Kimi ülkelerde kendini kaybetmek istersin kimi ülkelerde kendini bulmak... Batum kendinizi kaybedeceğiniz değil, kendinizden bir parça bulacağınız şehirlerden. Biraz farklı. Ama bir o kadar da senden, sanki senin kanını taşırmışçasına içten, samimi, cana yakın.
Oysa ki eti ne budu ne minvalinde bir şehir Batum. Topu topu 190 bin kişilik cüssesiyle her yıl nasıl 4 milyon turist ağırlıyor anlaşılır gibi değildi benim için. Şehir görünümlü bu minik bir kasabanın en büyük hayranları ise Türkler. O 4 milyonun 3 milyonu has be has Türk.
O Türklerden biri olmanın haklı gururunu yaşayan ben :)
Batum seyahati apansız karşıma çıktı. Gezimanya’nın davetiyle Hilton Batumi’nin açılışı için düzenlenen 3 günlük bir seyahat programı kapsamında kendimi Batum’da buluverdim. İyi ki de buluverdim. Üstelik de Ali Eyüboğlu, Nilay Örnek, Esen Evran ve Burcu Gürtürk gibi Türk basının değerli üyeleri ile birlikte bu şehri deneyimleme fırsatına sahip oldum.
Uçak havaalanına indiğinde Atatürk Havaalanı’nın o heybetinden sonra karşımda hiç beklemediğim kadar mini minnak bir havaalanı buldum. Bu havaalanı sizi ters köşeye yatırmak için konulmuş bir bubi tuzağı. Bence kanmayın. Çünkü şehre indiğinizde gerçekten bambaşka bir dünyada buluyorsunuz kendinizi.
Batum eski ile yeninin, kaos ile düzenin içe içe geçmiş hali. Batum renkli balkonlar, birbirinden güzel kapılar, birbirinden güzel mimariye sahip binalar şehri. Batum yeme-içme, haçapurilerin dibine vurma, şarabın en güzelini yudumlama, cevize doyma şehri. Batum sabahlara kadar eğlenme ya da kendini doğaya vurup kafa dinleme şehri. Batum kendi etine buduna bakmadan her zevke her bütçeye hitap edebilen, cüssesi küçük gönlü büyük bir şehir.
Tipik ihtişama düşkün metropollü bir Türk'seniz, Batum size fazla küçük ve seçenekleri fazla kısıtlı da gelebilir. Ama her şehir, gidilen her rota onu deneyimlemeyi bilirseniz güzeldir. Gittiğiniz her yerde orayı güzel kılan şeylere odaklanırsanız, seyahatin keyfini alır, tadını çıkarırsınız. Ben de öyle yaptım. Cüssesine bakmadım ve Batum’u olduğu gibi kabul edip, onun keyfine vardım.
Bu seyahat, koşturmacasız, planlara bağlı kalmadığımız, şehri olduğu gibi yaşamaya çalıştığımız bir seyahat oldu. İyi ki de öyle oldu. Tadı daha güzel çıktı. An oldu canımız bir kafede oturmak istedi, an oldu teleferik turunu boş verip, sahilde bisiklet binmek istedi. Spontan, rahat ve bir o kadar da eğlenceli ve huzurlu bir tatil sundu bana Batum.
Peki ben bu 3 günde ne mi yaptım? Bir bir anlatayım...
Gürcü Mutfağından Seçmeler
Olur da bir gün yolunuz düşerse, Karadeniz’in koyu yeşilinin, Karadeniz’in koyu mavi göğüne karıştığı bu şehri karış karış gezerken yalnızca gözleriniz değil, mideniz de bayram edecek. Yediğin içtiğin sana kalsın, bize gezdiklerini anlat derler ama yediğim içtiğim de anlatılmayacak türden değil. O yüzden kısacık ama dopdolu Batum seyahatimde midemi coşturan, gözümü gönlümü şenlendiren, ağız sulandıran, parmaklarınızı yedirten ne var ne yok ise burada derledim topladım sizin için. İşte Batum'a gitmişken yemeden dönmemeniz gereken 6 lezzet!
