi alamadım.
Çatı arası ise ayrı bir dünya... Bir yılanının iskeletinden esinlenerek tasarlanmış bu bölümdeyken, yılanın içinde dolaştığımı hayal etsem o kadar uzun kalamazdım. Müze olarak tasarlanmış bu bölümü görmeden çıkmak ise büyük bir kayıp olurdu. Burada birçok ilginç nesne sergilenmiş, hepsini saymak zor. Binanın planı, maketi, kesitleri, projeye ait pek çok belge burada sergileniyor. Gaudi’nin binalarını tasarlarken etkilendiği örneklerden taş parçası, damarlı bir yaprak, hayvan derisi, salyangoz kabuğu, mısır koçanı, yılan iskeleti ve daha pek çok nesneyi cam vitrinler içinde görebildik. Aynı bölümde sergilenen değişik formlardaki ergonomik sandalye, koltuk, mobilya ve kapı kolu tasarımları da çok ilginçti. Sandalye ve koltuklar ise tasarlanırken vücudun değdiği yerlerin rahat etmesi için ince ince hesaplar yapılmış.
Bir alt kattaki dairenin içi ise 20. yüzyılın başlarında binada yaşayan ailenin eşyaları korunarak, sergilenmiş. Çocuk odasından hizmetçi odasına öyle gerçek ki evin koridorlarında dolaşırken içeriden birisi çıkıp, “Hoş geldiniz. Kahvenizi nasıl alırdınız” deyiverecekmiş gibi…
Güell Parkı
“Masalda adı geçen Harikalar Diyarı burası olsa gerek” diye düşündürecek güzellikteki parktayız şimdi de…
Güell isimli Katalan bir ailenin soyluluk göstergesi olarak yaptırdığı parkın ana girişindeki taştan yapılmış mantarı andıran, kubbe biçimli, parlak, renkli kiremitler ile kaplı çatıları olan iki yapının masaldaki evlerden farkı yok. Girişteki merdivenlerin tam ortasındaki mozaik kertenkele ise parkın sembolü. Kertenkelenin iki yanından uzanan merdivenli yol, sütunlarla süslenmiş büyük meydana kadar uzanıyor. Burası aslında Barselona'yı ve denizi gören çok büyük ve güzel bir balkon. Etrafında yine dalga görünümünde, mozaik kaplı banklar var. Buradaki yapıların çoğu, Gaudi’nin diğer yapılarında olduğu gibi renkli seramik parçalar ile yapılan mozaiklerle kaplı.
La Sagrada Familia (Kutsal Aile) Bazilikası
Yaşamının son zamanlarını tamamen bu kilisenin yapımına harcayan Gaudi derin mimari bilgisini dini semboller ile birleştirerek ziyaretine gelen her insanda hayranlık uyandırabilecek bir yapı yaratmaya karar vermiş ve ofisini de buraya taşıyarak, geri kalan ömrünü bu esere adamış. Eşsiz eseri tamamlayamadan hayatını kaybedince de buraya gömülmüş. Ölümünün ardından yarım kalan eserin karışık mimarisinin çözümü uzun bir zaman alsa da daha sonra inşaat tekrar başlamış. Miraslar Listesi’nde adı bulunan kilisenin yapımı hala halk yardımı ile devam ediyor. Bu nedenle halk arasında “Bitmeyen Kilise” olarak da biliniyor. Buraya ziyaretler gün boyu uzun kuyruklar halinde devam ediyor. Biz de oldukça uzun bir kuyrukta bekledikten sonra bazilikayı ziyaret etme şansını yakaladık. İlk girişte diğer katedrallerden farklı olmadığını düşünsek de, yapının diğer bölümlerine geçtiğimizde gördüğümüz eserlerin güzelliği karşısında ve yapım aşamasını anlatan filmi izledikten sonra duygularımız yerini hayranlık ile değiştirdi.
