Barcelona, Barcelona… İlk gitme teşebbüsüm arkadaşımın nikâhının tam benim tatilime denk gelmesiyle suya düşmüş, sonra da arkadaşımın nikâhı suya düşmüş, ama olan benim tatilime olmuştu. Nihayet şeytanın bacağını kırıp iki arkadaşımla birlikte düştüm Barca yollarına.
Şehir beni sıcacık güneşi, birbirinden güzel meydanları, insanın içini açan graffitilerle bezeli sokakları, tarih ve sanat kokan binaları ve yerlisinden çok turist kaynayan caddeleri ile karşıladı.
İlk gidişler hep korkutur beni, o yüzden bir şehre ilk kez gittiğimde hep şehrin göbeğinde olmayı isterim. O yüzden otelimizi, bizim Taksim’imiz diyebileceğim Las Ramblas üzerinde seçtim. Otele bir an önce yerleşip kendimi şehrin kucağına attığımda, Las Ramblas üzerinde yürürken, cadde boyunca dizilmiş açık havadaki kafelerde koca koca kadehlerdeki kan kırmızı sangriaların cazibesine kapılmamaya çalışarak sokağın sonundaki Kristof Kolomb Heykeli’ne ulaşmayı başardım. Biraz ileride dalga şekli verilmiş heykellerle süslü Port Vell beni bekliyordu. Port Vell aynı zamanda bir de akvaryuma ev sahipliği yapıyor. İlk gün kendimi çok da yormamak için akvaryumda kısa bir gezinti yapmaya ve otele dönmeye karar veriyorum. Akvaryuma Amazon ormanlarına girermiş gibi girip kendimi bir anda Kızıl Deniz’in tuzlu sularında, Avustralya resiflerinde buluveriyorum. Bir yanım köpekbalığı diğer yanım Japon balığı ve denizatları ile çepeçevre doluyor. Denizler altında 20 bin fersahı tamamlayıp, sahilde bir tur atarken karşıma kocaman güleç bir ıstakoz heykeli çıkıyor. Bir ıstakoz ne kadar güleç ve sevimli olabilir ki ama bu ıstakozun gülüşü içimi ısıtıyor. Bu bir işaret olmalı diyerek, Barcelona benden memnun, ben Barcelona'dan memnun bir şekilde otelime dönüyorum ve akşam yemeği için hazırlanıyorum.
Barcelona’ya gelmişken tapa yemeden ve sangria içmeden olmaz diyerek, arkadaşların tavsiye ettiği Pura Tapa adlı mekâna giriyoruz. Las Ramblas üzerinde mini minnacık bir mekân… Atom Karınca kılıklı bir garson hemen yanımızda bitiyor. Barcelona’ya gelmiş üç turist kız olarak, tabii ki bizim derdimiz menüden yemek bakmak yerine hemen fotoğraf çekmek, check-in yapmak. Garsonumuz bundan pek memnun değil. Fotoğrafları acele acele çekip, ısrarla yemek siparişlerimizi istiyor. Barcelona’ya gelmeden önce gidilecek tarihi yerleri enine boyuna araştırmış olan ben, yemekleri araştırmayı hiç akıl etmemiş olacağım ki tapas deyince belli bir yemek çeşidi ile karşılaşacağımı sanıyorum. Oysa tapas; bizdeki meze gibi farklı aperatiflerin genel adı ve açlıktan ölmek üzere olan bir vejetaryenseniz dişinizin kovuğunu dolduracak pek bir alternatif bulamayabilirsiniz. En azından Pura Tapa’da ben bulamadım. Bebek karidesler, kızarmış biber ve domates suyuna batırılıp çıkarılmış ekmek dilimleri, patatas bravas adlı domates soslu patates kızartması ve patatesli omletimsi bir tapas ısmarlıyoruz. Benim tek yiyebildiğim papatas bravas oluyor ve midemin gerisini sangria ile doldurmayı tercih ediyorum. Barcelona’da geçirdiğim 4 gün içerisinde içtiğim en güzel sangria buradaydı. İlkler her zaman güzeldir, belki ondan bilemiyorum, ama sangriam ziyadesiyle gecemi güzelleştirmeye yetiyor.
