Patras’tan kuzeye çıkıvermek Rio Köprüsü sayesinde epey kolay. 2006 yılında, teknemiz DeSel’i buraya getirirken, gece vakti köprünün devasa ayakları arasından geçmiştik. Şimdi üzerinden karşı kıyıya geçip gidiverdik. Köprü, Korent Körfezi üzerinde Mora Yarımadası ile Yunanistan anakarasını birleştiriyor. Rio ile Antirio kasabalarını birleştirdiği için halk Rio-Antirio Köprüsü ismini takmış. Biz kısaca Rio Köprüsü diyoruz. Resmi adı “Charilaos Trikoupis Köprüsü”. Trikoupis 1875-1895 yılları arasında 20 yıl başbakanlık yapmış ve bu bölgeye köprü yapılmasını ilk öneren kişi olmuş. Kurtuluş Savaşı’mızda Yunan orduları komutanı olan Trikoupis ile karıştırmayalım. O Nikolaos Trikoupis idi. Köprü 2880 metre uzunluğunda ve 27 metre genişliğinde. 2004 yılında tamamlanmış ve köprüyü ilk geçenler 2004 Atina Olimpiyatları meşalesini taşıyanlar olmuş. Köprüden 13 Euro’ya geçtik. Feribot seferleri de bulunuyor isteyenler için.
RİO – ANTİRİO KÖPRÜSÜMesolonghi’ye kadar genelde rahat bir yoldan değişik manzaralardan geçerek geldik. Yunanistan’da yolların kalitesi pek iyi olmasa da önemli bir sorun çıkartmıyor. Patras’tan Messolonghi’ye yolculuk, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “YAPMANIZ GEREKEN 501 YOLCULUK” kitabının 369. sayfasında da yer almış. Yol boyunca lagünler, tuzlalar, sazlıklar gibi değişik coğrafi oluşumlardan geçtik.
MESSOLONGHİ ÇOK İLGİNÇ BİR YER
İki nehrin oluşturduğu delta ve sulak alanlardan oluşan ilginç bir coğrafi yapısı var Messolonghi’nin. Ramsar Sözleşmesi ile korunan doğal alan ilan edilmiş. Eskiden balıkçıların kazıklar üzerine inşa ettiği kulübelerden bugün modern bir kente dönüşmüş. Kent dediğime bakmayın. Ortamın doğal yapısı tamamen korunuyor ve kent bu yapıya zarar verecek büyüklükte değil. Yaklaşık 40.000 kişi yaşıyor. Denizden gelirken dar bir kanaldan lagüne giriliyor. Lagün içinde oldukça korunaklı bir marina var. Giriş ve çıkış, tekneler için epey zaman kaybı olsa da kötü hava koşullarında güvenle sığınılacak bir liman olduğu tartışmasız. Dışarıda fırtına kopsa marinada kimsenin haberi olmaz. Messolongi’de sağınız solunuz lagün, sanki denizin ortasından gidiyormuşsunuz gibi bir yoldan kilometrelerce gidiyorsunuz ve deniz kıyısına varıyorsunuz. İlk vardığınız noktanın adı Tourlida. Orada da deniz kıyısında nefis bir plaj var. Fakat insanlar lagünün içinde de suya girmeyi seviyorlar. Lagün içinde bir de sıcak su kaynağı var. Buradan termal su çıkıyormuş. Suyun çıktığı yerde faydalı olduğuna inanılan çamur var. Ve tabii çamur banyosu yapanlar oldukça fazla…
Messolonghi’nin tarihi bizler için biraz çarpıcı. Bu kasabanın Yunan bağımsızlık savaşında önemli bir yeri var. Bağımsızlık savaşını kime karşı verdikleri malum; Osmanlı’ya karşı. 1821 – 1829 tarihleri arasındaki savaşta Messolongi’de isyancılar 1822’de Osmanlı’ya karşı başkaldırmış. Don Juan adlı romanı ve şiirleri ile ünlü yazar Lord Byron, ulusal kurtuluş mücadelelerine olan sempatisi nedeniyle Messolonghi’ye gelmiş. Barbar olarak gördüğü Türklerden Yunanlıların kurtulmasına yardımcı olmak istemiş. Ancak, savaşa katılamadan, yakalandığı ateşli bir hastalık nedeniyle 1924’te (36 yaşında) Messolonghi’de hayata gözlerini yummuş. Yunanlıların kahramanı olmuş. Onun sayesinde batının ilgisi biraz daha Yunan kurtuluş savaşına çevrilmiş. Mezarı Messolonghi’de. 1826’da şiddetli Osmanlı kuşatmasına direnemeyen halk, bugün hala ayakta olan Göç Kapısı’ndan şehri terkeder. Ancak hepsi yakalanır ve öldürülür. Sayılarının 3.000 olduğu rivayet ediliyor. Savaştaki kahramanlıkları nedeniyle şehre kutsal şehir anlamına gelen “Hiera Polis” ünvanı verilmiş.