Haçapuri (Khachapuri)
İlk Batum yazımı yazdığımda, bu enfes Gürcütarifini tanımlarken bizim kaşarlı Karadeniz pidemize benziyor dediğimde, bir okuyucu beni topa tutmuştu. Gürcü’nün haçapurisini bizim has be has Karadeniz pidemize benzetmek hakaret demiş. Aslında asıl hakareti ben haçapuriye etmişim. Çünkü Karadeniz pidesine benzeyen versiyonu, haçapurinin yalnızca bir çeşidi. Yani Karadeniz pidesi dedik ama bu haçapuri bildiğin bukalemun çıktı.
Haçapuri denilen zat-ı muhterem öyle renkli bir kişiliğe haiz ki yer yer karşınıza üstü yumurtalı bildiğin pide olarak çıkıyor, an oluyor masanın baş köşesine kaşarlı pizza gibi kuruluyor, sonra bir bakıyorsun kendini sarmış sarmalamış, rulo halinde masaya konuşlanmış.
Haçapuri, çoğunlukla Sulguni peynirinden yapılan leziz bir Gürcü lezzeti. Tadı, şekli ve görünüşü bölgeden bölgeye değişebiliyor. Üstüne yumurta kırılmış kaşarlı pideyi alıp Batum’a götürmüşsün gibi görünen haçapuri, aslında Acara haçapurisi olarak biliniyor. Pizza şeklinde olanların adı ise Imeruli veya Megruli. İkisi arasındaki fark ise Megruli’nin daha yoğun peynirli olması. Tabi çeşitleri bunlarla sınırlı değil. Bunun daha Kubdari’si (etli olan) var, Guruli’si var, Açma’sı var ve daha var ki var.
Ne menem şeymiş bu haçapuri diyenlere buyurun çeşit çeşit haçapuri...
Ben hangisini beğendim dersem, bir peynir delisi olarak Hilton Batumi’deki sous-chef David’in bizim için hazırladığı bol sulguni peynirli Megruli haçapurisi benim favorimdi. Batum seyahatim sırasında farklı mekanlarda farklı haçapuriler denesem de şu an İstanbul’da bu satırları yazarken, David’in haçapurisini hatırladıkça midem kazınıyor. Öğlene bir kaşarlı Karadeniz pidesi ısmarlayayım kendime, David’in megruli haçapurisinin yerini tutmaz ama belki birazcık nefsimi köreltir :)
Badrijani Nigvzit
İşte ikinci favori yemeğim. Badrijani, patlıcan demek. Cevizli patlıcan gibi bir anlama geliyor bu yemeğin adı. Benim gibi hem ceviz hem de meze delisi bir insansanız, kızarmış patlıcan arası cevizli ezmeden oluşan bu müthiş komboyu tabak tabak yiyebilirsiniz. Üzerine nar tanesi serpiştirilerek sunulan bu meze, hemen her masada karşımıza geldi ve afiyetle mideye indirildi. Açıkçası haçapuriyi belki beceremem ama Badrijani Nigvzit’i evde yapmayı deneyebilirim. O derece beğendim. Masada sunum ve görsellik açısından da çok hoş görünen bir yemek. Dünya mutfağına meraklıysanız, bunun tarifini bir yerlerden bulup, tarif defterinize ekleyin derim.
Khinkali (Hıngal)
Başıma bir iş gelmeyecekse, buna da Gürcü mantısı diyeceğim. Bizim Kayseri mantısı gibi bir kaşığa 40 tane sığacak şekilde değil, bir tanesi bir kepçe dolduracak şekilde yapılıyor. Oyun hamurundan yapılmış bir mantarı anımsattı görüntüsü bana.
Khinkali yanında sarımsaklı sos ve sirke ikilisi ile servis ediliyor. Ama Khinkali’yi öyle hanım hanımcık çatalla yemiyorsunuz. Khinkali yemenin bir adabı, bir kuralı var Gürcistan’da. Önce “mantar”ın sapından şöyle bir kavrıyorsunuz, sonra mantarın etli kısmını ısırıp, içindeki suyu emiyorsunuz. Gürcüler bunun yarışmasını da yapıyormuş. Suyunu dökmeden içebilmek bir meziyet çünkü.
Gürcü mutfağında cevizin yanı sıra kişniş kullanımı da oldukça hakim. Hemen her yemeğe mutlaka kişniş ekliyorlar. Khinkali’nin içindeki etli harç da yoğun kişnişli. Vejetaryen olduğum için ben tadına bakmadım, ama kişniş baskın kokulu bir baharat olduğu için, bu yemeğin iç harcı bizim masada pek tutulmadı. Ben ne yaptım peki? O kadar Gürcistanlara gelmişim, tadına bakmadan dönemem deyip, hamurunu tattım. Mantıyı, sarımsak ve sirkeli yemek bana ilginç geldi. Gayet güzel oluyor. Hatta bunun mantarlı versiyonunu yapıp üstüne sarımsak ve sirke döküp denemeyi düşünüyorum.