Yorgun bedenlerimizi daha da yormadan ertesi gün alacağımız hop-on hop-off şehir turu için erkenden yataklarımıza gömülüyoruz. İkinci günümüzde vakit kaybetmeden 2 günlük bir şehir turu alıyoruz. Bizim turumuz üç hattan oluşuyor: mavi, kırmızı ve yeşil. İlk gün Sagrada Familia’yı görmeye kararlıyız. Barcelona’ya gelmişiz o kadar, onu görmezsek olmaz. O yüzden arkadaşlar ilk hedefiniz Sagrada Familia’dır diyerek ilk karşımıza çıkan tur otobüsüne kendimizi atıyoruz. Şehrin güzelliğine kendimizi kaptırmış Japon turistler gibi geçtiğimiz her yerin fotoğrafını çekerken anlıyoruz ki yanlış hatta binmişiz. Planlar değişiyor haliyle… Sagrada Familia kırmızı hatta yer alıyor. Oysa biz mavi hattayız ve hemen Gaudi’nin bence şaheseri olan Casa Batllo’nun önündeyiz. Arkadaşları apar topar indiriyor ve Gaudiiiiii haykırışlarımla Casa Batllo’nun sırasına giriyoruz.
Casa Batllo’nun önünde uzun bir kuyruk var. Kocaman bir ejderhanın inini andırıyor. Dış cephesi ejderhanın midesine indirdiği insanların kuru kafaları ile süslü sanki. Zaten evin isminin de buradan geldiği söyleniyor.
İspanya’nın en güzel yanı, turistler için müthiş organize çalışmaları mevcut. Havaalanından itibaren her yerde size yardımcı, organize insanlar buluyorsunuz. Burada da öyle oluyor ve uzun kuyruğa rağmen hızla içeri giriyoruz. Casa Batllo içeri girer girmez beni büyülüyor. Gideceğim ülkelerde en çok görmek istediğim yerler konusundaki ön sezgilerimde hep haklı çıkmanın da mutluluğuyla katları yavaş yavaş çıkarken, adeta ejderhanın midesinde, omurgalarında dolaşıyormuşum gibi geliyor. Burası anlatılmaz yaşanır bir yer. Kendimi Yunus peygamber gibi hissediyorum. Canavar beni her an ağzından püskürtecek ve ben kuru kafa şeklindeki balkonlardan aşağı düşüvereceğim gibi geliyor. Her katta yüzlerce fotoğraf çeke çeke çatıya varıyorum. Casa Batllo’nun en muazzam yerlerinden biri işte bu çatı. Ejderhanın sırtını tasvir eden motiflerle süslü çeşit çeşit bacanın yükseldiği bu çatıda bir Victoria Secret mankeni havasına girip, ahenkli renk renk fotoğraflar çekip turu tamamladığımızda içeride üç saatten fazla vakit geçirdiğimizi görünce, gerçekten ejderha tarafından yutulmuş olduğumuzu anlıyoruz.
Üç saatlik maratonun açlığıyla hemen yanı başımızdaki Tapa Tapa’ya atıyoruz kendimizi. Tabii ki vejetaryen çok seçenek yok ve bu kez tercihimi salatadan yana kullanıyorum. İşin ilginci şimdiye kadar yediğim en güzel salatalardan biri önüme geliyor. Tercihimden memnunum. Burası daha sonra anlatacağım bir olay nedeniyle benim için artık özel bir mekân ve gidilmesini kesinlikle tavsiye ediyorum.