Akşam karavanımızı rıhtım kenarına günbatımına nazır olacak şekilde parkettik. Nefis günbatımı manzarasını seyrettikten sonra yanımıza gelen bir genç, akşam rıhtımda parti düzenleneceğini ve karavanımızı biraz ileriye almamızı rica etti. Partiye davetiye varsa memnuniyetle çekeceğimizi söyledik. Güler yüzlü genç kız partinin herkese açık olduğunu ve bizi de beklediklerini söyledi. Hemen karavanı 100 metre ileriye alıp parti hazırlıklarını izledik. Meğer o gece yıldızları teleskopla rıhtımdan izleyeceklermiş. Birkaç teleskop dikkatle yerleştirildi ve etrafı çevrildi. Yan tarafta içkiler ve yiyecekler. İçki ve yiyecek ücretleri bir vakıf yararınaymış. Tatlı bir müzik hafiften açıldı. Yavaştan kalabalıklaşmaya başlıyor. Herkes içkisini ve yiyeceğini alıp teleskop başında sıraya giriyor. Bir kişinin izlemesi yaklaşık 10 dakika sürüyor. Her teleskopun başında konuya vakıf birisi açıklamalarda bulunuyor ve izleyen kişinin sorularına cevap veriyor. Tabii biz ne konuştuklarını anlayamıyoruz. Herhalde yıldız savaşları değil gördükleri, çünkü hepsi sakince izleyip meraklı sorular soruyorlardı.
Akşamını izlemeye çıktık Messolonghi’nin… Rıhtım kenarında güzel bir yürüyüş… Her taraf güneşin batışıyla birlikte kalabalıklaşmış. Gündüz in ve cinin tek kale maç yaptığı yerlerde akşam olunca tribünler ayaktaydı. Fakat asude bir kalabalık, kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Karavanımıza geldiğimizde partide yıldızların izlenmesi devam ediyordu. Biz ise, bize en yakın yıldızın yani ayın su üzerindeki muhteşem şavkını görünce karavanımız önüne attığımız koltuklara çekilip bu muhteşem geceyi huşu içinde yaşıyoruz.
11 AĞUSTOS GÜNÜ HEDEF LEFKAS ADASI
2006 yılında, teknemizi Fransa’dan Türkiye’ye getirirken uğradığımız Lefkas Adası'nı çok sevmiştik. Ada olmakla birlikte bir köprüyle anakaraya bağlı olduğu için ulaşım da kolay. O zaman bu güzel adayı geçip gitmek yerine tekrar uğrayalım ve hasret giderelim istedik. Lefkas’ın o kadar güzel bölgeleri var ki saymakla bitmez. Bizim aklımızda kalan Nydri kasabası olmuş. Nydri’ye gelmiş, etrafında turlamış, fakat kalabalıktan yanaşacak yer bulamamış, açıkta demirlemeyi de istemediğimiz için başka bir yere gitmiştik. 11 Ağustos günü Amfliokha üzerinden Lefkas’a vardık.
Amfliokha, Arta ya da Türkçede Narda ismi verilen büyük körfezin güney ucunda bulunuyor. Bu körfezin denize açıldığı yer Preveze. Körfezin Yunancası Amvrakikos Körfezi. Körfezin kuzey tarafında denize dökülen nehirlerden oluşan deltalar ve lagünler var. Buraları bir milli park. Güneyinde bulunan Vonitsa ve Amfliokha kasabaları ise balıkçılık yapılan kasabalar.
Adayı bağlayan köprü belli saatlerde açılarak teknelerin geçişine izin veriyor. Kapanınca arabalar geçiyor. Biz geçerken arabalara yeşil ışık yanıyordu. Kırmızı yanmasını ve tekneler geçerken seyretmeyi isterdim. Hatırladığım kadarıyla saat başlarında açılıyordu (veya saatte bir, yarım saatlerde). Biz yaklaşırken saat 10 geçiyordu. Yani en az 20 dakika beklemek gerekecekti, devam ettik. Köprüye yaklaşırken Osmanlı kalesinin sur duvarlarının yanından geçiliyor. Şehir merkezine karavanımızı parkedip yürüyerek bir tur atıyoruz ama siesta zamanı ve her yer kapalı.
