Bu hafta sonu gezgin grubumuz Pusula 35 derneği ile birlikte Afrodisias’ı gezmek ve tanımak üzere sabah erkenden yollara düştük ve kahvaltımızı bile otobüste yaptıktan sonra 80 kişilik ve 2 otobüs dolusu gezgin ile saat 11'de Afrodisias’a ulaştık.
İzmir - Afrodisias arası 211 km ve 2,5 saatlik bir Aydın – Nazilli geçişinden sonra rahatça günübirlik gidilip dönülebilir bir antik üstelik de kadim bir kent. Afrodisias’a giriş kişi başı 20 TL ve 65 yaş üstü gezginlere ve tabii ki müze kartı olanlara ücretsiz.
Şansımıza bugün burasını Arkeolog Umut M. Doğan hocam eşliğinde tanıyacağız ve bize eşlik edecek. Ayrıca Afrodisias’a ait kendi yazdığı 8 adet öykü kitabını da çekilişle meraklılarına verecek. O kitaplardan birisi şu anda elimde ve okuduktan sonra bu “Düş dünyamda zenginleşen - Afrodisias” kitabından da esinlenerek hemen bu yazıyı bu şekilde yazmam gerektiğine karar verdim. Daha detaylı anlatımları ve öyküleri hocamın kitabında bulacaksınız. Afrodisias’ın tarihi, gelmişi, geçmişi ile ilgili bilgiler zaten çokça yazıldı. Benden bu sefer değişik bir bakış açısını okuyun bakalım, beğenecek misiniz?
Afrodisias’da beni en çok etkileyen şeylerin başında öncelikle ören yerine girişte sergilenen Lahit taşları oldu. Bu kadar çok sayıda olması ve bu kadar güzel korunmuş bu tarihi hazineler, şükürler olsun toprak altından çıkarılıp bizlere sunulmuş. Hepsinin fotoğrafını çekiyorum ve ileride tekrar tekrar bakarak şimdi burada Umut hocamdan dinlediğim ve kitabından da öğrendiğim öyküleri hafızamda canlandırmak istiyorum. Hele biraz daha ilerlediğimizde kutsal sergi alanı Sebastion’da gördüğümüz heykel ve kabartmaların her birinin ayrı bir hikayesini de öğrendikten sonra, bu kabartmalardaki öyküleri özet anlatmaya karar verdim. Çünkü beni çok etkiledi ve neye nasıl bakmam gerektiğini bir defa daha bana gösterdi. Sizlere de bu bakış açısını verebilirsem ne mutlu bana. Gerek Müzede koruma altına bulunan gerçek heykel ve panolar, gerekse Afrodisias şehrinin içerisinde göreceğiniz mekanların hepsi muhteşem. Bu yazıyı yazdıktan sonra Afrodisias’a bir defa daha geldiğimde, eminim bu sefer buralara başka bir gözle bakacağım ve hocamdan öğrendiğim öyküleri etrafımdakilere bende keyifle anlatabileceğim.
Şimdi ilk olarak resmini gördüğünüz Kharitler (üç güzeller) kabartmasının öyküsü ile anlatıma başlayalım.
Tanrıların yurdu olan Olimpos dağında müzik her yanı sarmıştı. Şarapların su gibi aktığı bir düğün günüydü. Üç tanrıça ; Hera , Afrodit ve Athena birbirlerinin en iyi dostu olan bu tanrıçalar çılgınca dans ediyorlardı. İşte o sırada gökten geceyi gün yaparcasına parlayan altın bir elma, üç tanrıçanın ortasına düşüverdi. Bu elmanın üzerinde şöyle yazıyordu: “En güzel olan için”. Üç tanrıça da elmanın kendisine gönderildiğini düşünüp dostluklarını bir kenara bırakıp hemen bencilce davranmaya başladılar. Senin benim kavgası ortamı gerginleştirdi. Düğün durdu ve herkes işte bu elmanın nifak ve kötülükler tanrısı Eris tarafından buraya gönderildiğini anlamakta bir an bile tereddüt etmedi. Zeus hemen duruma el koydu. Elmayı alıp uzaklara İda dağına götürmesi için haber tanrısı Hermes’e verdi. Hermes de bu altın elmayı İda dağındaki bir çoban olan Paris’e verdi. Paris bu elmayı en güzel olan tanrıçaya verecekti. Bu çobanın seçilmesi bir tesadüf değildi. Kader ağlarını ilmik ilmik örüyordu. Paris’e verilen bu hakemlik görevi daha sonra Troya şehrinin yakılıp yıkılmasına kadar gidecekti. Paris altın elmayı eline alınca üç tanrıça Afrodit, Athena ve Hera, Paris’in başına üşüştüler. Her biri elmayı almak için ayrı ayrı vaadlerde bulundu. Hera kendisine Anadolunun hakimiyetini vereceğini, Athena kendisine bilgelik, güç ve katılacağı tüm savaşlardan zaferle çıkma vaadinde bulundular. Afrodit ise güzelliğini kullandı. Onun güzelliği karşısında çobanın adeta dili tutuldu. Paris’in yüreğini sonsuz bir aşka öylesine açtı ki, güzelliği ile dillere destan Sparta kraliçesi Helene’nin gönlünü çalıp kendisine aşık edebileceği vaadine karşı koyamadı ve altın elmayı aldı. Altın elmayı alan Afrodit, çobanı elinden kaptığı gibi beraberce Yunanistan’ın Sparta kentine gittiler ve kraliçe Helene’yi kaçırtıp, Paris’in baba ocağı Anadolu’ya Troya kentine kaçmalarına yardım etti. İşte bu Kharitler (üç güzeller) kabartmasını görünce bu öyküyü biliyorsanız burada durup düşüncelerinizi geçmişe doğru yönelteceksiniz. Hatta size bir ipucu daha vereyim. Bu öykü Leonardo da Vinci’nin tablolarına da yansımıştır.
