Mekong... Asya’nın can damarı… Hayat onunla başlamış, onunla sürüyor. Öyle bir nehir ki o Tibet’ten başlayıp, Çin, Myanmar, Laos, Tayland, Kamboçya ve Vietnam’ı dolaşarak, güneyde 9 ana kola ayrılıp, “dokuz ejder” denilen, adeta bir su labirenti gibi delta bölgesini oluşturuyor ve Pasifik Okyanusu'na dökülmeden önce geçtiği yerlerdeki insanlara can veriyor, besliyor, ruh veriyor.
“Suyun üstünde yaşam mı olur?”
“İnsan ayağını toprağa basmadan yaşayabilir mi?”
Oralara gitmeden ben de bu soruların yanıtını vermekte zorlanıyordum. Evet, suyun üstünde yaşam olurmuş. Hatta aylarca toprağa basmadan, hiç toprağı görmeden bile yaşanırmış. Hatta çamurun içinde bile insanın yüzü gülebilirmiş. Bize cefa gibi görünen yaşam şekli onlar için son derece olağan. Hatta sahip olduğumuz pek çok konfora rağmen gülmeyen yüzlerimizin tersine, onların ağlarına takılan balığı buldukları an ki gülüşlerini görseniz inanamazsınız. İşte o an içinizde bir şeyler kıpırdar, yüzünüz gülüverir aniden.
Mekong Nehri dolaştığı yerlere enerji, tarlalara su sağlıyor. Ulaşım için ise önemli bir yol. Gelir düzeyi düşük milyonlarca insan için hem ev hem de geçim kaynağı. Balıkçılık ve su ürünleri yetiştiriciliği çok önemli bir iş...
Köprüleri, yolları, kentleri, köyleri, fabrikaları, yüzer çarşıları, gemileri, satıcıları ile Mekong; kara ulaşımının güç olduğu binlerce yıl öncesinde adeta "Asya Otabanı" olarak görev yapmış. Üretilenler Mekong üzerinden pazara dağıtılmış. Dolayısı ile hem üretim, hem ulaştırma hem de barınma için bölge halklarına kucak açmış.
Mekong deltasındaki yaşamları görebilmek ve onları hissedebilmek için teknemize doğru giderken yol kenarlarındaki pirinç üretilen tarlalardaki mezarlar dikkatimizi çekti. Tarla sahipleri vefat eden aile üyelerini tarlalarına defnediyorlarmış. Ekolojik döngünün tamamlanması ile ilgili olduğu söyleniyormuş.
Nehir kenarına geldiğimizde tekneler hazırdı, hiç beklemeden tura başladık.
Nehir boyunca evler, işyerleri, okullar, hastaneler, pazar yerleri hepsi suyun içinde... İş yerlerinin tabelaları nehre bakıyor. Nehir kenarında, lokantalardan tutun da benzincilere, telefonculardan tutun da tamircilere kadar, birçok işyeri var. Evlerin nehre bakan yüzleri genelde açık. İçlerinde kimisi yemek yapıyor, kimisi suda sebze yıkıyor, kimisi de çamaşır. Hatta bazen aynı suda çocuğunun altını yıkayan bir kadını bile görebilirsiniz. Nehirde yüzen evlerde ise her şey meydanda; çamaşırlar, kap kacak vs.
Kısa nehir turundan sonra bir köye geldik ve teknemizden indik. Köyde çeşitli yerel tatların nasıl yapıldığını uygulamalı olarak izledik. Bir yanda “pirinçten popcorn”, diğer yanda hindistancevizinden "cocanat candy" yapıyorlar, dışını da "rice paper" ile sarıyorlardı. Biz de bazılarının tadına baktık.
İçlerinde kobra yılanı ve akrep olan pirinç şaraplarının deneyen arkadaşlarımız da oldu. Bu hayvanların proteinleri, alkolün de etkisi ile şaraba geçiyormuş. Hem tat veriyor hem de kişiye güç katıyormuş.
Vietnam’da timsah eti çok makbul. Tekne turumuzun sonunda bir timsah yetiştirme çiftliğine uğramadan olmazdı. Gezinti sonrası meyve ve çay ikramı ile birlikte yerel müzikleri dinlerken günün yorgunluğunu attık...
Ertesi gün öğle saatlerinde Mekong Nehri üzerinden Kamboçya’ya hareket etmeden önce deltadaki bir Müslüman köyünü de gezdik. Köye girer girmez küçük çocuklar etrafımızı sarıverdiler. Kurabiye, incik, boncuk, çanta, şal vs. eşyalar satıyorlardı. Hepsinden bir şeyler aldık. Çok mutlu oldular. Ancak daha 7-8 yaşlarındaki kız çocuklarının başlarının bağlı olması beni çok çok üzdü. Burada insanlar çok çalışkanlar. Herkes bir şey üretiyor, satıyor. Ancak yine de çok fakirler. Konfordan uzak evlerde yaşıyorlar. Ancak yine de güler yüzlüler. Köyde yaşadığımız sevgi dolu güzel saatlerin ardından vedalaşarak 4,5 saat sürecek nehir yolculuğumuza başlamak üzere teknemize bindik ve hareket ettik.
Kamboçya’da görüşmek üzere hoşça kalın derken, sevgili arkadaşlarım Füsun ve Melih Eriş’e de bizlere bu güzellikleri yaşattıkları için teşekkürlerimi yolluyorum.
Tạm Biệt...