Demek siesta zamanı (ekonomik krize rağmen) her yer kapalı, o zaman ver elini Nydri deyip yola çıkıyoruz. Yol boyunca çok güzel sahil kasabalarından geçiyoruz. Her birinde bir çay veya kahve molası ile kokusunu alıyoruz bu güzelliklerin.
Nydri’ye vardığımızda karavanımızla gece kalabileceğimiz bir yer bakınıyoruz. Limanın sonunda bir otopark var. Birkaç karavan da var. Günlüğü 10 Euroymuş. Yeri güzel ama denize dik parketmek gerek. Dolayısıyla penceremizden izleyebileceğimiz bir manzaramız olamayacak. Otoparkın önünden deniz kenarından devam eden yola da araçlar parketmiş ama boş yer yok. Birkaç tur atıyoruz boşalması umuduyla, derken bir araba çıkıyor ama sığmamız için bir arabanın daha çıkması gerek. Ve evet, şanslı günümüzdeyiz. Bir araç daha çıkıyor ve biz denize sıfır park yerimize yanlamasına kuruluyoruz. Hem manzaramız mükemmel, hem de bedava. Yunanistan’ın en sevdiğimiz yönleri bu gibi özellikler. Avrupa’da her yerde olan parkmetreler Yunanistan’da yok. Atina gibi büyük şehirlerde, ancak merkezi yollarda belki ama o kadar. Karavanı buraya park edemezsin diyen de yok. Yani bize çok yakın uygulamalar haliyle rahatlatıyor insanı.
SCORPIOS ADASI’NIN HİKAYESİ
Nydri’nin biraz açığında Scorpios diye bir ada var. Bu ada ünlü armatör Aristotle Onasis’e ait idi. Çok güzel, yemyeşil bir ada. 2006’da teknemizle etrafından dolaşıp hayran olmuştuk. Onasis’in malikaneleri var bu adada. Onasis, öldürülen ABD başkanı John Kennedy’nin dul eşi Jacqueline ile evlenince dünyaca meşhur birisi oldu. Düğünü de bu adada yapılmış. Esasında hemşerimizdir. İzmir doğumludur kendisi. Ailesi İzmir’de tütün ticareti ile zenginleşmiş. 1922’de İzmir’in kurtuluşu ile birlikte ailece Atina’ya göç ederler. Tütün işinden armatörlüğe, hatta uçak firması sahipliğine kadar geniş bir yelpazede işler yapar Onasis. Olympic Airlines’ın sahibi olur, ancak oğlu bir uçak kazasında 1973 yılında ölünce sağlığı hızla bozulur ve 1975 yılında ölür. Mezarı Scorpios Adası’ndaki kilisede bulunmaktadır. Jacqueline (Kennedy) Onasis’in mezarı da buradadır. Onasis’in ölmeden önce bir vasiyetname yaptığı ve yıllık bakım masrafı 100.000 doları aştığı için varisleri adaya bakamazsa Olympic Airways veya Yunan hükümetine bağışlanmasını vasiyet ettiği söyleniyor. Adadaki kilisenin ise bağışlanması bile vasiyetle engellenmiş.
1988 yılında Onasis’in kızı Christina ölür ve geriye tek mirasçısı olarak 3 yaşındaki torunu Athina kalır. Athina 18 yaşına geldiğinde serveti kendisi yönetmeye başlar ama daha ziyade satış işlemleri ile meşgul olur. Ve 2013 yılında tahmin ettiğiniz gibi adayı satar. Satın alan bir Rus milyarderdir. Satış üzerine vasiyetname gündeme gelir ve Yunan Meclisi’ne önergeler verilerek hükümetin aktif olması ve satışı durdurması istenir. Bir yandan satış olmadığı uzun dönemli kiralama olduğu iddia edilir. Kilise de satılmamıştır. Athina Onasis’in adanın bir kısmını kullanma hakkı vardır gibi haberler ile işler iyice karışır. Alıcının turizm yatırımları ile adayı turizme açacağı bilgisi düşer haber ajanslarına. Bu haberlerin hangisi gerçek henüz bilinmemektedir ama satış bedelinin 100 milyon Euro olduğunu gazeteler yazmıştır. İşin kötü tarafı, Yunan hükümetinin adayı kamulaştıracak parası da yoktur bu kriz ortamında. Sonuçta bu güzel adanın bozulmadan kalmasını ve Nydri’ye de mafyavari kişilerin bulaşmamasını temenni ediyoruz. Bu güzellikler hiç bozulmasın...