Sinori
Yufkalar lor peynirine sarılıp sarmalanır ve üzerlerinde bal rengi eritilmiş tereyağ gezdirilerek sımsıcak servis edilir. Sinori, baktığınızda pek umut vaat etmeyen ama tadına baktığınızda, yağlı yufkadan bu lezzet nasıl çıktı şimdi diye sizi ters köşeye yatıracak bir yemek. Hani bazı yemekler içinizi ısıtan, midenizi rahat ettiren türden olur. Eritilmiş tereyağı, benim mideme aromatik yağlarla yapılan Tayland masajı gibi geldi. Midecim resmen keyfe geldi. Khinkali’yi bilinirliği için üçüncü sırada size sunsam da benim üçüncü favorim kesinlikle sinori.
Ghomi
Sous-Chef David’in minik dokunuşlarıyla ve değişik yorumuyla karşıma çıktı Ghomi. Temelde mısır unu ve sulguni peyniriden yapılan, sıcacık iç ısıtan bir yemek. Normalde sade servis ediliyor olabilir. Benim Hilton Batumi’de yediğimin üstünde kıtır pırasalar serpiştirilmişti ve yemeğin bütün havasını, tadını, ve dokusunu değiştiren bir dokunuş olmuştu bu. Böyle enterasan dokunuşları seviyorum. Ghomi’yi sade yesem, biraz yavan bulabilirdim. Ama kıtır pırasalar yemeği keyifli bir hale getirdi benim için. Tadına bakmadan dönmeyin.
Pkhali
Fasulye ya da ıspanak gibi sebzelerin haşlanıp, soğan, ceviz ve sarımsak ile yoğurulmasıyla ortaya çıkan bir sebze köftesi diye düşünebilirsiniz Phkali’yi. Gürcü mutfağının en sağlıklı tercihlerinden biri bana göre. Bir vejetaryen olarak, masada herkes Gürcü kebaplarını mideye indirirken, aslında pkhali’yi bulunca, çölde vaha bulmuş kadar sevinmem gerekirdi. Ama görünüş ve tat olarak beni pek açmadı. Biraz yavan bir lezzet. En azından benim yediğim yerde öyleydi. Belki bir iki farklı yerde daha tatmalı son kararı vermeden önce. Yine de aklınızın bir köşesinde bulunsun.
Tabi Gürcü mutfağı bunlarla sınırlı değil, yediklerimiz de bunlarla sınırlı değil. Bir vejetaryen olarak benim ilgimi çeken ve tattığım yemekler bunlardı. Bir sonraki Gürcistan seyahatimde kim bilir Gürcü mutfağının hangi saklı hazinelerini keşfedeceğim.
Son bir dip not olarak, biraz da Gürcülerin yemek ritüellerinden bahsetmek istiyorum. Yemek kültürü gibi sofra gelenekleri de ülkeden ülkeye değişiyor. Bazı kültürlerde masada konuşmak ayıp sayılırken bazı masalar şen kahkahalar ile coşabiliyor. Gürcistan ikinci seçeneğe daha yakın bu anlamda.
Gürcistan’da sofranın başında oturan kişiye Tamada deniliyor. Tamada yemeğe başlarken ve yemek sırasında birkaç kez kadeh kaldırıyor. İlk kadeh, Tamada tarafından misafirlere kaldırılıyor. Ona o gün bu keyifli yemekte eşlik ettikleri için. İkinci kadeh, Tanrı’ya kaldırılıyor. Ona ve misafirlerine bu yemeği bahşettiği için. Üçüncü kadeh ise aileye kaldırılıyor. Birlikte bu yemeği yiyebildikleri için. Bizim Tamada’mız ise dördüncü kadehi kadınlara kaldırıyor. Çünkü Gürcülere göre, kadınlar çok değerli ve kadın her şeyin temeli. Ben de o halde kadehimi hepinize kaldırıyorum. Bu yazıyı benimle okuduğunuz için. Afiyetle kalın.