Sıradaki durak Montjuic’te yer alan Palau Nacional, yani Katalan Ulusal Sanat Müzesi idi. Bir zamanlar Yahudi mezarlıklarıyla dolu bir tepe olduğu için buraya Yahudi Tepesi veya Yahudi Dağı anlamına gelen Montjuic adı verilmiş. Bugün ise tepeyi, sanat müzesinin göz alıcı binası süslüyor. Göz alıcı kelimesini, kelimenin gerçek anlamıyla söylüyorum. Burada kendinizi kaybedecek, karşınızdaki bir tabloyu andıran manzarada eriyip gidecek ve her köşesinde bir fotoğraf çekmek isteyeceksiniz. Saray yolunu andıran bir patikanın sonunda karşınıza çıkacak beyaz sütunlar, sizi bir anda 21. yüzyıldan Helenistik döneme ışınlayıverecek. Hemen yanındaki su yeşili çeşmede kendinizi bir Yunan tanrıçası veya tanrısı gibi hissetmemeniz olanaksız. Çeşmenin yukarısında ise yemyeşil bir bahçe ve şehri alabildiğine görebileceğiniz müthiş bir manzara sizi bekliyor. Palau Nacional’in her köşesini aklımıza ve gönlümüze adeta kazıyarak gezdikten sonra koşarak bir sonraki durağımıza gidiyoruz.
Sırada hepimizin heyecanla beklediği teleferik durağı var. Montjuic’e çok yakın olan teleferik durağında inip, bir kuş misali şehrin manzarasının tadını çıkarıyoruz. Barselona rengârenk sokakları ve binalarıyla sere serpe yayılmış uzanıyor altımızda. Etekleri gök mavisi deniz ile kuşatılmış. İleride Sagrada Familia ve Torre Agbar göğü delercesine yükseliyor. Şehir adeta ciğerlerimize doluyor, içimize işliyor. Teleferik sonunda bizi 1640’lı yıllarda inşa edilmiş ve 1751’de yıkılıp ardından bugünkü görünümüne kavuşmuş olan Castell de Montjuic Kalesi’ne getiriyor. Montjuic’in hemen tepesine, denize bakan bir yamaç üzerine kurulu bu kaleyi, tarihini, dokusunu, içindeki yaşanmışlıkları ne kadar görmek istesek de yorgunuz ve burayı bir sonraki ziyaretimize saklayıp kalenin dışından birkaç fotoğraf çekip geri dönüyoruz. İşte o an güne başlarken Casa Batllo’da çektirdiğimiz fotoğrafı Tapa Tapa adlı restoranda unuttuğumu fark eden ben, tur otobüsüne atlayıp tekrar Tapa Tapa’nın yolunu tutuyorum. Bu aslında Tapa Tapa’ya ulaşabilmek için şehri baştan sonra tekrar turlamam gerektiği anlamına geliyor.
Nihayet Tapa Tapa’ya ulaşıyorum. Uzun boylu ve epey yakışıklı restoran müdürüne derdimi anlatıyorum. Fotoğraf ortalarda yok. Aslında Katalanlardan pek hoşlanmamış ve genelde Katalanlar tarafından terslenmeye alışmış biri olarak, adamın beni bir an önce sepetleyeceğini düşünüyorum. Ama beni yanıltıyor. Gündüz vardiyasındaki çalışanını arayacağını söyleyip gidiyor. Bir süre sonra gelip fotoğrafın çöpe atılmış olabileceğini söylüyor. Yıkılıyorum. Çünkü çöpte bulunması artık imkânsız. Yakışıklı restoran müdürüm, üstündeki şık kıyafetlere aldırmadan, “ben bir çöpe gidip bakayım” diyor. Bir fotoğraf için bu denli uğraştığı için adamın boynuna atılabilirim. Birkaç dakika sonra elinde fotoğrafla çıkıp geliyor ve gerçekten boynuna atlıyorum. Tapa Tapa’nın yeri bu adam sayesinde benim için hep ayrı olacak.