LEFKAS’TAN PREVEZE’YE (12 AĞUSTOS 2016)
12 Ağustos günü heyecanlıyız. Çok merak ettiğimiz Preveze’ye gidiyoruz. Malum 1538 Preveze Deniz Savaşı ile belleklerimize kazınmış bir tarih var. Biz Navarin’i bilmeyiz. Okulda hiç öğrenmedik. Bazı kitaplarda tek satırla Navarin faciası der geçilirdi. Ayrıntı hiç verilmezdi. Preveze’nin ise gemi sayılarına varıncaya kadar ezberletilirdi. Andrea Dorya ve Barbaros Hayrettin Paşa… Sınavlarda mutlaka bir veya daha fazla soru buradan gelirdi. Tabii herkesin ezberinde olduğu için yüzler gülerdi. Bugün de sanki tarih sınavında Preveze Deniz Savaşı sorulmuş gibi yüzümüz gülüyor. Haritayı yakından inceleyince Preveze coğrafyasının ne kadar ilginç olduğuna şaşırıyor insan. Daracık bir ağızdan girilen devasa bir körfez. Bu körfezde 10 tane donanma barınır neredeyse. Benim merak ettiğim dar ağızdaki köprü. Hiçbir yerde fotoğrafını görmedim ama haritada karşıya geçildiği çizilmiş. Yani var bir köprü. Körfeze yelkenli tekneler, gemiler girip çıktığına göre yüksek bir köprü olmak zorunda diyorum kendimce. Yaklaştıkça levhalardan anlıyoruz ki köprü değil. Tünel geçişi diyor ve denizin altından tünelle geçiyoruz karşıya. Tünel 2002’de açılmış. 1570 metrelik tünelin 910 metresi su altından gidiyor.
Preveze’de beklediğimiz debdebeyi bulamıyoruz. Biz çok daha büyük bir şehir beklerken küçücük bir sahil kasabası çıktı karşımıza. Preveze Deniz Savaşı ile ilgili tek bir bilgi ve belge yok kentte. Biz nasıl Navarin’i unutturduysak onlar da Preveze’yi hatırlamak istemiyor tabii… Şehrin girişinde bir anıt var. Bakıyoruz 2. Dünya Savaşı’nda ölen denizciler anıtıymış. Kentte bir müze yok. Osmanlı’dan kalma yıkık bir kale var hepsi o.
Sahil kasabası olarak hoş bir yer aslında. Oldukça korunaklı bir liman, sahilde tavernalar, kafeler, sevimli sokaklar, parklar, bahçeler, kanallar, köprüler, sulak alan deltalarla kendine özgü bir havası var Preveze’nin. Şehre geldiğimizde hava epey sıcaktı. Dışarıda dolaşamadık ve karavanı bir parka, ağaç altına çekip dinlendik. Şehrin İon Denizi’ne bakan sahili hem plaj hem ağaçlık ve parklarla bezeli. Ancak buralar akşamları tenhalaşıyor ve gece kalınacak kadar güvenli değil. Etrafta içkilerini alıp ağaç altına içmeye gelen ayyaşlar dolu.
Günbatımına yakın karavanımızı şehir merkezinde deniz kıyısına park ediyoruz. Yerimiz çok güzel ama sabah erken saatte olta balıkçılarının radyo sesiyle uyanıyoruz. Akşam Preveze’yi yaşamaya çıktığımızda sahilde veya sokak aralarında canlı, sevimli bir kenti belleğimize yerleştiriyoruz. Artık Preveze bizim için deniz savaşı ile değil, küçük ve sevimli sahil kasabası haliyle hatırlanacak her daim.