Midelerimiz çektiğimiz ziyafetten memnundu ve bu leziz ziyafet bir gece yürüyüşünü hak ediyordu.
Batum'da Hayata Karışmak
Batum geceleri ışıl ışıl bir kent. Batum 24 saat canlı bir kent. Kendi gözlemlediğim kadarıyla insanlar burada hayatı doyasıya yaşamayı seviyor ve biz o hayata bir an önce karışmak için can atıyoruz.
Gece sahile iniyoruz. Aileler ellerinde dondurmaları, mısırları, tıpkı bizim İstanbul’da yaptığımız gibi yürüyüşe çıkmış. Gecenin karanlığını Batum’un ışıl ışıl binaları ve dönme dolabı süslüyor. Az ileride Gürcistan’ın “aşk heykeli” olarak da bilinen ünlü Ali ve Nino heykeli iç burkarak bir kavuşup bir ayrılıyor.
Ali ve Nino’nun hüzünlü bir hikayesi var. Ama o hikaye de ayrı bir yazıyı hak ediyor. Birkaç cümle ile özetlemek gerekirse bir nevi Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun hikayesi bu. Bulması zor, kaybetmesi kolay bir aşkı anlatıyor bu heykel. Kurban Said’in aynı adlı romanından ilham alınarak Tamara Kvesitadze tarafından yapılan bu heykel, romanın başkahramanlarının vücut bulmuş halini bize sunuyor. Tıpkı kitaptaki gibi imkansız bir aşk içerisinde gecenin karanlığında bir kavuşup bir ayrılıyorlar.
Yemeklerin tadı damağımızda, temiz hava ciğerlerimizde, yepyeni bir ülkede olmanın sevinci ile ilk geceyi noktalayıp otelimize dönüyoruz.
.
İkinci günümüzde planımızda şehir turu, teleferik ve otelimizde güzel bir masaj keyfi var. İlk durak Batum’un ünlü Piazza Meydanı. Batum, eski şehir ve yeni şehir olarak ikiye ayrılmış bir şehir. Bizim de ilk durağımız eski şehrin yeni ve ünlü meydanı Piazza.
Eski şehir, Batum’un göğe uzanan ve değişik mimarileri ile göze çarpan yüksek binalarının aksine daha çömez binalarıyla göze çarpıyor. Şehrin bu yakasında 5 kattan daha yüksek bina yapmak yasak. Yeni yapılan binaların eski binaların mimari özelliklerine uygun olması gerekiyor. Bu yönüyle Batum bir övgüyü hak ediyor.
Piazza Meydanı bana Barselona’daki Real Meydanı’nı hatırlatıyor. Aynı renk tonları ve yapı hakim. İçerideki saatli bina ise meydanın en gösterişli parçası. Bu meydan birbirinden şirin butik oteller ve kafeler ile süslü. Biz sonrasında şehrin sokaklarını arşınlamayı tercih ediyoruz ve hiçbir plan yapmadan, sadece yürüyor yürüyoruz...
Hava sıcak mı sıcak! Bu sıcakta grubumuz teleferiğe çıkmak yerine otelde masaj keyfi yapmayı tercih ediyor. Ufak bir kafede verdiğimiz mola sonrası, bir grup masaja giderken, biz de Batum’un ara sokaklarında gördüğümüz birkaç butiğe koşturuyoruz. Batum modası diye bir şey var gerçekten. Tekstilin çoğunun İstanbul’dan geldiği söylense de ara sokaklarda karşımıza çıkan butik designer shop’larda birbirinden değerli hazineler gizli.
Nihayet yorgun bedenleri dinlendirme zamanı. Ama masaja geçmeden önce kendimi Karadeniz’in sularına bırakmaya karar veriyorum. Barselona’ya gittiğimde denize girmeye fırsat bulamadan döndüğüm için çok pişman olmuştum. Bir şehri her yönüyle tatmak denemek gerek. Bu kez aynı hatayı yapmıyorum ve bir saat de olsa o denize girilecek deyip kendimi sahile atıyorum. Batum’un gönlümü fethetme nedenlerinden biri de evinizden çıkıp yolun karşısına geçip denizde iki kulaç atıp evinize dönebilme özgürlüğünü size tanıması. İstanbullular için bir lüks bu. Deniz yanı başımızda dokunması yasak bir sevgili gibi uzanıyor bizde. Oysa Batum’da deniz alabildiğine açıyor kollarını sana. Ne büyük özgürlük, ne değerli bir nimet.