Kale kapısını andıran girişi ile bizi karşılayan Poble Espanyol ise uluslararası bir sergi için tasarlanmış küçük bir İspanyol köyü, bir açık hava müzesi. İspanya’da yaşayan farklı kültürlere ve dinlere ait yaşam tarzlarını temsil eden bir İspanyol köyü oluşturmak fikrinden hareket ile İspanya’daki en güzel evlerden örnek alınarak yapılmış. Ancak daha sonra gördüğü yoğun ilgi nedeniyle kalıcı olmasına karar verilmiş. Köyün içindeki müzede içlerinde Picasso’nun da bulunduğu pek çok ünlü sanatçının eserlerini, çıkınca da cam ya da deri işi ile uğraşan ustaları canlı izleme imkânımız da oldu.
La Rambla Caddesi
Burası bir buluşma noktası, bir mola yeri, bir duvarın üstünde oturup, etrafı izleme yeri. Ortadaki fıskiyeli havuzu, rengârenk çiçekleri, kuşları, heykelleri ve etrafındaki birbirinden güzel binalarıyla müthiş bir meydan. Bir cümbüş yeri…
Şehre ilk geldiğimiz gün burada otobüsten iner inmez, bir duvara oturarak etrafı izledikten sonra, Colomb’un Amerika’dan döndüğünde ilk varış noktası olan yere yapılmış heykelinde biten şehrin en ünlü caddesi La Rambla’ya adımımızı attığımız anda şehir bizi içine alıvermişti. Renkli kıyafetleri ile şov yapan gruplar, yol kenarlarında envaı çeşit çiçeklerini satışa çıkarmış insanlar, her adım başı oturup, kahvenizi, sangrianızı içip, karnınızı doyurabileceğiniz yerler. Dünyanın her yanından insanları görebileceğiniz, Çinlisinden, Kızılderilisine her ülkeden insan var. Yani burası gerçek bir mozaik şehir…
Rozi ve Füsun’un “Sangria içmeyi unutmayın” (unutmak pek mümkün olmasa da) önerilerine uyarak, hemen yol üstünde güzel bir kafe bulup, içtiğimiz içeceğin tadı gerçekten söyledikleri kadar varmış. Sangria; İspanya’ya özel şarap veya şampanya ile yapılan, içine bol meyve dilimleri koyulmuş çok özel bir içecek.
Cadde üzerindeki en güzel yerlerden biri ise Mercat de La Boqueria olarak bilinen, Barselona’nın ünlü kapalı pazarı. Pazar içinde birbirinden ilginç ve güzel meyve, sebze, deniz ürünleri ve tatlılar bulmak mümkün. Özellikle atıştırmalık tropikal meyve tabakları bizi cezbetti.
Akdeniz şehri olan Barselona’nın en ünlü yiyeceklerinden biri bizim kanepelere benzeyen minik tapaslar. Şehirde birçok Tapas Barları bulunuyor. Paella ise İspanyolların en ünlü yemeği. Deniz mahsulleri ile yapılmış pilavın lezzetine diyecek bir şey yok.
Ve Flamenko…
Benim gibi dans meraklısı birinin Barselona’ya gelip de, seyretmeden dönmesi olmazdı. La Rambla üzerinde bulunan Flamenko gösteri merkezlerinden Opera Flamenco’da her akşam yapılan dans gösterisi için biletlerimizi hemen aldık. Sahneye ilk çıkan erkek dansçının sokaktan geçerken “şurada iki figür atıvereyim, sonra devam ederim” hissi veren duruşunun gecenin sonunda sahnede dev bir dansçıya dönüştüğü an arasında geçen zaman gösterinin tamamını oluşturuyor. Özel olarak yapılmış topuklu ayakkabılarını yere vuruşları, kadın dansçıların kuyruklu eteklerini tek bir hareket ile savurarak, zaman zaman ellerindeki kastanyetler ile zaman zaman da parmaklarını şıklatarak dans etmeleri gerçekten çok etkileyici idi. Ayakta alkışlanmayı hak eden usta dansçılar gösterilerini bitirdiklerinde biz de neredeyse onlar kadar yorulmuştuk.
Daha anlatacak şey var. Ancak adı üstünde bir mozaik şehir burası…
Ben de yolculuğum boyunca yaşadığım, gördüğüm, tattığım güzellikleri küçük küçük parçalara ayırarak bir küçük mozaik yazı oluşturdum paylaşmak için…
Adios…