PARGA’YA GEÇİYORUZ (13 Ağustos 2016)
Preveze’den Parga’ya yol biraz virajlı olmasına rağmen enfes manzaralara sahip. Ancak Parga’ya yaklaşırken dikkat edin, birden büyük arabayla yani karavanınızla şehre girivermeyin. Yol sizi şehrin içine sokuyor ve daracık sokaklarda, otopark bulamadan, manevra yapamadan sıkışıp kalabilirsiniz. Tarafımızdan aynen yaşanmıştır zira. Boğucu bir sıcakta, aşırı kalabalık ve yoğun daracık yollarda sıkışıp kaldık. Otopark levhasını görünce mal bulmuş mağribi gibi sevindik. Güç bela geldiğimiz bir okul bahçesinde yer olmadığını görünce oradan çıkabilmek için kan ter içinde kaldık. Daha sonra bulduğumuz otopark gece kapanıyormuş. Görevli gece kalmamıza olanak olmadığını söyledi. En yakın kamping şehirden uzakta. Mecburen, uzak da olsa gidilecek artık kampinge düşüncesiyle navigasyonumuzu kuruyoruz. Tam şehirden çıkacakken yol kenarında park etmiş bir kamyonet sol sinyalini verdi. Bütün nezaketimizle durup yol verdik sevinç naralarımız eşliğinde. Hiç düşünmeden park ettik. Gece kalabilir miyiz burada belli değil ama şehir o kadar güzel ve canlı ki kaçırmak istemiyoruz. Kalamazsak akşam başka yere gideriz. Hemen şehre akıyoruz.
Saat 15:00 civarı olmasına rağmen siesta yapmayıp açık olan çok dükkan var. Her taraf ana baba günü gibi. Messolonghi ve Preveze’de gündüz tamamen boş olan şehirlerden sonra burası bizi epey şaşırtıyor. Nydri nispeten biraz daha hareketliydi ama burasının neredeyse dörtte biri kadar yoğunluk vardı. Tam şehrin göbeğindeki plaj tıklım tıklım. Kafelerde boş masa bulmak çok zor.
Parga, küçücük ama çok güzel bir yer. Şehir iki koydan oluşuyor. Merkez koyda hem plaj var, hem günlük tur tekneleri ve adalara giden tekneler kalkıyor, hem de özel tekneler demirli. Bu koyun hareketliliği bir süre sonra insanı yorabilir. Diğer koy daha büyük ve daha sakin. Büyük koyda sadece birkaç ev ve nefis bir plaj var.
Parga’nın karşısında iki güzel ada var. Paxos ve Antipaxos. Bu adalara biz 10 yıl önce uğradığımızdan tekrar gitmiyoruz ama görmediyseniz mutlaka Parga’dan tekne turu alıp bu adaları görün. Olağanüstü manzaralar eşliğinde muhteşem bir gün geçireceksiniz. Öyle doğal güzellikler içinde o kadar sevimliler ki pişman olmanız olanaksız.
Parga’da Osmanlı İmparatorluğu’na 13 yıl sadrazamlık yapmış, damat Pargalı İbrahim Paşa’dan bir anı var mı diye sorarsanız; yok. En ufak bir iz bile yok.
Şehri dolaştıktan sonra, kuzeydeki sokakların kıvrımlı merdivenlerinden kaleye çıkıyoruz. Kale olarak geriye pek bir şey kalmamış olsa da manzara mükemmel. Kalenin arka tarafı şehrin büyük koyu. Büyük koya tepeden bakan Taverna Stefanos’un manzarası harika.
Gün devrilmeye yüz tuttukça Parga’nın tüm dükkanları kapılarını açıyor. Öyle sevimli dükkanlar var ki şirinlik abidesi. Parga’nın akşamı da ayrı güzel. Biz de bütün gün dolaşmaktan yorgun düşüp sahildeki güzel bir tavernaya atıyoruz kapağı. Deniz ürünleri ve uzonun tadına mehtap eşlik ediyor. Sahilde şezlonglar toplanıyor ama denize girmeye devam edenlerin artık şezlonga ihtiyaçları yok. Onlar ay ışığında, birkaç kadeh uzonun sersemliğini denize girerek gidermenin keyfini yaşıyorlar. Akşam ilerleyen saatte, promil oranımız artmış olduğu için karavanımızı yerinden kıpırdatmıyoruz. Sabah trafik gürültüsü ile birlikte erkenden uyanıp karavanı sessiz sakin bir bölgede ağaç altına çekip şekerlemeye devam edip sonrasında kahvaltımızı yapıyoruz. Igoumenitsa’yı gezmeye hazırız.