İkinci akşam yine bize önerilen bir başka tapa adresine, Txapella’ya gidiyoruz. Burada da garsonların burnu Everest’te… Tırmanmayı başarabilirseniz sipariş verebiliyorsunuz. Txapella’daki tapalar daha çok Subway sandviçlerini andırıyor. Bizde bunları akşam yemeği diye servis etsen dayak yersin diyerek, vejetaryen üç alternatiften üçünü de ısmarlıyorum. İçlerinden biri bildiğiniz domates peynir ekmek… Üçüncü güne doğru dürüst bir restoranda doğru dürüst bir İspanyol yemeği bulmaya karar veriyorum.
Üçüncü günümüze erkenden start veriyoruz. Bizi zor bir gün bekliyor çünkü. Sagrada Familia’yı görebilmek için önce uzun bir kuyruğa girip bilet almamız gerekiyor. Uzun bir kuyruk ifadesi, muğlak ve göreceli bir ifade tabii. Sagrada Familia’nın etrafını saran bir kuyruk dersem belki gözünüzde kuyruğun uzunluğu canlanır. Siz siz olun üşenmeyin ve önceden Sagrada Familia’nın biletini internetten satın alın. Yaklaşık 1-1,5 saatlik bekleyişin ardından biletlerimize kavuşuyoruz. Bileti almış olmanız içeriye girebileceğiniz anlamına gelmiyor tabii. Biletler saatli olarak veriliyor ve bizim orayı görmemiz için henüz önümüzde 2 saatimiz var. Tur otobüsüyle şehrin tamamını turlayıp genel bir izlenim edinmeye karar veriyoruz. Bilet saatimizde Sagrada Familia’ya döndüğümüzde bu kez de içeri alınma kuyruğunu bekliyoruz. İçeride bir de beni audio guide kuyruğu bekliyor. Bir kere geldim, mimarisini öğreneyim diye entellik edip audio guide aldığıma bin pişman sırada kök salarken, arkadaşlarım içeriyi üç kez tavaf ediyor. Ben ise onları bekletmemek için hızlı hızlı gezerken ne audio guide’dan ne de Sagrada Familia’dan bir şey anlıyorum.
Barselona’ya gidenlerin fotoğraflarına baktığımda, Sagrada Familia benim her zaman çok kasvetli bulduğum bir yapı olmuştu. Fotoğraflarda görünenin aksine, henüz dışı boyanmamış olduğundan sizi ters köşeye yatıran bir yapı bu. Demem o ki fotoğraflara aldanmayın ve bu muazzam ve mimarı hayatta olmadığı için bir gün inşaatı bitse de bir yanı hep eksik kalacak bu yapıyı mutlaka görün. Gaudi, Sagrada Familia’yı tasarlarken kendisine “ne zaman bitecek bu katedral?” dendiğinde “müşterimin acelesi yok, Tanrı’nın vakitten bol neyi var” diye yanıt verirmiş. Kendi ömrünün Sagrada Familia’ya yetmeyeceğini biliyormuş, ama İspanya’nın da bu katedralle anılacağından eminmiş. Öngörülü adammış rahmetli.