İkinci seçtiğim öykü; “Prenses Leda ile Kuğu kılığındaki Zeus” kabartma panosundan:
Leda Yunanistan’daki Sparta kentinin kraliçesidir. Güzelliği dillere destan Leda fırsat buldukça kırlarda, ormanlarda ve dağlarda gezintiye çıkar ve tüm hayvanların dostuğu ile güzel günler geçirirdi. Tanrı Zeus ise güzel kızlara düşkünlüğü ile bilinir. Nicedir gözüne kestirdiği Leda’ya sahip olabilmek için fırsat kolluyordu. Güzel bir delikanlı kılığına girse ne mümkün Leda’nın gönlünü çalamazdı. Çünkü kraliçe kocasına aşıktı. Leda’nın hayvanlara düşkünlüğünü gören Tanrı Zeus, güzel ve nazik bir kuğu kılığında ona yanaşmaya karar verdi. Böylece karısı Hera’nın de dikkat ve öfkesini üzerine çekmeyecekti. Böyle güzel bir kuğuyu gören Leda onu okşamaya ve kuğunun yaydığı nefis kokudan etkilenmeye başladı. Tanrı Zeus kanatlarının arasına aldığı kraliçeyi oracıkta hamile bırakmayı başardı. Ne olduğunu geç farkeden Leda, bu tanrısal güc karşısında bir şey yapamadı. Efsaneye göre bu sevişmenin sonucunda kraliçe Leda’nın rahmine iki yumurta düştü. Leda kendisine sahip olanın tanrısal bir güç olduğunu anlaması gururunu okşamış mıdır bilinmez ama yumurtaların birisinden Polluks ve Kastor isimli ikiz erkek çocuklar, diğerinden ise Helene ve Klytaimestra isimli iki kız çocuk dünyaya geldi. Bir başka öyküye göre bu yumurtalardan birisinin babası Sparta kralıdır, yani Leda’nın kocası. Erkek ikizler Polluks ve Kastor, Zeus’un delikanlıları olarak anılırlar. Günümüzde, burçlardaki sonsuz kardeşliğin ve paylaşımın bu simgesini, Zodyaktaki ikizler burcu olarak görmekteyiz. Diğer kız ikizlerin hikayesi ise apayrıdır. Kısaca, annesinin güzelliğini alan Helen, büyüdüğünde Sparta kralının kraliçesi yani eşi olacak ve yukarıda üç güzeller öyküsünde anlattığımız çoban Paris’e Afrodit sayesinde aşık olup Troya’ya kaçacaktır. Tarihin en büyük destanlarından biri olan “İlyada" Destanı'nda anlatılan korkunç Troya Savaşı işte bu kız kaçırma öyküsü ile başlar.
Artık bu panolara bu öykülerin gözüyle bakabilirsiniz. Bunun gibi 200 panonun, zamanında 3 katlı Sebastion kutsal alanında sergilendiğini ve nasıl muhteşem göründüklerini bir tahayyül edin bakalım. Afrodisias’a mutlaka gidin, sonra da Karacasu’ya veya Bozdoğan’da Mikado Pide'ye gidip, yahut en kısa yoldan dönüşde Nazilli Kismet Pide'ye gidip ağzınızın tadıyla gezinizi tamamlayabilirsiniz.
Afrodisias Roma imparatorluğunun güzel sanatlar mektebiydi. O muhteşem heykel ve kabartmaların çoğu burada yontulmuştur. Hatta 3 ay süren Afrodisias – Roma yolculuğu esnasında yontma işlemi yolda da devam eder ve böylece süresinde eserler yerine teslim edilirdi.
Afrodisias’a yaptığımız gezimize, Afrodisias müzesinde orijinali bulunan “Prometheus’u kurtaran Herakles” kabartma mermer pano öyküsü ile devam ediyoruz.
Çok eski zamanlarda daha insanlığın var olmadığı devirlerde, dünyanın hakimi Titan diye adlandırılan devlermiş. Bu duruma karşı çıkan tanrılar uzun bir mücadeleden sonra devleri alt etmeyi başarmışlar ve tanrılar soyunun başına Zeus geçmiş ve yeryüzünü Olimpos dağındaki ülkelerinden yönetmeye başlamışlar.
