Gemimiz MSC Divina, transatlantik seyahatimiz esnasında uğradığımız, St. Thomas Adası’ndan hareket ettiğinden bu yana 76 deniz mili yol aldık. “Bu kadar mesafe bir gecede gidilir mi” diye düşünebilirsiniz. Tabii sabah San Juan limanına yanaşmak için kayıkçı aheste çekti kürekleri…
Sabahın 6.00’sında limana girişimiz, görülmesi gereken ayrı bir güzel manzara idi. Zaten Karayip Denizleri’nin koruyucusu olarak adlandırılan bu liman kent, girişte kaleleri ile size “hoş geldiniz” diyor. Hoş mu geldiniz, boşuna mı geldiniz, eski zamanlardaki kale komutanı artık ona göre bir karşılama merasimi yapıyormuş!
Puerto Rico Adası, Amerikan toprağı olmasına ve kongrede de 1 temsilcisi bulunmasına rağmen mimarisi ve kültürü bakımından bir İspanyol şehri havasındadır. Karayip Adaları içinde; en çekici plajlara, su sporları merkezine, en büyük yağmur ormanına, uzman turistler için de balina, kelebek ve kuş çeşitlerine sahip ada Puerto Rico’dur. San Juan ise başşehir olmasının avantajının yanında korunaklı ve derin limanı sayesinde hem ekonominin hem de politikanın merkezi konumundadır. Buranın yerlileri “sanjuanero” olarak adlandırılırlar.
Gemimiz saat 8.00 sularında limana yanaştı ve karaya çıkış işlemlerinden sonra limana çıktık. O da ne! MSC Divina neredeyse kıyıdaki Hilton Oteli’nin bahçesine demirlemiş gibi duruyor. Gemiden indiğimiz anda kendimizi çarşıda bulduk. Ne kadar hoş… İşte gemimizin gece ve gündüz, otelin bahçesinden nasıl göründüğü!
Tabii ki bu gece fotoğrafını gemimize dönerken çektim. Saat kaçta mı? Gece yarısı… Çünkü San Juan’ın gece hayatını da yaşayabilmemiz için geminin kalkışı buna göre programlanmış. Yupii bu gece buradayız! Gemi saat 02.00’de, biz kamaralarımızda uyurken kalkacak (Tabii günün yorgunluğundan mı, yoksa gecenin sarhoşluğundan mı uyuyor olacağız; onu gecenin sonunda hep birlikte göreceğiz).
Fotoğraflardan da görüyorsunuz; gemiden inince, bu sefer yine bizi taksiciler ve minibüsler karşıladı. Biz tur fiyatlarını öğrenmek için taksicilere sorduğumuzda; eski şehir turu için tabanvay ve troleybüslerin uygun olduğunu ama 3 saatlik yeni şehir ve plaj turu için minibüslerin kişi başı 15$ istediğini söylediler. Biz elimize aldığımız haritalardan edindiğimiz bilgiler doğrultusunda önce Kristof Kolomb Meydanı ve heykeli ile belediye binası istikametinde San Cristobal Kalesi’ne doğru yürümeye başladık.
Koloni devri ART DEKO mimarisindeki evlerin arasından yürüyerek San Cristobal Kalesi’ne ulaştık. Yüksek, her tarafa hâkim bir tepenin üzerinde bulunan kaleye 5 dolar bilet parası ödeyerek girdik. Bu bilete, eski şehrin diğer tarafında bulunan San Felipe El Moro Kalesi’ne giriş bedeli de dâhilmiş. Hava çok sıcak ve çok rutubetli olduğundan üzerimizdeki fazlalıkları çıkarmak zorunda kaldık. Başladık kaleyi gezmeye… Bu kaleleri niye bu kadar büyük ve ihtişamlı yapmışlar diye insan kendi kendine sormadan yapamıyor. Bakın Puerto Rico hakkında daha neler neler öğrendiklerimi sizlere aktarmak istiyorum. Ticaret gemilerinin okyanus akıntılarının da yardımıyla yelkenlerini arkadan gelen rüzgârla doldurup Avrupa ve Kuzey Afrika’dan buraya ulaşmaları çok kolaylaşıyormuş.
Karayipler’deki su, barınma ve erzak temini bakımından en kolay ve en büyük adanın da bu olması, Amerika kıtasındaki altın, gümüş, baharat, mücevher ve kürklere ulaşmak isteyen İspanyollara çok cazip gelmiş. Bunun için de İspanyollar 10 nesil boyunca burada korunma ve savunma amaçlı büyük kaleler yapmışlar. Bu sayede 1508 yılından 1898 yılına kadar buranın, dolayısı ile de Amerika kıtasına giriş-çıkışın kontrolünü ellerinde tutmuşlar. Tabii ki İspanya’ya büyük miktarlarda hazine götürerek, zamanının da dünya gücü olmuşlar.