Velhasıl Sagrada Familia’nın içi ayrı bir güzel, dışı ayrı bir güzel. Dışında iki önemli cephesi bulunuyor. Doğu cephesi, İsa’nın doğumunu simgeleyen Nativity cephesi, batı cephesi ise İsa’nın ölümünü simgeleyen Passion cephesi olarak anılıyor. Her iki cephedeki heykellerin hepsi üzerine sayfalarca yazı yazılabilir. Beni en çok etkileyen girişteki asmalarla kaplanmış bir mabedin girişini andıran kapısı oluyor. Çünkü bu kapı aslında size içeride ne ile karşılaşacağınıza dair güçlü bir fikir veriyor. Dışarıdaki dinsel temaların ve Hristiyanlık ile benim özdeşleştirdiğim o karanlık kasvetli kilise havasının tam aksi bir atmosfer sarıyor sizi içeride. Kendinizi bir anda gizli bir vahada, saklı kalmış bir bahçede, gizli kapaklı bir masal ormanında buluveriyorsunuz. Tanrı'ya yakaran eller ya da gökyüzüne uzanan ağaçlar gibi yükselen sütunlar sarıyor dört bir yanınızı. Bir ormanda kaybolmuşsunuz ve göğü görmek istiyormuşçasına kafanız yukarıda, ağzınız ise hayranlıktan beş karış açık dönüyorsunuz katedralin içinde. Hafif sersemlemiş, hafif hayran, hafif leyla bir çakırkeyiflik yaşıyorum bu mimari dehanın eserinde. O karanlık kiliselere inat, Sagrada Familia’nın renkli vitrayları içeriye binlerce rengi taşıyor. Burası ruhunuzu kasvete boğmak için değil, ruhunuzu arındırmak ve huzura kavuşturmak için inşa edilmiş. Huzur, evren ve evrenin bütün renkleri içinize işliyor. Ben evrenin bir parçasıyım, ben binlerce renkten biriyim, ben ışığım, ben huzurum, huzurluyum derken buluyorsunuz kendinizi.
Sagrada Familia’dan ruhum arınmış, yıkanmış, temiz ve pür-ü pak ayrılıyorum. Sırada yine bir Gauidi eseri olan Park Guell var. Barselona’nın olmazsa olmazlarından ve tabii ki burayı da görmek o kadar kolay değil. Bizi yine uzuuuun bir kuyruk ve geçmek bilmeyen saatler bekliyor.
Park Guell, iki biletli ve biletsiz olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Biletsiz olan kısım da hayli ilginç ve güzel. Üstelik çok daha geniş bir alanı kapsıyor. Burası aslında bizdeki özel sitelere benzer bir yapı olarak inşa ediliyor ama ticari olarak başarısız olunca, devlete veriliyor. O günden beri de park olarak hizmet veriyor. Biletli kısım parkın çok ufak bir alanını kapsıyor. İçeride Hansel ve Gretel masalındaki pasta evlere benzeyen iki küçük ev, bir bukalemun ya da kertenkeleyi andıran rengârenk bir çeşme ve bunların hemen üzerinde de yine şehrin en güzel manzaralarından birine ev sahipliği yapan kocaman bir arena sizi bekliyor. Giriş yaptığınız yere göre bunların sıralaması da değişebilir. Ben önce manzaranın tadını çıkarıp, ardından çeşmeye inip en son Hansel ve Gretel evlerine baktım. Hansel ve Gretel evi dediğim yapılardan biri hediyelik eşya dükkânı gibi kullanılıyor. Diğerinin ise önünde yine uzuuuuun bir kuyruk var ama bir günde iki uzun kuyruk bana yeter, dahasını bünyem kaldırmaz diyerek, vazgeçip köşedeki kafede kendime kocaman bir sangria ısmarlıyorum. Bedenim bu seçimden pek memnun. Buzlu, şimdiye kadar içtiklerimden daha alkollü olan bu sangria benim bütün yorgunluğumu alıyor. Ama artık otele dönme ve yemek yeme zamanı.
Bu gece kararlıyım bu bünyeye doğru dürüst bir yemek girecek. Otelimizin hemen karşısındaki ara sokakta alabildiğine restoran ve kafelerle çevrili ve sangriaları ile ünlü Plaça Reial Meydanı var. Kendime güzel bir sangria ve güzel bir vejetaryen paella söylüyorum. Paella denilen zat-ı şahane ise bizdeki bildiğin fasulyeli pilav. Ben meğer bir paella ustasıymışım haberim yok. Bu hünerimi İstanbul’da bir paella restoranı açarak mı değerlendirsem n’apsam diye düşüne düşüne kaşıklıyorum fasulyeli pilavımı.