Batum denizi bulanık ve dibi taşlı. Akıntı hayli kuvvetli. Yüzme bilmeyenler için pek girilebilir bir deniz değil ama sıcaktan kavrulmuş beden için harika bir soluklanma oluyor bu. Sırada Hilton Batumi’nin bizim için sunduğu masaj keyfi var. Tayland’da da masaj yaptırmış biri olarak, buradaki masajın Tayland’daki masajdan daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Birbirinden güzel aromatik yağlarla yapılan masaj sonrası bir bebek kadar mutluyum. Bunun üzerine şöyle güzel bir uyku ne güzel olurdu. Ama sırada teleferik turu var.
Teleferiğe geldiğimizde kuyruk bizi korkutuyor. Burada beklemek yerine, vazgeçip şehri adımlamayı tercih ediyoruz. Yine sahil boyu mısır yiye yiye yürüyoruz. Batum’da ilk gece gördüğümüz dört tekerli bisikletli bir arabayı andıran şu garip zamazingoyu deniyoruz. Biz pedallara basarken güneş de alabildiğine kızıl batıyor denize. Deniz ateş kaplanıyor adeta. Yanıyor kızıl kızıl. Batum’da gün bir başka güzel batıyor.
Üçüncü gün otelden çıkışımızı yapıp ünlü Makhunseti Şelalesi’nin yolunu tutuyoruz. Arabamız virajları bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla dönerken, kendimi Karadeniz’in kuytusunda hissediyorum. Alabildiğine yeşil. Bu yeşilliğin arasında Çoruh Nehri can çekişerek ilerliyor. Yapılan HES’ler yüzünden Çoruh Nehri'nden geriye pek bir şey kalmamış Batum’da. Yine de manzara bu haliyle bile nefes kesici.
Makhunseti Şelalesi mütevazı bir şelale. Yine de düşündüğümden yüksekmiş. Yeşilliklerin arasında pırıl pırıl bir su tepeden aşağıya süzülüyor. İleride Gürcü kadınlar kendi ürettikleri balları, kara yemişleri satıyor. Biraz ileride ise bir köy kreşi var. Yaşları 2-3 olan birbirinden güzel Gürcü çocuklar, yemyeşil bir bahçede bize el sallıyor.
Son durak Adjarian Wine House. Burası Chkhaveri üzümlerinden yapılan şaraplarıyla ünlü bir şarap evi. Ama şaraplarının tadı benim için fazla sert ve keskin. Bir kadehi başınızı döndürmeye yetecek türden. Ben yine de Hilton Batumi’deki yemekte sunulan şarabı bir yerlerden bulup almaya karar veriyorum. Şarap konusunda net bir beğenim var. Hafif tatlı, hafif baharatlı ve doygun şarapları seviyorum. Ne istediğimi bildiğim halde, genelde bir türlü o istediğim tadı yakalayamayan biriyim. Özellikle Türk şaraplarında o tadı bulmak gerçekten zor. Hasbelkader böyle güzel bir şaraba denk gelince de almadan dönmek istemiyorum. Khareba adlı bir şarap bu. Nereden bulacağım hakkında en ufak bir fikrim yok ama Duty Free’ye güveniyorum.
Adjarian Wine House’u şarabı için değil ama güzel bir öğle yemeği için kesinlikle öneririm. Açık havada yeşillikler arasında kondurulmuş çardakların altında yemeğinizi yiyorsunuz. Ortam gerçekten huzur verici.
Böylece Gürcistan yolculuğumuz bitiyor. Diğer yaptığım tatillerin aksine bu daha çok şehri olduğu gibi yaşadığım, koşturmacadan telaştan uzak bir seyahat oldu. Benim için bir ilk. Çünkü genelde orayı da görmeliyim burayı da görmeliyim derken, şehrin tadını alamadan dönmüş gibi hissettiğim çok olmuştur. Bu kez farklı bir duygu içindeyim. Batum’u içime sindirmiş ama yine de doyamamış gibi hissediyorum. Hani böyle çok sevdiğiniz bir yemekten ne kadar yemiş olursanız olun, doyamamak, yine istemek gibi bir his bu. Batum ikinci hatta üçüncü seferi bile hak eden bir şehir. Umarım yolumuz onunla yeniden kesişir.