Titan soyundan gelen 4 kardeş; Atlas, Menoitios, Epimetheus ve Prometheus tanrılar aleminde kendilerine verilen zor yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorladı. Bu kardeşlerden en akıllısı olan Prometheus babasını alt eden tanrıların gücünü kötüye kullandıklarını gördükçe onları alt etmenin yollarını aramaktaydı. Aklıyla ve başarılarıyla tanrıların bütün engelleme ve zalimliklerine rağmen tüm dünyayı çeviren insanoğlunun evrene hakim olması gerektiğine inanıyordu. Bunu yapabilmeleri için de tanrısal güçlerin bir kaçına sahip olmaları gerekmekteydi. İnsanlığa güç katacak o tanrısal özelliklerin başında ise ateş gelmekteydi. Yaşamın ve üretimin kaynağı olan ateş, insanlığı kurtaracak olan şeydi.
Promethius tanrıların yurdundan ateşi çalıverdi ve insanlara verdi. Tabii ki bunu duyan Baş Tanrı Zeus çok kızdı ve hiddetinden Prometheus’u taa uzaklarda Kafkas dağlarında bir kayalığa zincirletti. Burada aç ve susuzluğa mahkum etti. Hatta Prometheus’a bir kartal dadandı. Her gün gelip ciğerinden bir parça kopardı ve acılar içerisinde kıvranan Prometheus bir an önce ölüp bu ızdıraptan kurtulmayı diledi. Ancak ertesi gün inanılmaz bir şekilde ciğeri tekrar iyileşiyor ve kartal yine gelip bir parça ciğerini yerinden söküyordu. Bir gün yine kartal geldiğinde aniden kafasına bir sopa indi ve oracıkta düşüp kaldı. Sopayı vuran Tanrı Herakles idi. Güç Tanrısı Herakles de insanlara olan yakınlığı ile bilinirdi. Prometheus’u bağlı olduğu yerden kurtardı ve özgürlüğüne kavuşturdu. İşte bu kabartma bunun hikayesini anlatır. Bu hikayenin daha ilerisini ve Pandora’nın kutusuna nasıl ilişkilendiğini merak ediyorsanız, benim de okuduğum arkeolog Umut M. Doğan hocamın “Düş Dünyamda Zenginleşen Afrodisias” kitabını alıp okumalısınız.
Şimdi yine Afrodisias müzesinde görebileceğiniz MS 5. yüzyıl Filozof portresinin gerçek hikayesi ile günümüzden bir anı ile devam ediyorum.
Resmini gördüğünüz heykel başının 2 parça halinde olduğunu ve sonradan birleştirildiğine hepiniz dikkatinizi çekerim. İşte bu heykelin ana parçası 1984 yılında yapılan kazılarda toprak altından çıkarılmıştır. Afrodisias’ın keşfedilmesi ve ortaya çıkarılmasında en büyük paya sahip olan Prof. Dr. Kenan Erim’in aklı, öğrencileri ile beraber yaptığı kazıda buldukları bu çeyrek yüzü eksik heykel başına takılmıştı. Kazı alanındaki odasında durup durup bu heykel başına bakıyor ve hafızasını zorlayarak, bu heykelin diğer parçasını nerede gördüğünü hatırlamaya çalışıyordu. Birden şimşek çaktı ve 1904 yılında Hadrian hamamları kazısında bulunan bir heykel başı parçasının notunu eski buluntu kartları arasında gördü. Evet ölçüler ve yontular Paul Gaudin kazılarında bulunan bir parça ile uyuşuyordu. Üstelik bu parçayı Fransa’da Paul Gaudin ailesi tarafından sergilenen eski eser koleksiyonunda görmüştü.
O yıl profesör Fransa’ya gittiğinde ilk iş olarak Gaudin ailesinin malikanesine gitti ve aile mirası içerisinde olan bu eseri almak istediğini, yerinin başının diğer yanı olduğunu, Afrodisias’da birleştirilip sergilenmesi gerektiğini aileye anlattı. Israrlı ve ikna edici konuşmaları ile bu eseri çantasına koyup yanında Afrodisias’a getirdi. Bakar mısınız azme ve iş aşkına? Heykelin restorasyonu tamamlanıp müzedeki yerine konuldu. Bu heykel başını seyrederken bir şey daha dikkatimizi çekiyor. Sol göz bebeği yukarıya doğru kaymış. Bu kadar gerçekçi üslupla çalışılmış, bu denli başarılı bir işçilik sergilenmiş bir heykel başının bir gözünün yamuk işlenmiş olması garip olmaz mı? Tabii ki garip olurdu. Ama ya adam şaşıysa?
İşte bu duygular içerisinde bu müzeyi gezer ve bu öyküleri bilerek heykellere bakarsanız inanın ki siz artık başka bir dünyadasınız.
Teşekkürler Prof. Dr. Kenan Erim.