Üçüncü ve son günümü daha sakin ve rahat geçirmeye kararlıyım. Bünyem daha fazla koşturmayı kaldıramayacak. Saat 10.30’a kadar kestirip, ardından şehrin arka sokaklarını turluyorum. Rastgele girdiğim minik bir kafede türünün sayılı örneklerinden güleç bir dükkân sahibi ile karşılaşıyorum. Zira canım krep çekiyor ama krep yapan her yer kapalı. Kadın bana biraz ileride bir meydan olduğunu, orada bulabileceğimi söylüyor. O kadar yardımsever ve cana yakın ki onun dükkânından da bir şeyler almak istiyorum. Karşımda çikolatalı, kremalı kruvasanlar var ama tercihimi İspanya’dayım İspanyol bir tatlı yiyeyim diyerek, içi balkabağından yapılma bir kremayla dolu, poğaça görünümlü bir kurabiyeden yana kullanıyorum. Bir elimde balkabaklı kurabiyem bir elimde portakal suyum ilerlerken adını bilmediğim ara sokaklardan birinde, bir sürü sanatçı açık havada çalışıyor. Henüz ne yaptıklarını anlamanın imkânı yok, ama sokak sanat kokuyor ve bu koku, tutkal ve boya karışımı gerçek bir koku!
Bugün Barcelona’ya geldiğimden beri bulmaya çalışıp bir türlü başaramadığım Erotik Müze’ye de gitmeye kararlıyım. Erotik Müze, Las Ramblas üzerinde ama her nedense ne ben bulabildim ne de bilen birine rastlayabildim. En sonunda otel görevlilerine soruyorum. Bana önünde Marilyn Monroe olan bir binada olduğunu söylüyorlar. Bununla ne demek istediklerini anlamasam da Marilyn’i aramaya devam ediyorum. Gerçekten de binalardan birinin balkonunda bana el sallayan Marilyn’i görüyorum ve nihayet Erotik Müze’me kavuşuyorum.
Bu benim için büyük bir adım… İçeride ne ile karşılaşacağım tam bir muamma çünkü. Beni neyin beklediği hakkında hiçbir fikrim yok zira. Birbirinden ilginç seks aletleri mi karşılaşacağım, türlü türlü fantezilerle mi? Ama içeri girer girmez karşıma çıkan Betty Boop ile benim bütün beklentilerim yıkılıyor. Burası benim için bile fazla masum bir müze. İlk odada çeşit çeşit kartpostallar yer alıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında askerlere gönderilen ya da askerlerin satın aldığı kartpostallarmış bunlar. Diğer odalarda ise tarih öncesi çağlardan başlayarak her medeniyetin ve kültürün erotik tarihi inceleniyor. Bir odada ise erotik rekorlar var. Sanırım benim en beğendiğim bölüm bu oldu.
Günü güzel bir İtalyan yemeği ile noktalamak istiyorum. Erotik Müze’nin biraz ilerisinde gördüğüm İtalyan restoranına girip hemen cam kenarındaki masaya oturmak istiyorum. İki kişiyiz ama garson kız bizi oraya oturtmamaya ve kapı kenarındaki masaya koymaya kararlı. Anlaşamayıp ayrılıyoruz. Katalanlar konusunda bir türlü şansım yaver gitmiyor. Bu kadar güzel bir şehirde hep bu kadar uyuz insanlarla karşılaşmak da benim şansım olsa gerek. Biraz ileride başka bir restoranda şansımızı deniyorum. Müthiş bir garson bizi karşılıyor ve süper bir hizmetle keyfimi yerine getiriyor. Ama gelen hesaptan hizmetin niye iyi olduğunu anlıyorsunuz. Bir Margarita pizza, bir ızgara sebze, bir sangria için 50 küsur Euro ödeyip çıkıyoruz.
Böylece Barselona’daki son günümü noktalıyorum. Şimdi İstanbul'da bu satırları yazarken, gözlerimi kapatıp Barselona'yı düşlediğimde, Katalanların somurtkan yüzleri yerine, sahildeki o sevimli ıstakozun sıcacık gülüşü aklıma geliyor.