Güney tarafı limana, kuzey tarafı sadece okyanusa, doğu tarafı yeni şehir ve okyanusa, batı tarafı ise eski şehir manzaralarına bakıyor. Kale hakkında bilgileri zaten müzedeki panolardan ve İspanyolların bu kadar sene boyunca nasıl ve kimlerden burasını koruduklarını öğrenebiliyoruz. En sonunda 1898 yılında ABD ile İspanya arasındaki savaş sonucu Amerikan toprağı oluyor. 1949 yılında San Juan, ulusal tarihi koruma alanı olarak belirleniyor ve 1983 yılında da Dünya Mirası Koruma Listesi’ne alınıyor.
Kaleden çıktıktan sonra okyanus kıyısı boyunca El Moro Kalesi’ne doğru yürümeye başlıyoruz. Ara sokaklarda yerlere döşenmiş mavi parke taşları hemen dikkatimizi çekiyor. Bunlar 1600’lü yıllarda buraya gelen İspanyollara ait gemilerin omurgalarında bulunan, denge sağlayan safra taşları. Şehir inşa edilirken bu taşlar sokaklara döşenmiş ve günümüze kadar sağlam ulaşmış ve kullanılıyor.
Yürümeye devam ederken büyük ve eski bir tarihi yapının geniş kapısından içeriye giriyoruz. İşte aşağıdaki fotoğraftan da görüldüğü gibi önce Güzel Sanatlar Okulu’na uğruyoruz. Ders yapan öğrencilerden çıkan müzik sesleri, fotoğraftaki iç avluda kulağımızda çok hoş bir seda bırakıyor.
Daha sonra 1857 yılından bu yana kurulan tarihi pazar yerine uğruyoruz. Yerel organik yiyecek, çiçek ve meyvelerin kermes usulü satıldığı bu yer keyif veriyor.
Binadan çıktıktan sonra yol üzerindeki 22 numaralı troleybüs durağında, barınaklardaki sahipsiz köpekleri, isteyenlerin gezdirmeleri için gönüllüler bir çadır yapmışlar. Ne kadar hoş… Bu arada size troleybüslerden bahsetmek istiyorum. San Juan, turistler için türlü olanaklar sunuyor ve onların tekrar buraya gelmeleri için ellerinden geleni yapıyor. Mesela bu troleybüsler 3 hat halinde devamlı olarak 26 durak üzerinde dolaşıyorlar. Her durakta inip binebilirsiniz ve ücretsiz. Tabii biz yorulduğumuz yerde bunlara bindik ve çok keyif alarak, hem de dinlenerek eski şehri turladık.
10-15 dakikalık bir yürüyüş daha yaptıktan sonra El Moro Kalesi’ne geldik. Antonio Banderas’in bir filminde görmüştüm. Filmde eskiden beri rakip olduğu keskin nişancıyı öldürmek için karısının peşinde; kalenin okyanusa bakan tarafındaki mezarlıkta takipteydi ve o gün işte aynı mezarlıkta bir seremoni vardı. Burasını görünce; filmi de görenler o sahneyi hatırlayabilirler. Okyanus manzaralı bu mezarlığı da görmeniz gerekenler listesine ekliyorum.
Zaten burada çok film çekilmiş ve bunları yol üzerinde uğradığımız okulun sergi salonunda sergiliyorlardı. Sizlere o afişlerden de birkaç örnek göstereyim.
Şimdi yine El Moro Kalesi’ne dönelim ve bu kalenin, gemimizin limana girişi esnasında önünden geçtiğimiz kale olduğunu hatırlayalım. İşte bu kale sayesinde İspanyollar; İngiliz, Fransız, Danimarka ve Hollanda saldırılarından 300 sene boyunca korundular. Kaleyi gezdikten sonra artık 3 saatlik gezmenin yorgunluğu ile kale önündeki 26 numaralı durakta troleybüsü bekledik ve boşaldığında binerek, komple bir şehir turu yaptık. Açık havada, yanları ve kapısı olmayan bu troleybüslerle gezmek çok keyifliydi. Arkadaşlarımız ile saat 16.00 gibi randevulaştığımız nokta olan gemimizin önünde buluştuk. Oradan bize katılan 4 Türk arkadaşımızın daha katılımıyla 8 kişi bir minibüs tuttuk ve 3 saatlik yeni şehre, lüks otellerin ve kumarhanelerin bulunduğu Condado bölgesi ve plajına doğru yola çıktık. Esasında Yungue Yağmur Ormanları’na gitmek istiyordum ama bunu da bir dahaki sefere görmeyi Allah nasip etsin diyorum. Bazı şehirler vardır ki 1 defa görmek ve gezmek yeter. Ama Roma gibi, Venedik gibi San Juan da kesinlikle bir daha görülmeye değer…