IGOUMENITSA’DAN KALKAR FERİBOTLAR (14 AĞUSTOS 2016)
İgoumenitsa’ya rahat bir yolculuk ile varıyoruz. Şehirde özel hiçbir şey yok. Feribotların kalktığı liman olmasının dışında şehrin gezilecek görülecek bir yeri olmadığını kısa bir keşiften sonra anlıyoruz. Bu durumda Rota: Yol ne yapar? Hemen başka yerleri gezmeye, görmeye ve öğrenmeye gider. Kuzeyde Arnavutluk sınırına yakın bir sahil kasabası olan Sagiada’yı gözümüze kestirdik. Her zamanki gibi merak içinde yola koyulduk ve yeşillikler içinden geçerek geldik sahil kasabasına. Sahil kasabası ve evet, hepsi bu. Basit ve sıradan bir sahil kasabası, hatta köyü. 1 kilometre ileride ağaçlar içinde bir kamping gözüküyor. Yol ayrımında levhasını görmüştük. Karavanlar seçiliyor. Gidip bir keşif yapsak mı diyoruz ama etrafta sivri sinek bol. Sabah saat 06:30’da feribotumuz kalkıyor. Gece burada kalmaya niyetimiz yok. Dönüyoruz Igoumenitsa’ya.
Kalacak yer aranırken tam deniz kenarında bir otopark ilişti gözüme. Otopark ücretsiz ve bomboş. Denize paralel park edip manzaramızı yine denize nazır hale getirdiğimize sevinerek hemen kahvemizi hazırlıyoruz. Yanımıza bir karavan daha geliyor, arkasından bir tane daha. Gören geliyor. Komşuluklar başlıyor. Muhabbet artıyor. Yanımızdaki Yunan plakalı karavanın sahibi Yunanlı ama İsviçre’de yaşıyor. Karısı Danimarkalı. Türkiye’ye çok gitmiş. İstanbul’a aşıkmış. Sanki görüp de olmamak mümkün… Her yaz gelip karavanıyla memleketinde tatil yaparmış. Avrupayı da epey dolaşmış karavanla, ama en güzel yer yine burası diyor. Tatil bitmiş. Feribotla Venedik’e gidip İsviçre’ye geçeceklermiş.
Yoldan geçen bir adam plakamıza baktıktan sonra dönüp bize doğru geliyor. Kırık bir Türkçeyle “merhaba kardeş, hoşgelmişsin” diyor.
-Merhaba, hoşbulduk, Türk müsünüz?
+Hayır, İstanbul doğumluyum. Ben küçüktüm İstanbul’dan göçtüğümüzde ama evde Türkçe konuşulurdu.
-Nasıl yani, annen veya baban Türk müydü?
+Hayır, okulda ve dışarıda zorluk olmasın diye annem babam benimle Türkçe konuşurdu. Şimdi unuttum çok ama severdim Türkçeyi.
-Burada mı yaşıyorsun?
+Hayır iş aramaya geldim.
Bir köy ismi söylüyor ama bilmiyorum. Yaklaşık 60 yaşlarındaki bu Türkçe sevdalısı adamın güldüğünde dişlerinin çoğunun eksik olduğu belli oluyor. Başarılar ve iyi şanslar diliyorum.Öbür taraftaki Alman, karavanını çalıştırıp akülerini şarj ediyor. Egzos dumanından rahatsız oluyoruz ama sabretmemiz lazım. Feribotta karavanımızda kalamayacağız. Hatta ininceye kadar karavanı göremeyeceğiz. Bu nedenle 24 saat sürecek yolculuk için yanımıza alacağımız bir sırt çantası hazırlıyoruz. Nefis bir günbatımı izliyoruz. Bu manzara her şeye değiyor doğrusu… İgoumenitsa’nın akşamını yaşamak için çıkıyoruz ama hiçbir şey yok. Birkaç güzel kafe var, hepsi o. Deniz kıyısını liman kapladığı için gezinti alanları denizden uzak. Dönüyoruz karavanımıza çok geç olmadan. Yarın saat 05:00’te hareket. Dinlenmemiz lazım.
VENEDİK FERİBOTU KALKIYOR (15 AĞUSTOS 2016)15 Ağustos sabahı saat 04:30’da kalkıp 05:00’te feribot iskelesine doğru yollanıyoruz. Emine ayrı bir kapıdan girecekmiş. Check-in yapılacak. Evrak kontrol, biletler derken saat 06:00’ya doğru feribot kuyruğuna alındık. Tam sıra bize geldi, görevli yan tarafa çekmemizi işaret etti. Bekleyin dedi. Bütün arabaların geçişini tamamladıktan sonra gelip, bizim biletle arabamızın büyüklüğünün uymadığını söyledi. Biletimiz 160 Euro eksik kesilmiş. Onu da nakit olarak ödeyip biniyoruz feribota.
Feribot maceramız ve Venedik’ten itibaren Avrupa yolları sonraki yazılarımızda devam edecek.