23 Nisan tatili için hiçbir planım yokken bir anda gündeme gelen önce Bozcaada planı ve sonrasında yıllardır yapmayı istediğim ve beklediğim yelken tatil planı derken sonunda “Göcek´te yelken” gezisini hayata geçirmenin tam zamanı dedim.
Ve dediğim gibi de uçak alternatifleri arasında en uygun maliyetli olanı seçtim. Bunu özellikle söylüyorum, oldukça uygun maliyetli olduğunu düşündüğüm tatilimin aslında hayatım boyunca yaptığım tatillerden en pahalısı olacağını nereden bilebilirdim ki.
Cumartesi sabahı rahat rahat kalktım, uzun uzun kahvaltımı yaptım, sonra da Kadıköy´e inerek çok güzel zamanlamasını ayarladığımı düşündüğüm Havataş'a binerek Sabiha Gökçen Havaalanı´na doğru yola çıktım. O kadar emindim ki kendimden. Her şey yolundaydı ve uçağıma çok rahatlıkla yetişmek için hayli zamanım vardı. Ama belki de kendinden en emin olduğun an, kendinden en çok şüphe duyman gerektiği an olabilir…
Havaalanına vardığımda ne hikmetse benim uçağımın saati ekranda belirmiyordu ve o sırada tam bir basiret bağlanması yaşayarak, uçak biletimdeki KOCAMAN YAZILI Atatürk havalimanı bilgisini görür görmez dışarıya fırladım ve taksiye bindim. Sabiha Gökçen´den Atatürk´e gitmekten bahsediyoruz, ama o sırada bana akıl verecek kimse olmadığından panik bir şekilde haydi fırlayalım, beni uçağıma yetiştir dedim taksiye. Yolda kendime kızmanın verdiği sinirle gözümden damlalar akarken de taksi şoförünün söylediği şu idi: “Gözyaşları altın değerindedir, para ile çözebileceğin şeyler için gözyaşını harcama”. Aslında söylediği o kadar doğru idi ki, ama o anda o kadar kızgındım ki kendime. Ve güne başlarken Havataş´a bindiğimde aklımdan geçen düşünce sadece şuydu: “Nereye gidersem gideyim, bir yerlere gidiyor olma hissi, bana mutluluk veren şeydi, saatlerce otobüste yolculuk yapabilirdim ya da uçakta, önemli olan bir yerlere gidiyor olmak ve geri döneceğini bilmek”. Taksideyken bu düşüncelerim yeniden belirdi ve bu histen hoşlanıyorum derken bu kadarını da kastetmemiştim aslında…
Atatürk Havaalanı'na vardık, tabii ki uçağımı kaçırmıştım, THY´nin tüm uçakları doluydu ve yedekte bekleyen onca insan vardı. Havaalanında öylece kalakaldım, ve şu geldi aklıma: annemler Mudanya´da, Özhan abim ailesiyle Cunda´da, Osman abim başka bir yerde tatilde ve “aktivite delisi” ben nasıl İstanbul´da kalabilirim derken Pegasus´un akşam saat 20:00´de Sabiha´dan kalkan uçağına bilet alırken buldum kendimi. Ve bu da şu demek oluyordu, yeniden Sabiha yolları ama bu sefer Havataş ile Taksim´e ve oradan da Sabiha Gökçen´e.
Ek bilgi vereyim bu kadar Havataş´ın içine girmişken. Atatürk Havaalanı´ndan Taksim´e her yarım saatte bir, Taksim´den Sabiha Gökçen´e her yarım saatte bir, Kadıköy´den Sabiha Gökçen´e her çeyrekte bir otobüs kalkıyor, ama detaylı ve güncel zaman tablosu için http://www.havatas.com.tr/ ´yi ziyaret edebilirsiniz.
Benim seyahatime dönecek olursak, bu sefer uçağıma gerçekten saatlerim vardı, kaçırmama ihtimal bile yoktu. Ama bir yandan da ya 13:20 uçağına binip gitseydim neler olacaktı ve akşam uçağına bindiğimde beni neler bekliyordu düşüncesi bana çok severek izlediğim ‘Sliding Doors’ filmini hatırlatmasının yanı sıra bir de her işte bir hayır vardır, gidemiyorsam acaba gitmemem mi gerekiyor bu kadar zorlamamalı mıyım ikilemleri arasında gidip gelmelerimin ardından Sabiha Gökçen´e gün içerisindeki 2. seyahatimi tamamlamış bulunmaktaydım. Bu gitgel´lerin en büyük getirisi, shuffle özelliğini kaybettiğini düşündüğüm i-Pod´umun aslında hiçbir arızası olmadığını fark edişim oldu:) İşte her işte bir hayır vardır´ın ilk göstergesi!
Uçak saatim gelmişti, yerime yerleştim, zaten gidemiyorum diye aklımda bir sürü tilkiler dolanırken ve başıma bir şey gelmesinden korkarken tam hareket edeceğimiz anda yanımdaki Fransız kadının cep telefonunu çıkartıp bunu kapatmamız gerekiyor mu diye sorusu tahmin edersiniz ki çok motive edici değildi. Neyse havada da sorabilirdi, iyi yönden bakmak lazım:) ve sağ salim Dalaman´a vardım.
Normalde otobüsle gitseydim de bu kadar sürmüş olurdu hem de daha konforlu bir yolculuk olacağından da eminim…
Toplamda 12 saat süren bir yolcuğun sonunda evet Göcek´te Göbün Koyu´nda Ada teknesine varabildim.
Vardığımda duyduğum sessizlik, bol oksijenli temiz hava, ve ortada ışık olmamasından ötürü gökyüzünde pırıl pırıl parlayan milyonlarca yıldız, tüm gün çektiklerimi unutturuverdi. Tek bir tam günüm vardı dönmeden önce, ve ertesi gün güzel bir kahvaltının ardından yelkenleri açarak önce Kabak Vadisi'ne gitme planıyla harekete geçsek de bir anda Hillside´da arkadaşımızı görmeye karar verdik ve tamamen uç nokta diyorum, çünkü dünyanın en paspal yerine gitme fikrindeyken bir anda 5 yıldızlı otel formatlı Hillside´a doğru dümeni yönlendirdik. Burada deniz, kum ve oldukça zengin ve tehlikeli açık büfe keyfinin ardından yeniden Göbün Koyu´na geri döndük.
Çok olaylı başlayıp çok kısa sürmesine rağmen tekne ile seyahatten çok zevk aldım diyebilirim, tek sorun geceleri burnumun ucunun dahil her yerimin donarak cenin şeklinde uyumaya çalışmam ki bunu da eğer bir daha benzeri bir tatil yaparsam uyku tulumu ile çözebilirim.
Gezimle ilgili kendime çıkardığım en önemli ders de şu oldu elbette: yola çıkmadan önce uçak nereden kalkıyor diye kontrol edilecek, emin olunsa bile son kez kontrolü yapılacak.
Gezimden fotoğrafları da yazımın içerisinde paylaşıyorum, hepinize macera dolu yolculuklar diliyorum.